mustafa lütfi kıyıcı

birilerinin sosyal demokrat “sol”da birlik sağlamak amacıyla umut bağladığı anlaşılan shp’de yeni genel başkan seçilen hüseyin ergün, öyle bir laf etti ki, başta genel sekreteri olmak üzere üyeleri isyan etti. shp’ye umut bağlayanları da hüsrana uğrattı. konu yusuf küpeli’yi kaynak göstererek; devrimci hareket içersindeki ajan unsurunun varlığı, etkisi.

yusuf, “ben böyle bir söz söylemedim” diyor. hüseyin ergün, “bu anlamda değildi, benim söylediklerim.” diyor. ama istifalar da durmuyor.

yusuf, “ben böyle bir şey söylemedim” diyorsa, söylememiştir diye kabul edelim. ancak, mahir’in ajan olarak ilan ettiği ilyas aydın olayı ortada. istanbul devrimci gençlik hareketi içersinde ve sonradan istanbul thko hareketi içersinde yer alan ve bir dönem mehmet eymür’ün sağ kolu olduğu yazılan/söylenen alpaslan ertuğ olayı ortada. en bilineni, madanoğlu davasında ve öncesi bizim eski tüfeklerin kurduğu ve deniz dâhil bizlerin de içinde yer aldığımız demokratik devrim derneklerinde neredeyse eğitim sekreteri olarak çalışan, tmgt tarafından uluslararası gençlik toplantılarına konuşmacı olarak gönderilen ve mit daire başkanlığına kadar yükselen mahir kaynak. dev genç döneminde eylemlere katılan, hatta yargılanan ama sonradan emniyet müdürlüğüne kadar yükselen erdal gökyüzü olayı ortada… bağımsızlık için mustafa kemal yürüyüşünde provokatörümüz muzaffer köklü olayı ortada… kaldı ki bunlar, ilyas aydın olayı hariç, bizim gayretimiz veya sezgimizle ortaya çıkartılan isimler değil, sonradan kendiliğinden ortaya çıkan isimlerdir.

yusuf küpeli olayında tartışılması gereken ya da masaya yatırılması gereken ankara dev genç davasından başlayarak, ikinci thkp-c davasında 12 martta sorgu ve mahkemelerindeki ”geçmişimiz provokasyonmuş!” anlamındaki inkâr ve itiraflarıdır. bu konuda yazılı belgeler, yargılanan sanıkların tanıklıkları da ortadadır.

bunlar ve uluslararası deneyimler gösteriyor ki, devrimci hareket ve kadrolar arasına devletin istihbarat elemanları sızdırmasından daha doğal bir şey yoktur. sınıf savaşımıdır bu. lenin’in partisinde bile vardı. roman malinovski bolşevik partisinin merkez komitesine kadar sızmış çarın gizli polisi okhrana’nın bir ajanıydı.

basit bir iktidar mücadelesinde, düzen partilerinde bile devletin tehdit algıladığı her kesim içersinde istihbarat elemanları vardır. bakın “islami” bir yazar olan ve kanlı pazar olayının kışkırtıcısı olarak bildiğimiz m. şevki eygi ne diyor:

“üzerine basarak söylüyorum: islami kesimin içi casus, istihbaratçı, ajan, provokatör, yönlendirici, sabotajcı, dezenformasyoncu, aldatıcı, kandırıcı doludur. bu gerçeği inkâr etmek için ahmak, geri zekâlı, devekuşu olmak gerekir.”
(milli gazete 10.07.2009)

bu anlamda statükoyu ve onu muhafaza etmekle görevli olanları küçümsemek olmaz. stratejik anlamda küçümsediğini, taktik planda önemseyeceksin. karşında uluslararası deneyimlerle donatılmış bir güç var. azgelişmiş ülke elemanlarının abd’de eğitim almak üzere gönderildiğini, pentagon eğitimlerini, panama eğitimlerini yaşadıklarımızla gördük.

istihbarat her alanda önemlidir. m.ö. 400’de yaşamış olan çinli askeri strateji uzmanı sun ızu, “yüz savaş kazanmak hüner değildir; esas hüner savaşmadan güvenliği sağlamaktır” diyerek istihbaratın önemini savaş sanatı adlı kitabında vurgular.

kaldı ki geçmişinden pek az örnek devralmış olan bizim nesilde, aramızda devlet adına çalışan istihbaratçıların olmasını değil olmamasını anormal karşılamalıyız. bize göre, eski tüfeklerimizden devraldığımız deneylerden biri, “üç solcu yan yana gelirse biri ajandır” sözü idi. bu illegal şartlarda mücadele edenleri dikkatli olmaya sevk eden bir kabul olmakla beraber paranoya izleri de taşıyan bir olgudur.

geçmişten dersler almak anlamında ve geleceği inşa etmek amacıyla yaşadıklarımızı aktarmaya çalışıyoruz. bu bağlamda, nasıl ki olumlu örnekleri – ki onlar bunu fazlasıyla hak ediyor- öne çıkartmak görevimiz ise, olumsuzların da ders almak amaçlı olarak örneklenmeleri gereklidir. ahmet türk’ün “nice şahinler gördüm, tüyü yolunmuş kuşa dönmüşlerdi” örneğinde olduğu gibi… her şeyin yolunda gittiği zamanlarda şahinleşenlerin keskin dönemeçlerde ne olduklarının ortaya çıkması gibi…

halkımızın basit ama o derece denenmiş doğru örneklemeleri vardır. örneğin adam içki ile arası hoş ise, ”adam içki masasında denenir” der. yolculukta denenir diyen de vardır. biz ise, “adam hapishanede denenir.” deriz, çünkü zor zamandır; turnusol gibi açığa çıkarır “adamı”.

“ölen ama yenilmeyenler” başlıklı bir dizi hazırlamıştım, 70’li yıllarda çıkarttığım emekçi dergisinde. ibrahim kaypakkaya ile olanı arkadaşlar –kutlu anıl’a teşekkür- yeniden gündeme taşıdılar. paris komünü nasıl devrimci düşünce ve eylemin çok irdelediği, ”gökleri fethetmeye çıktılar!” belgisine kaynaklık etmiş ise, bizim komünarlarımız da 68’in “gökleri fethetmeye çıkanlarıdır.” onlar bizim martirlerimizdir.

yusuf küpeli, fkf’de başkanlık yapmış, onca devrimci eyleme katılmış/yönetmiş, filistin’e gitmiş, hapis yatmış, ankara’da hapis yattığı dönemde mahkûmlara yönelik keyfi uygulamalara karşı çıktığı için neredeyse efsane olmuş, 15/16 haziran büyük işçi direnişini ulucanlar hapishanesinin alt hücrelerinde, eski ve kısık sesli bir hoparlörden birlikte dinlemeye çalıştığım ve son dev genç kongresini birlikte yönettiğim bir eski “arkadaş”… aydınlık sosyalist dergiye açık mektup‘a imza atarak bir eşikten başka bir mücadele biçimine atlayan, istanbul’a gelip bu yeni yolda militan kazanmak, insanları ikna etmek için çalışma yapan, istanbul bölge yürütme kurulu başkanı ömer güven için “benim konuşmamdan sonra bizim saflara geçti!” diye övünebilen bir “şahin” ve 12 mart’ta da sıkıyönetim mahkemelerinde “geçmişimiz provokasyonmuş!” diyebilen bir yılgın.

eskiler ifratla tefrit derlerdi, bir uçtan zıddı bir uca savrulmaya. yusuf küpeli ile bir alıp veremediğimiz olmamalı. o devrimci saflardan düşmüştür. kötü örnektir. nazım, salkım söğüt’teki dizelerinde “bir atlı düştü atından.” der ve “gidenleri geri çağırmadı, bağırmadı” diye devam eder. yusuf, öyle de yapmadı. aradan kırk yıl geçti, gönderdiği cevapta, hala kendisini toparlamaktan bahsediyor. kolay değil.

devrimci partide üyelik için bir kural vardır: zor şartlarda partinin kapıları ardına kadar açıktır; günlük güneşlik zamanlarda ise sıkı sıkı kapalı. neden? zor şartlarda o zor şartları göğüsleyebilen görev için/üyelik için başvurur ve o bunu göze aldığı için üyeliğe layıktır.

insanlar fikir değiştirebilirler. bu normaldir. anlayışla karşılanabilir. yanlışlığına inandığı yolda devam ederek, zoraki içinde yer aldığı oluşuma olmadık zamanlarda zarar vermesindense, bu daha kabul edilebilir bir durumdur.

bunun da kabul edilebilir bir yöntemi olmalıdır, çünkü lider seviyesindeki birinin yılgınlığı alt konumlara sirayet eder. nitekim öyle de olmuştur. nitekim bu yılgınlık, askeri garnizonun orta yerindeki maltepe cezaevinden firar gibi devrimci hareketin önemi büyük bir eyleminden sonra, firar edenleri karşılamamak, yalnız bırakmak gibi sonuçlara da götürmüştür kadroları. bu ahlaki bir çöküntüdür.

devrimci konumda olanların özeleştiri yapacakları yer içinde bulundukları devrimci oluşum olmalıdır. ancak biliyoruz ki 12 mart sorgucularına ve mahkemelerde verdiği ifadeler, yaptığı savunmalar öz eleştiri mahiyetindedir. devrimci düşüncenin egemen olduğu bir örgütlenmede özeleştirinin yeri, o yapılanmalardır; mahkeme salonları değil; faşist sorgucuların makamı hiç değil.

ikinci cephe davasında pek çok sanığa hâkim olan “devlet her şeyi biliyor!” düşüncesidir. yönetici konumundaki mustafa ulusoy’da görüldüğü gibi… yusuf’a yakınlığı ile bilinen selçuk polat’ın (*), mahşerin beyaz atlısı anılarından aktarıyorum:

“mustafa ulusoy polis tarafından alınınca, bildiği her şeyi en küçük ayrıntısına kadar anlatmıştı. ve birlikte sorgulandığı her arkadaşa da bu tavrın propagandasını yapıyordu. (…) poliste herkesin çözülmesini sağlayan hastalıklı bir kuramı ileri sürüyordu.”
(selçuk polat, mahşerin beyaz atlısı, s.207).

olayı bu açıdan ele alırsak eğer, ajanlıkla bu tavır arasında çok mu kalın çizgiler var?

ayrıca, selçuk, “yurtsever demirel, devrimci abdülhamit” başlığını koyduğu bölümde (deminki alıntı da aynı bölümden), yusuf, ramazan, nahit ve bingöl’ün neden demirel ve abdülhamit övgülerine başladıklarını etraflıca anlatıyor. asılma korkusuyla nahit’in, dayısı veya akrabası olduğunu söylediği özel harp dairesinde görevli ziverbey işkence köşkünün sorumlusu olduğu söylenen tümgeneral memduh ünlütürk’e başvurması üzerine, sıkıyönetim komutanlığından bir korgeneral gelmiş. “üretici gücü temsil edenleri desteklemek istediklerini söyleyen” bingöl erdumlu, “affedilmelerinin mümkün olup olmadığını, bunun için ne önerdiklerini sormuş”. general de, “bize kendinizi ispat edin” demiş. pazarlık bu! ve faşist odaklara kendilerini ispat için, inkâr ve itirafları başlatmışlar…

bu kertede yusuf, hüseyin ergün’e öyle söylese ne olur, mahir’in öyle cevap verdiği iftirasını iddia etse ne olur? zaten, her şeyi emperyalizmin, devlet aygıtının gözü önünde hem yazılı hem sözlü olarak tartışmadık mı? etrafta, ajanların olmasından daha doğal ne olabilir! devletin kendisini savunmasından daha doğal ne olabilir! sınıf savaşımının doğal sonucu değil midir bu! 12 mart’ta, 12 eylül’de emperyalizmin stratejik açıdan küçümseneceğini ama taktik planda önemsenmesi gerektiğini öğrenmedik mi? ya da somut gerçeklik bunu öğretmedi mi?

hüseyin ergün’ün diğer söylemlerine gelirsek…

reel “sosyalizm”in çöküşünden sonra, ortalığı boş bulan ve ardına aldığı emperyalizmi küreselleştirme kisvesi altında ballı böreğe çeviren, liberal düşüncenin yoğun bir saldırısı ile karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. 68’in eylem platformunun her alanında, devrimci düşünce ve eylem alanında yenilen ilkel oportünistleri, sonraki ”komünist”leri, bu günün liberalleri oldular. onlar, gerek 68’de gerekse günümüzde devrimci düşünceyi inatla savunan ve mücadelesini verenlere karşı psikolojik eziklik altındadırlar. bu onların saftan safa geçmedeki yenilgi psikolojisidir. olmadık iftiralarla, kendilerini iknaya çalışıyorlar. gerekçeler arıyorlar. biz döndük, siz niye inat ediyorsunuz, diyorlar.

örneğin, sbp’nin kuruluşuna katılıyorlar, ardından partiyi kapatıp günümüzün en devletçi partisi chp’ye geçelim önerisini getiriyorlar. bu öneriyi götürdüklerinde sadun hoca’nın bile, ”bunlar nasıl tkp politbüro üyesi “ yollu şaşkınlığına neden oluyorlar. (bknz. sadun aren, “puslu camın ardından”)

hiç bir zaman olmadığı kadar oportünizmin emperyalizmin beşinci kolu olduğunu bu denli açığa çıkaran bir dönemi yaşamadık. öyle ki, biz türkiye’de devrimci çizgiyi savunan sosyalistlerin, geçmişte oportünizm ile, ilkel oportünistlikle suçladığımız ne kadar çizgi ve kişi varsa, neredeyse hepsi, üretici güçleri geliştirdiği iddiasıyla emperyalizmi savunmakta ve daha da ileri giderek “emperyalizme hayır!” boş laftır, “dünyada emperyalizm tarafından sömürüldüğü için geri kalan hiç bir ülke yoktur” diyebilmektedirler. ibretle izlediğimiz bu çizgi, oportünizmin emperyalizmin beşinci kolu olduğu gerçeğini apaçık ortaya sermektedir.

bunlar “solcu” saflarda iken de mi böyle idiler, sonradan mı oldular anlaşılır gibi değil. solculuğun tarifi değişti de biz mi öğrenemedik yoksa! marks’ın, manifesto’da modernleşme ile ilgili sözlerini kaynak yapıyorlar da, önsözlerdeki ”bütün tarihin sömürülenle sömüren, egemen olanla egemen olmayan sınıfların toplumsal gelişmenin çeşitli aşamalarındaki savaşımlarının, yani sınıf savaşımlarının tarihi olduğu” sözlerini yok sayıyorlar.

yolları ayrı yolumuz ayrı!

sevgiyle kalın.

(*) bknz. selçuk polat ve mustafa lütfi kıyıcı’nın yorumları.