Bektaş Çağdaş

Başın öne eğilmesin
Aldırma gönül aldırma
Ağladığın duyulmasın
Aldırma gönül aldırma

Yukarıdaki dizeleri duyduğumuzda aklımıza ilk gelen Sabahattin Âli ve onun baş eğmeyen duruşudur. Onun haksızlığa boyun eğmeyen idealist ve toplumcu duruşu yaşamını yaşanmaz hale getirse de gördüğü küçük bir ışıktan düşüncelerini ve duygusunu dile getirmeyi bilmiştir. Kısa yaşamına çok şeyi sığdırmayı başarmıştır.

Sabahattin Âli’nin soy ağacına baktığımızda, büyük dedesinin Mareşal Mehmet Ali Paşa, bu paşanın beş kızının da Türkiye devrimci hareketinin değerli insanlarının ya anneleri ya da büyük anneleri olduğu ortaya çıkıyor. Şöyle ki bu paşanın kızlarından Seher, Mehmet Ali Aybar’ın anneannesi; Leyla Cemile Hanım, Nazım Hikmet’in anneannesi; Zahide Hanım, Ali Fuat Cebesoy’un annesi ve Saniye Hanım ise Sabahattin Âli’nin anneannesidir. Türkiye resmi kayıtlarına göre gerçek adı Karl Detroit olan Mehmet Ali Paşa, sadrazam Ali Paşa tarafından İstanbul’a getirilmiş ve devşirme olarak yetiştirilmiş. Alman kayıtlarına göre yetimhanede büyümüş, 18 yaşında gemilerde miçoluğa başlamış, bu yolla İstanbul’a gelmiş ve İstanbul’un buğulu atmosferinden etkilenerek denize atlayarak Ali Paşa’nın himayesine girmiş birisi. Birçok cephede görev alan Mehmet Ali Paşa son olarak Osmanlı’ya başkaldıran Arnavutluk ve Karadağ’daki isyanı bastırmak için gönderildiğinde orada isyancılar tarafından başı kesilerek öldürülmüş.

Bu olayın olduğu yıllarda Sabahattin Âli’nin dedesi bu paşanın kızlarından Saniye ile evlenir, üç çocukları olur. Bunlardan Ali Selahattin, Sabahattin Âli’nin babası olur.

Ali Selahattin bir subaydır. O yıllarda görev yaptığı Gümülcine’de bir teğmen kızı olan 14 yaşındaki Huriye ile evlenir. İlk çocukları Anadolu’nun çilekeş halkının yaşamını özgün bir dille yazacak olan Sabahattin Âli’dir.

Babası 1912’de Trablus Svaşına, oradan da Balkan Savaşına katılır, fakat Balkan Savaşında yaralanınca askerlikten ayrılır. Edremit’te bir bakkal dükkânı açar. Birinci Dünya Savaşı başlarında yeniden askere alınır. Çanakkale Savaşına katılır. Bu yıllarda Sabahattin Âli henüz 7 yaşlarındadır. Bu savaş yılları Sabahattin Âli’de büyük izler bırakır.

Savaştan sonra babası İzmir’e yerleşir, sivil yaşama uyum sağlamaya çalışır. 1919’da Yunanistan’ın İzmir’i işgaliyle iki oğlu ve bir kızını alarak Edremit’e göçer. Kısa süre sonra Edremit’in işgaliyle zor dönemler başlar. Seyyar satıcılık ve taşımacılık işlerinde çalışır.

Bir yanda ailesinin yaşadığı yoksulluk diğer yanda işgal güçlerinin şehirdeki birçok şeyine tanık olan Sabahattin Âli bu şartlar altında ilkokulu bitirir. İstanbul’da dayısının yanına okumak için gider fakat taşralı yoksul bir öğrenciye İstanbul okulları kapılarını çoktan kapatmıştır. Edremit’e döner, Balıkesir öğretmen okuluna kayıt yaptırır. Bu yıllar ilk kez edebiyat ve şiirle tanıştığı yıllardır. Üç yıl okuduğu bu okulda arkadaşlarıyla okul gazetesi çıkarır. Yerel gazetelere yazılar gönderir.

Sabahattin Âli denince akla gelen bir diğer şey sevgidir, aşktır. Evlenene kadar her dönemde büyük aşklar yaşamıştır. Sevmek, âşık olmak Sabahattin Âli’yi yaşama bağlar.

İlk aşkı kendisinden 14 yaş büyük öğretmenidir. Balıkesir’de kızlara olan düşkünlüğünden başına sorunlar alır. Bundan dolayı da kaydını Balıkesir’den İstanbul Öğretmen Okuluna aldırır.

İşte bu yıllar Sabahattin Âli’nin yaşamına yön verecek arkadaş çevresiyle tanışma yılları olacaktır. Ölümüne kadar da bu arkadaş çevresiyle ilişkileri daha çok edebiyat, sanat alanında ve sosyal yaşamında birçok toplumsal şair, yazar ve komünistle tanışarak devam eder. Bu yıllarda en büyük dostları Pertev Naili Boratav ve Hasan Âli Yücel’dir.

1927’nin Ağustosunda okul biter. Yozgat’a tayini çıkar. O yıllarda İstanbul’da Nahit hanımla tanışır; sırılsıklam âşık olur ama bu aşk karşılıksız bir asktır. Nahit Hanım onu bir arkadaş gibi sever. Sabahattin Âli, Nahit Hanıma “Madem aşk içkisini kabul etmeyecektin niçin kalbimin kadehini kırdın ey yar” diyecektir.

Karşılıksız aşkını İstanbul’da bırakıp Yozgat’a giderken geride bıraktığı aşkına şöyle seslenecektir.

Neticesiz bir aşka verdim kendimi
Ne ufak bir temayül, ne bir iltifat gördüm
Önünde yalvararak söylerken sevdiğimi
Gözlerinde yüzüme inen bir tokat gördüm

Yozgat’taki yılı hayatının en zor yılıdır. Yaz tatilinde İstanbul’a döndüğünde dil öğrenimi için Almanya’ya gönderilmek için açılan bir sınava katılır ve Almanya’nın yolunu tutar. Dört yıl için gittiği Almanya’dan iki yılını doldurmadan döner. 1930 yılında dil sınavına girer, kazanır ve Aydın Ortaokulu’na Almanca öğretmeni olarak atanır. Aydın’a gitmeden Resimli Ay dergisine gider.

Orada daha sonraki yaşamına yön verecek insanlarla tanışır. Zekeriya Sertel, Sabiha Sertel ve Nazım Hikmet… Almanya’da ilk kez Marksist kuramla tanıştığı ve solcu akımları takip ettiği için Resimli Ay kendisine kucak açar. Sabahattin Âli yankı uyandıracak ilk hikâyesini Nazım Hikmet’in teşvikiyle yazar. Bütün devrimci yazarlar Resimli Ay çevresinde toplanmıştır. Sabahattin Âli’nin Almanya’da başlayan sosyalist eğilimi artık Resimli Ay bünyesinde devam edecektir. O yıllarda Nazım Hikmet yalnızca realist olana değil, sosyalizme de çekmeye çalışıyordu Sabahattin Âli’yi. Nazım Hikmet, Sabahattin Âli’nin ölümünden sonra Çekoslovakya’da basılan “İçimizdeki Şeytan” kitabına yazdığı önsözde şöyle diyecekti.

”Sabahattin Âli’nin hikâyesinin orada yayınlanması belirli bir safta yer alması demekti. Bu onun anti-emperyalist, demokratik eğilimini gösteriyordu.”

Sabahattin Âli’nin hiç bir örgüte bağlı olmadığını yazarken ise şöyle anlatacaktı onu:

“TKP’nin çok yakın sempatizanıydı ama üyesi değildi. Parti üyesi olsaydı bu hapse girmesini ya da katledilmesini belki yine önleyemezdi. Ama o kahrolası faşist provokasyonuna o denli kolay düşmez ve bir ormanda öylesine katledilmezdi.”

Aydın’da görev yaptığı yıllarda yakın arkadaşı Enver Necati’ye yazığı mektupta ”Ha, beni burada müthiş komünist biliyorlar. Nazım bir türlü imana getiremediği beni gelip bir de burada görsün. Şimdilik beyanname yayınlayıp cemiyet kurmadığım için yasal kovuşturmaya uğramıyorum” diyecek ve şöyle devam edecektir:

“Budala herifler, ben kimim komünistlik kim? Ben yapsam yapsam o herifleri beğenirim. Kendim bu fikirlerle nasıl komünist olabilirim ki?”

Aydın’da öğrencilerin dolaplarındaki aramada TKP’nin çıkardığı Kızıl İstanbul gazetesi bulunur. Tanıklar ve öğrenciler Sabahattin Âli’nin etkisiyle gazeteyi edindiklerini söylerler. Sabahattin Âli tutuklanarak üç ay içeri atılır. İçerden çıktıktan sonra 30 Eylül 1931’de Konya Karma Ortaokuluna atanır. Konya’da yerel gazete olan yeni Anadolu başlıklı gazetede yazmaya başlar. Kuyucaklı Yusuf, ilk kez burada yayımlanmaya başlanır. Burada sekiz ay önce bir toplantıda Almanya’da yazmış olduğu bir şiiri okuduğu için altı ay sonra tutuklanır.

Bu şiirin bir bölümü şöyledir:

Asarlar mı hala hakka tapanı
Mebus yaparlar mı her şaklabanı?
Köylünün elinde var mı sabanı
Sıska öküzleri dirilmiş midir?
Cümlesi beli evet der enelhak dese
Hala taparlar mı koca terese?
İsmet girmedi mi hala kodese
Kel Âlinin boynu vurulmuş mudur?

Bu dizeler sebebiyle tutuklandığında savunmasında söyle diyecektir:

“Ben haksız olduğum zaman başımı eğmesini ve susmasını bilen, fakat haklı olduğum zaman alnı yukarıda bağıran ve hakkını her ne pahasına olursa olsun teslim ettirmek isteyen bir adamım. Haksızlığa uğradıkça ve bu haksızlık düzeltilmedikçe susmamak hür bir vatandaş sıfatıyla görevimdir. Bunun getireceği sonuçları da göz önünde bulundurur fakat yine hakkımı istemekten çekinmem. Çünkü adaletin yanlış uygulandığı bir yerde mahpus olmak, serbest gezmekten daha onurludur.”

Savunmadaki boyun eğmeyen tutumundan dolayı 12 aylık mahkûmiyet 14 aya çıkarılır.

Bu 14 ay arkadaşları vasıtasıyla karnını doyuracağını düşündükçe çok üzülür, çünkü hiç kimsenin durumu iyi değildir. Arkadaşları hiç yalnız bırakmazlar. Pertev Naili Boratav devamlı bir şeyler gönderir. Cezaevi yaşamında devamlı yazıştığı dertleştiği kişilerden birisi de Ayşe Sıtkı’dır. Ayşe Sıtkı’nın yakınlığını, arkadaşlığını aşk olarak değerlendiren Sabahattin Âli, içerden çıktıktan sonra evlenme teklifi edecektir ama nazikçe geri çevrilecektir bu teklif.

Konya Cezaevinden Sinop Cezaevine gönderilir. Sinop Cezaevinde Türkiye’deki komünistlerin toplandığı bir cezaevi olma özelliğinden dolayı çok sıkı güvenlik vardır. Sinop’ta 4 kadın ve 14 erkek, komünist olduklarından dolayı tutuklu bulunmaktadır. Cezaevi yönetimi Sabahattin Âli’yi onlarla görüştürmemektedir. Kendisini sıkı bir gözaltında hisseder. Sinop’a geldiğinin ikinci günü yazmaya başlar. İlk hapishane şarkılarını orada yazar. Bunlardan birisi devrimci duruşundan ödün vermeyen sanatçı Ahmet Kaya’nın sesiyle dosta düşmana ulaşmıştır.

Burada çiçekler açamıyor
Kuşlar süzülüp uçmuyor
Yıldızlar ışık saçmıyor
Geçmiyor günler geçmiyor

Sinop Cezaevinin ağır havası ve başını göğe döndürdüğünde mavi gökyüzünden başka bir şeyin görülmemesi, bu gün herkes tarafından söylenen ve işkencede devrimcilerin sloganı haline gelen “Başın öne eğilmesin”i yazmasına sebep olur. Özgürlüğe kendisini o kadar yakın hissederken özgürlüğe kavuşamamaktır. Onun için deniz özgürlük demekti.

Kale duvarlarının üstünden uçan martılar özgürlüğün simgesiydi. Giderek özgürlüğüne kavuşacağı günler yaklaşıyordu. 28 Ekim 1933’te Sinop Cezaevinden tahliye olur. Arkasında direnişleriyle ünlenen komünistleri bırakarak, önce İstanbul oradan da mesleğine geri dönmek için Ankara’ya gider. Mustafa Kemal’e hakaret suçundan içeri düşmüş bu insana temkinli davranılır; bir görev verilmez. Sabahattin Âli kendisini temize çıkarmak için bir şiir yazar. Bu şiiri Hasan Âli Yücel Milli Eğitim Bakanlığına ulaştırır. Bunun ardından önce çevirmenliğe, arkasından basına gönderilen yazıların düzeltilmesine atanır. Henüz 27 yaşındadır. İçerde ve dışarıda dertlerini paylaştığı Ayşe Sıtkı’ya evlenme teklifinde bulunur, Ayşe Sıtkı ret edince yengesi aracılığıyla 1933 Şubatında Aliye Hanımı istetir, Mayıs ayında evlenir.

Sabahattin Âli evde bir yandan da eşinin eğitimiyle ilgilenir. Marksist yazarlarla tanıştırır, Marx’ı, Engels’i, Kausky’yi, Bernstein’i, Lenin’i öncelikle okumasını önerir.

1937 yılında yedek subay olmak için başvurur. Sicili bozuk olduğundan başına bir şey gelmemesi için Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan vasıtasıyla kaydını yaptırır. Askerliğini yapmak için Eskişehir’e gider, askerlik bitince yeniden Ankara’ya döner. Ankara’da birçok şey değişmiştir. Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’dir. Sabahattin Âli önce Musiki Öğretmen Okulunda Almanca öğretmeni, ardından Devlet Konservatuarında dramaturg olarak görevlendirilir.

O yıllarda Ankara’da Abidin Dino, Güzin Dino, Behice Boran, Adnan Cemgil, Sabahattin Eyüboğlu. Melih Cevdet Anday, Pertev Naili Boratav, Necati Cumalı, Niyazi Ağırnaslı savaş sonrası Ankara’da Sabahattin Âli’nin görüştüğü kişilerdi. Kızı Filiz henüz dört yaşındadır. Sabahattin Âli devamlı olarak izlenmektedir. 1 Ocak 1941’de çıkmaya başlayan Yurt ve Dünya dergisinde yazılar yazar. Derginin geniş bir sol kadrosu vardır. Adnan Cemgil, Behice Boran, Pertev Naili Boratav, Rıfat Ilgaz, Orhan Kemal bunlardan bazılarıdır.

Niyazi Ağırnaslı o günlerde bir anısında söyle yazar:

“Sabahattin bir akşam da Ankara’nın ünlü politikacı ve yazarlarının gittiği Karpit Lokantasında Başbakan Şükrü Saraçoğlu ile karşılaşır. Saraçoğlu kendisine ”Bu ne şıklık Sabahattin? Proleter böyle mi giyinir”, diye takıldı, Sabahattin’in yanıtı da şu oldu ”Efendim, yarın devrim olunca proleterlerin nasıl giyineceklerini göstermek istiyorum.”

O yıllar safların artık belirginleştiği yıllardır. Bir yanda devletin baskısı ve takibinde olan sol, diğer yanda Almanya’nın zaferinden medet uman faşist ırkçı akımlar… Bu faşist ırkçı akımlar durmadan devrimci yayınlar hakkında anti propaganda yapmaktaydılar.

1945, İkinci Dünya Savaşının son demleri… Hitler faşizmi ve İtalyan faşizminin yenilgisi aynı zamanda Türkiye’deki ırkçı faşistler için de bir yenilgi olacaktı. Bu dönemde Türkiye’deki ilerici basın umutlarını büyütüyor ve daha özgürlükçü siyasi bir ortamın gelişmesini umut ediyordu.

İsmet İnönü cumhurbaşkanı, Rüştü Saraçoğlu başbakandı. Hızla demokratikleşmeden yana olan aydınlar devletin gittikçe Amerikan emperyalizmine iyi niyet göstermesini kabul etmiyor, devrimci demokratik bir cephenin kurulmasından yana tavır sergiliyor, başta Serteller olmak üzere Türkiye’deki aydın, demokrat ve demokrasiden yana olan özgürlükçü basın her geçen gün sesini daha da artırması iktidar çevresini rahatsız ediyor, devlet eliyle birer birer provokasyonlar hayata geçiriliyordu. Bu ortamda Vatan, Yeni Dünya ve Tan gazeteleri 4 Aralık 1945 yılında basılıyor, birçok devrimci demokrat aydın tutuklanıyordu.

Bu olaylardan sonra Sabahattin Âli bakanlık emrine alınır, çünkü o gazetelerde yazmaktadır. Sabahattin Âli İstanbul’a gelerek yeni bir gazete çıkarma çalışmasına koyulur. Aziz Nesin’le Marko Paşa’yı çıkarmaya başlar. Buradaki yazılarından dolayı devamlı kovuşturmaya alınır; devamlı takip altındadır. Sabahattin Âli yakın çevresine bunaldığını artık ne yazsa problem olduğunu ve buralardan gitmeyi düşündüğünü söylemeye başladığı yıllardır.

Marko Paşa 22 inci sayısında beklenmedik bir şekilde kapatılır. 22 sayıda 10 defa mahkemeye verilir, 11 matbaa değiştirilir, yazarları mahkûm olur. Marko Paşa’nın yerine çıkan Merhum Paşa’nın ilk sayısından sonra Sabahattin Âli tutuklanır, Paşakapısı Cezaevine gönderilir. İçerden çıktıktan sonra hemen yeni adlarla yayın çıkarmaya başlar, artık her yazısı sorun her yazısı davalıktır. Hakkında kesinleşmiş cezalar olduğu için yeniden cezaevine girmek istemez, 1947 Kasım ayında Rasih Nuri İleri’nin evinde saklanırken buradan Ali Baba’nın ilk sayısını Rıfat Ilgaz’la 25 Kasımda çıkarırlar.

Rasih Nuri İleri TKP ile yakın ilişki içinde, Sosyalist Parti lideri Esat Adil’le de dirsek temasında olan birisiydi. Sabahattin Âli’nin kaçışı 19 Aralık’ta son buldu. Mehmet Ali Aybar ve Rasih Nuri İleri arkalarındaki polisin takibiyle eve gelip kapıyı çaldıklarında kapıyı Sabahattin Âli açar ve arkalarındaki polisler “Biz seni arıyorduk” derler. 12 gün sonra serbest bırakılır, fakat Ali Baba kapanmış, bir yere yazamıyordur. Eli kolu bağlanmış hisseder.

Mehmet Ali Aybar’ın İstanbul’da çıkardığı Zincirli Hürriyet’te yazmaya başlar ama 5 Şubat 1948 de kovuşturma açılır. Artık bıkmıştır; siyasi eğilimlerinden dolayı işine son verilmesini istememektedir. Kendi çalışmalarının aksamaması için evinin aranmasını, arkasında hafiye dolaşmasını istememektedir ve bu yüzden kendi işi olsun ister; bu yolla da halkın arasına karışıp sorunları daha iyi göreceğini düşünür. Avukat Mehmet Ali Cicoz’un yardımıyla kamyonculuğa başlar.

Artık iyice bunalmıştır; kısa surede kaçmanın yollarını araştırır duruma gelmiştir. Kamyonculuk işinin de kendisini takipten kurtardığını düşünmeye başlamıştır. Yakın arkadaşlarına da kaçmak istediğini söyler. Kendisi geçerse, onlara kendisine yardım eden kişiyle kart göndereceğini ve o kart ellerine geçtiğinde sağ olduğunu anlayacaklarını; isterlerse kendilerinin de aynı yolla çıkmalarını söyler. Rasih Nuri İleri ve yakın arkadaşı Faruk Sayar da aynı yolu izleyerek yurt dışına çıkmak istemektedirler.

Sabahattin Âli, Paşakapı cezaevinde komünizm propagandasından yatan Berber Hasan’la tanışır. Bulgar göçmeni olan Berber Hasan karanlık bir kişidir. Berber Hasan’a yurtdışına çıkmak istediğini söylediğinde, kendisinin yardım edeceğini, daha önce de Bulgaristan’a adam kaçırmış olan bir arkadaşının olduğunu söyler. Bu kişi de ordudan hırsızlık suçundan atılma Ali Ertekin’dir. Berber Hasan cezaevinden sonra da Sabahattin Âliyle görüşmek için işyerinin adresini verir.

Sabahattin Âli, kamyon işiyle artık takip edilmediğini düşünerek Berber Hasan’a gider. Onun vasıtasıyla Ali Ertekin’le buluşur, ücret konusunda anlaşırlar ve yola çıkmak için gün belirlerler. Yolculuk başlar. Ali Ertekin daha önce Sabahattin Âli’yi götüreceği yeri Emniyetten çalıştığı kişilere haber verir. Gidecekleri yol güzergâhına önceden yerleşmiş olan askeri cip içindeki sivil elbiseli kişiler, büyük bir merakla ellerini ovuşturarak beklemeye başlarlar; suçun sabit olduğunu düşünerek yurtdışına kaçmak üzere yakaladıkları kişiyi konuşturdukları takdirde vatan hainlerine karşı büyük bir ava başlayacaklarının düşlerini kurarlar.

Istranca Ormanının Bulgaristan ışıklarının göründüğü bir yerinde hain plan devreye girer. Üç kişi arkadan yaklaşarak ve Ali Ertekin’in de yardımıyla Sabahattin Âli’yi etkisiz hale getirip silahını kullanmaya fırsat bırakmadan yakalarlar. Konuşturacaklarını sananlar yanılır.

Sazara Köyünün yakınlarındaki bir mandıranın çobanı koyunlarını otlatmak için Üsküp mezrasına götürür. Sazara ve Hadiye arasındaki Karadere’de koyunlarını otlatmaya bıraktığında orada çıplak kolları kopmuş çürümeye yüz tutmuş bir cesetle karşılaşır. Şükrü Çoban, köy muhtarı vasıtasıyla karakola gider ve gördüklerini anlatır. Karakol komutanı bir jandarma çavuşunu çobanın yanına katar; kazma kürekle olay yerine gelinir; orada zabit tutulur. Bulunan, işkence ile öldürülen Sabahattin Âli’nin cesedidir.

Sabahattin Âli böylece sessiz sedasız orada toprağa verilir. Bir faili belli cinayet Ali Ertekin’in piyonluğuyla kapatılmaya çalışılır. Sabahattin Âli ile başlayan faili belli cinayetler Taylan Özgür’le ve 1980 sonrası binlerce faili belli cinayetle devam etmiştir. Barış, demokrasi, hak ve özgürlük talepleri arttıkça bu failleri belli cinayetler devam edecektir. Bütün bu cinayetlerin failleri bir gün açıklanır mı? Sabahattin Âlinin öldürülme emrini kimler vermiştir? Sabahattin Âli’yi işkencede yok edip Istranca ormanına atanların gücü, Sabahattin Âliyi unutturmaya yetmedi.

Köylüler cesedin bulunduğu yere Sabahattin Âli Çatağı adını verirler.

Sabahattin Âlinin biricik kızı Filiz Âli cesedin bırakıldığı sırttaki bir kayanın üzerine babasının şu şiirini yazdırdı.

Bir gün kadrim bilinirse
İsmim ağza alınırsa
Yerim soran bulunursa
Benim meskenim dağlardır.

Not: Bu yazı Hıfzı Topuz’un Başın Öne Eğilmesin romanından faydalanarak hazırlanmıştır…

Saygıda kusur ettikse af ola.

26 Mayıs 2008