Mustafa Lütfi Kıyıcı
TEP (Türkiye Emekçi Partisi)
Merkez Yürütme Kurulu Üyesi

TEP (Türkiye Emekçi Partisi) 12 Mart dönemi sonrasında partileşen soldaki çizgilerden birisidir. TEP’in temsil ettiği görüşün, 12 Mart öncesinde de soldaki saflaşmalar içinde önemli bir yeri olmuştur. TİP’ten “MDD” stratejisi anlayışıyla ayrılanlar o dönemde Mihri Belli’nin görüşleri doğrultusunda solda ayrı bir saf oluşturmuşlardı. TEP, Mihri Belli’nin sosyalizm ve sosyalist mücadele anlayışını benimseyenlerce kurulmuş ve genel başkanlığına ilk görev bölüşümünde, Mihri Belli getirilmiştir. TEP‘in görüşlerini dizimizde yansıtabilmek amacıyla sorularımızı, Merkez Yürütme Kurulu Üyesi ve TEP görüşleri doğrultusunda yayın yapan Emekçi Dergisi sahibi Mustafa Lütfi Kıyıcı’ya yönelttik.

M. Lütfi Kıyıcı 1946 Sivas doğumludur. 12 Mart öncesi devrimci öğrenci hareketlerinde adı sık sık duyulan gençlik temsilcilerinden birisiydi. İstanbul Hukuk Fakültesi Devrimci Hukukçular Örgütü ve Devrimci Öğrenci Birliği gibi o dönem gençlik örgütlerinin kurucu ve yöneticilerindendir. Devrimci Öğrenci Birliği’nin (DÖB) Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) ile birleşmesinden sonra Kıyıcı, DEV-GENÇ içinde çalışmaya başlamıştı. Aynı dönemlerde yayınlanmakta olan Türkiye Solu Dergisi’nin de yazı işleri müdürlüğünü yapan Kıyıcı, 12 Mart döneminde DEV-GENÇ Genel Yönetim ve Bölge Yürütme Kurulu üyesi olarak yargılanmıştır. Ayrıca Sıkıyönetim mahkemesinde yazılarından dolayı 8 yıl hapse mahkûm olmuştur. Şimdiye dek çeşitli eylemlerinden ötürü beş kez tutuklanmış ve dört yıl sivil ve askeri cezaevlerinde kalmıştır.

Mustafa Lütfi Kıyıcı sorularımızı şöyle yanıtladı:

1) Nisan ayının son günlerinde sıkıyönetim ilan edildi. Ben 19 Haziranda yakalandım. Yani kısa süren bir kaçaklık dönemim oldu. 12 Mart’a fazla bir gizli çalışma tecrübem olmadan girdim. 15/16 Haziran tecrübesini o sırada cezaevinde olduğum için yaşamamıştım. Bu dönemde önemli sorun barınak sorunu idi. Önceden bu tür durumlarda kullanmak için davette bulunan pek çok kişi bu daveti yapmış olmanın sıkıntısı içinde idi. Barınmak zorunda kaldığımız ev gizlenmek için pek elverişli değildi. Ancak bize dostça kucak açmıştı. Yakalandığım gün evde bulunan, Reşat Fuat arkadaşın eşi Suat Derviş ve evde tesadüfen bulunan bir arkadaşın nişanlısı ile birlikte Sirkeci’ye götürüldük. Suat abla hayli yaşlı idi. Buna rağmen polislerin tavrı katı ve acımasızdı. Ben hemen “K” grubuna alındığımdan bir daha göremedim. Ancak ömrünü kısaltan olayların geçtiğini sonradan öğrenmiştim. “K” grubu odasına götürülürken, iki polisin elleri arasında Zerruh Vakıfahmetoğlu’nu gördüm. Benden bir iki gün önce yakalanmıştı, ayakları patladığı için yere basamıyordu. Odaya girdiğimde, özellikle gürültü yapma ve panik havası yaratma isteğinde olan polisler üzerine saldırdılar. Benim endişem 12 Mart öncesi döneme kadar birlikte olduğumuz arkadaşlarla ilgili soruların sorulması idi. Ben ne olduğunu anlamadan ayakkabılarım çıkarılmış falakaya takılmıştı. Falakanın yabancısı değildim. Taylan Özgür’ün kardeşi Tarhan Özgür’ün kendi kendini vurduğuna tanıklık etmemi, bazı kaçak arkadaşların yerlerini bildirmemi ve son döneme kadar birlikte olduğumuz ve THKO üyesi olan arkadaşlarla gerçek ayrılık noktalarını öğrenmek istiyorlardı. İstekleri olmadı.

Diğer arkadaşlardan tecrit edilmiş ayrı bir odada tutuluyordum. Bazen yer darlığından bazı arkadaşlarla yan yana geldiğimiz oluyordu. Harun Karadeniz’in ayaklarında dizlerine kadar tekme izleri vardı. Malatya’dan getirilen (Hemşerim) Ahmet Erdoğan ve Osman Bahadır yanımızdan açıkça falakaya diye götürüldü. Yine bir ara beraber olduğum eczacı (Rıfat Güney) arkadaşın ayakları patlamıştı. Tedavisini kendi yapıyordu. Harekete aktif olarak katılmış olanlardan yara beresizini görmedim. Şoför Osman abinin hemen dayaktan sonraki halini gördüm. Akademili Rasim’in (Özkan) ayaklarının patladığını, Mustafa Köse isimli bir eski öğretmenin ayağına takılan falaka sopasıyla dövüldüğü için komada kaldığını, tevkifim için Ankara’ya sevk edilmeden önce kaldığım dip hücrede gördüm.

Aslında bütün bu olanlar mücadelenin ayrılmaz parçaları idi ve bu kavgaya girenler de bunları olağan karşılıyordu. Örneğin, daha sonraları, gündüz DEV-GENÇ duruşmasında birlikte olduğumuz Süleyman Aslan’ın o akşam polisler tarafından hem de yakalandıktan sonra vurulduğunu duymamız sadece bizlerin sınıf kinini biledi. Cezaevlerinde de bu durum biçim değiştirmekle birlikte yer yer emniyetten farksızdı. Örneğin, Ankara Mamak II. No.lu Cezaevinde, SBF’de çalışan Mesut isimli bir genç adam doktor tarafından optolidonla tedavi ediliyordu. Bir gün gece yarısına doğru öldü. Beyin tümöründen öldüğü yapılan işlemler sonucu tespit edildi.

Temel Çıkış Noktası

2) Bizim İstanbul’da FKF dışında örgütlenmiş Devrimci Öğrenciler Birliği (DÖB) üyeleri olarak, aktif grup hareketleri ile kitle hareketlerine ağırlık veren bir geçmişimiz vardı. Aktif kitle hareketleri alanlarını iyi değerlendiriyor ve özellikle ilkel oportünistlerin yönetimindeki FKF’den bu niteliğimizle ayrılıyorduk. Ankara’da ise aynı görüşü paylaştığımız arkadaşlar, FKF içinden mücadeleyi sürdürüyorlardı. Sonra Dev-Genç içinde bir araya geldik. Özellikle, İstanbul DÖB ekibinin ideolojik belirlenmesinde sadece teorik gerekçeler değil aynı zamanda, Milli Demokratik Devrim görüşünün sözcülüğünü yapan Mihri Belli’nin, mücadelesinin sadece teorisini değil, pratiğini de yapmış, Yunan iç savaşında proleter devrimciler safında savaşmış, tevkifatlarda daima devrimci tutumunu korumuş ve örnek olmuş kişiliği ile Şevki Akşit’in daima gösterişli işlerden uzak nankör işlere gönüllü kişiliği de önemli bir etkendir. Bizce elli yıllık hareketi bu arkadaşlar ve çevresi temsil ediyordu. Ve biz emperyalizmin eski ‘kuşaklarla’ genç nesil arasında örmek istediği duvara tuğlalar taşımak yerine, eski kuşakla kurduğumuz olumlu diyalogdan güç alarak oportünizmi ideolojik ve pratik mücadelede yenilgiye uğrattık.

12 Mart dönemine kadar tartışılan bir konu vardı, sloganlarda: “Bağımsız Türkiye” ve “Sosyalist Türkiye” diye somutlanıyordu. Bu tartışma çoğuna göre bir slogan savaşı gibi görünebilir. Ama bugünkü tartışmalardan çok daha somuttu ve ülkenin somut durumundan kaynaklanıyordu. Biz bu tartışmalar içinde aktif olarak yer aldık. Çünkü Milli Demokratik Devrim gerçekleştirilmeden, ülke ABD vesayetinden çıkartılıp bağımsızlık kazanılmadan feodal ilişkilerin kökü kazınmadan, “Sosyalist Türkiye “den söz etmek sadece devrimci lafazanlık olurdu. Sosyalizme giderken Milli Demokratik Devrim aşaması, ülke şartlarının zorunlu kıldığı bir aşama idi. Bugün de öyledir. Bu doğru strateji hem bilimsel sosyalizme, hem de ülkenin gerçeklerine uygundur. O dönemde bu çizgiyi reddedenler bugün, bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinin güncellik taşıdığını teslim etmişlerdir. Bu da olumlu bir gelişmedir.

1969-1970 yıllarında TİP’i devrimci bir yönetime kavuşturmak, olmazsa ayrı örgütlenmek sorunu ağırlık kazandı. Çeşitli çalışmalara girişildi. İlginç olan parti meselesi her ortaya atıldığında, çeşitli muhalefetlerin ve bölünmelerin olmasıydı. Bu çalışmalar sağ veya kesin “sol” eleştirilerle baltalandı. Gariptir, baltalayanlardan bir kısmı bugünlerde yeniden “gençlere güvenip parti kurmadığı” gerekçesi ile Mihri Belli ve arkadaşlarını suçlayabilmektedir.
12 Mart öncesi, emperyalizmin solu bölmek çabalarına dikkati çekmek ve bu oyunu bozmak, ABD vesayeti altındaki ülkemizde, bağımsızlık ve demokrasiyi gerçek kılıp sosyalist devrim hedefine ulaşmak mücadelesini yönlendirecek, proleter devrimci partinin kuruluş çalışmalarını yürütmekte idik.

12 Mart’a Bakış

3) 12 Mart Filipin tipi demokrasinin yani parlamenter görünüşlü antidemokratik düzenin işlemez hale gelmesinin sonucudur. Filipin tipi demokrasicilik oyununun oynanabilmesi için 1’inci şart, işbirlikçi sermayenin çıkarlarının savunucusu durumunda olan partilerden birinin, şartlandırılmış olan seçmen kitlesinin oyu ile iktidara gelebilmesidir. Yani emekçi sınıfların, bu oyuna gelebilecek kadar geri olması şarttır. Ama halk bilinçlendi mi, demokratik güçler düzenin sınırlarını demokrasi doğrultusunda zorlamaya başladı mı emperyalizm (özellikle ABD emperyalizmi) ve işbirlikçileri biçimsel demokrasiden vazgeçiyorlar, açık faşizme başvuruyorlar. 12 Martta da olan budur. Emperyalizm Filipinler’den Yunanistan’a kadar, Güney Kore’den Şili’ye kadar, burjuva demokratik görünüş işine yaramadığı anda bu kisveyi çıkarıp attı. 12 Mart’ta Türkiye’de böyle oldu. Halkımızın en bilinçli, en militan kesimi olan sosyalistler ağır darbeler yediler. Bu arada 12 Mart’ta faşist cephe orduda ve diğer devlet kurumlarında bulunan yurtsever unsurları temizledi, ya da etkisiz duruma getirdi.

12 Mart faşizmi Türkiye’de demokratik güçleri ve en başta en tutarlı demokrasi savaşçıları olması gereken sosyalistleri sindiremedi. Bunca terörden sonra bugün devrimci güçler her zamankinden daha güçlüdür.

Bu soru sorulmuşken açıklık kazandırmak istediğim bir konu var. Bize, 12 Mart’tan önce asker¬-sivil aydın zümrenin devrimci potansiyelini özellikle belirttiğimiz, ancak şimdi, bu potansiyeli pek önemsemediğimiz söyleniyor. Bunun da bir siyasî tutum değişikliği olduğu iddia ediliyor.

Biz, küçük burjuva bürokrasisinin Türkiye şartlarında önemli bir demokratik güç olduğu görüşünü bugün de korumaktayız. Proletarya önderliğinde bir devrim, sayısı 800 bini bulan bu kitle içinde küçümsenmemesi gereken müttefikler bulacaktır. Öğretmen kitlesinin, teknik eleman kitlesinin, bürokrasinin, sermayenin etkisi dışında kalabilen kesiminin, devrimci hareket içinde küçümsenmeyecek bir rolü vardır. İşçi sınıfının hedefine ulaşabilmek için başta köylülük olmak üzere diğer ittifaklara ihtiyacı vardır. Asker aydın zümrenin 12 Mart’tan önce ordu içinde önemli bir yurtsever ilerici subay kadrosu vardı. 12 Mart döneminde böyleleri geniş ölçüde tasfiyeye uğradı. 800 subay tutuklandı, birçokları ağır cezalara uğratıldı, binlercesi ordudan ihraç edildi, öldürülenler oldu.

Şimdi biz eğer ordudaki ilerici kesimden pek söz etmiyorsak, bu bizim görüşümüzün değiştiğinden değil, ordunun bileşiminin önemli değişikliklere uğradığındandır.

12 Mart bir dereceye kadar ilerici, askeri müdahaleler zincirini koparıp atmıştır. Küçük burjuva radikal unsurların hayallerine son vermiştir. Türkiye’de halktan yana her değişiklik mutlaka işçi sınıfının damgasını taşıyacaktır. Bu gerçek her geçen gün daha iyi anlaşılmaktadır.

Görüşlerde Değişme

4) Temel görüşlerimizde bir değişiklik olmamıştır. Aksine, canlı pratik, görüşlerimizin doğruluğunu kanıtlamıştır. Şöyle ki, Türkiye’de toplumsal devrim, çok çetin mücadeleler sonucu, işçi sınıfının önderliğinde tüm ulusal ve demokratik güçlerin katılmasıyla emperyalizmin, işbirlikçi burjuvazinin ve feodal mütegalibe üçlüsünün tecrit edilmesiyle ve etkisiz hale getirilmesiyle gerçekleşecektir. Pratik bunun dışındaki, pasifist reformist ve diğer yandaki sübjektivist görüşlerin doğru olmadığını kanıtlamıştır.

Emperyalizmin ve işbirlikçilerinin çifte sömürüsüne uğrayan, ABD emperyalizminin vesayetindeki ülkemizde çözümlenmesi gereken baş çelişki ulusla emperyalizmin arasındadır (yerli işbirlikçiler ulus kavramının dışındadır). İşçi sınıfının fiili öncülüğünde tüm ulusal ve demokratik güçlerin çözümlemek zorunda oldukları çelişki budur. Sosyalist devrim hedefine ulaşmak için aşılması gereken bu aşamaya, bu devrimin asgari programına bilimsel terminolojide Milli Demokrat Devrim denir. Bu asgari programa grupçu zihniyetlerle başka isimler verenler de vardır. Ama programın içeriği ve hedefleri aynıdır. Bağımlı kapitalist ilişkilerinin hâkim olduğu toplumumuzda, emek sermaye çelişkisi temel nitelik taşımakla birlikte ikinci durumdadır. Bugün, gerçekleştirmekle yükümlü olduğumuz devrimin gündeminde olan görev, tam bağımsızlığın (siyasî, ekonomik, kültürel vb.) gerçekleştirilmesi, Türkiye’nin emperyalist dünya sistemi içinde sömürülen ülke durumuna son verilmesidir. Feodal ilişkilerin tasfiyesi, feodal sömürü altındaki köylülerin özgür vatandaşlar düzeyine çıkartılması, tüm antidemokratik üst yapı kurumlarının kaldırılması, yerlerine gerçekten demokratik kurumların konmasıdır. Bütün bunlar bir devrim meselesidir. Bu devrimci görevlerin yerine getirilmesiyle, toplum sosyalist devrim aşamasına varmış olacaktır. Elbette ki bu iki devrim arasında bir Çin Seddi yoktur, içiçelik söz konusudur.

Ancak, hedefi, stratejiyi tespit etmek yetmez. Bu hedef belirlendikten sonra, hedefi vurabilecek tüm güçlerin katkısını sağlamak birleşebilir tüm güçleri bir araya toplamak görevimizdir. Gerçekleştirmekle yükümlü olduğumuz Türkiye devriminin başarılı olabilmesi için kuvvetler dengesini doğru değerlendirmek sorumluluğundayız. Yani harekete hazır ve potansiyel devrimci güçler nelerdir, bu güçlerin mücadele olanakları nelerdir; emperyalizme karşı savaş halinde olan tüm güçlerin uluslararası dayanışması ne durumdadır, buna karşılık, karşı-devrimin gerçek gücü nedir, emperyalizm ve işbirlikçilerinin savaş hileleri nelerdir, kurdukları tuzak kaç çeşittir, bütün bunlar bilinmeden, değerlendirilmeden devrimci savaş verilemez. Dünyanın hiç bir yerinde de verilememiştir. Devrimci mücadelenin zaferi sübjektif isteklerin çok ötesindedir.

Dünya açısından düşüncelerimizin açıklanması da budur. Burada “Sovyet-Çin çatışması” diye adlandırılan olgu ile ilgili görüşlerimizi açıklamak istiyorum.

Türkiye Merih’te değil yeryüzünde bir ülke olduğuna göre, dünyadaki her gelişimi, sorumluluğunu duyduğumuz devrim açısından incelemekle yükümlüyüz. Biz, sorunlara özellikle gerçekleştirmekle yükümlü olduğumuz Türkiye devrimi açısından bakmaktayız. Hazır reçetelerle hiç bir yerde devrim olmamıştır ve olamaz. Türkiye’nin somut durumunu en iyi ve birinci elden bilmek ve bu somut durumun tahlilinden kaynaklanarak bilimsel sosyalizmi yaratıcı bir ruhla ülke şartlarına uygulamak, Türkiye’de devrim isteyenlerin sorunu ve görevidir. Bu da bilimsel sosyalizmin evrensel gerçeğinin ülkenin somut pratiği ile birleştirilerek yapılabilir. Proleter devrimci tavır budur. Hazır reçeteci her iki akım da “doğru tektir, benim safımda yer almalısın” diyor. Hayır. Doğru tavır, sorunlara gerçekleştirmekle yükümlü olduğun devrimin yararları açısından bakmaktır. Eğer ülke sorunları üzerinde düşünmek yerine hazır reçeteleri devralmak ile devrim olsa idi herhalde dünyanın siyasî coğrafyası çok farklı olurdu.

Her iki ülkenin de hataları olabilir ve bu hataları gerçekleştirmekle yükümlü olduğumuz devrim açısından zorunlu ise eleştirilir. Proleter enternasyonalizmine ağırlık vermekten uzak tavırları eleştirilir. Ülkenin devrimi açısından dersler alıcı ve eleştirici tavrı sürdürmek ihmal edilmeyecek bir görevdir. Bu tavrı sürdürürken sosyalist toplum içindeki çelişkileri doğru değerlendirmek gereklidir. Bu eleştiri konularının ülke içinde kaynaklarının olmadığını iddia etmek bilimsel bir tavır değildir. Sovyetler Birliğini baş tehlike ilan eden ve ona “sosyal emperyalist” etiketini takan Çin dış politikasının, Çin içinde sınıfsal kaynaklarının olmadığını zannetmek bilimsel tavır değildir. Ve bizi yanlışlara sürükler. Bunu yapmazsak, Angola, Şili olaylarını, Vietnam’dan adaların talep edilmesini, doğru değerlendiremeyiz. Öze değil, biçime önem veren ve Sovyetler Birliğini “gelişen tehlike” ilan eden “Üç Dünya” teorisinin mekanikliğinin kökenini kavrayamayız. Parti kavramını hiçe sayarak tüzükte Mao’dan sonra Lin Piao’yu halef gösteren davranışı, sonra aynı Lin Piao’yu “40 yıllık revizyonist hain” ilan eden düşünceyi kavrayamayız.

Aynı şekilde, Sovyetler Birliğinde bürokrat ve teknokratların yönetimdeki etkinliğini göz ardı etmek, bunun SSCB’nin politikasına hiç yansımadığını ilan etmek metafizik bir anlayıştır. Bugün SSCB’nin 1953 yıllarına kadar sürdürülen proleter enternasyonalist tavrın, aynı duyarlılıkla devam ettiğini ileri sürmek mümkün değildir. Son Lübnan olaylarında, FKÖ’nün desteklendiği ilan edilmekle birlikte, Suriye’yi tümden elden kaçırmamak için Filistin ve Lübnan halkının davasına, Angola’daki duyarlılıkla eğilindiği söylenemez.

Geri kalmış ülkelere önerilen, barış politikası, barışçıl geçiş, kapitalist olmayan yol teorileri üzerinde görüşlerimiz yeterince kamuoyu tarafından bilindiği için durmak istemiyoruz. Ve her ülkenin devrimi öncelikle o ülkedeki devrimcilerin sorunudur ilkesini tekrarlamakla yetiniyoruz.

Niyetimiz burada sosyalist dünya içinde yer alan her iki ülkenin hata-sevap cetvelini çıkarmak değildir. İş yapılan yerde hatalar da olur. Sistemleşmemiş hatalar ve çizgi haline gelmemiş hatalar düzeltilir. Bu sorun öncelikle, bu ülkelerin proleter devrimcilerinin sorunudur. Ve onlar en az, pek çok lafazandan daha duyarlıdır bu konuda. Bir sosyalist dünyayı ele alıp yaptıklarını mutlak doğru veya mutlak yanlış diye damgalamak yanlıştır. Mutlaklık bilime aykırıdır. Mutlak doğru, sadece tüm deneylerden yararlanarak; sosyalizmin bilimini ülke şartlarına yaratıcı bir ruhla uygulamak ve hedef şaşırtma durumlarına düşmeden, mızrağın ucunu baş düşman ABD emperyalizmi ve onun müttefiklerine doğru çevirmektir. Biz, buna “Ho Şi Minh tavrı” diyoruz.

Tekrar da olsa “Ho Şi Minh tavrı” dediğimiz dünya devrimci işçi sınıfı hareketindeki ideolojik bölünme konusundaki tutumumuzu özetleyelim. Tutumumuz şudur: Hiç kimseyi (hangi örgüt, grup ya da şahıs olursa olsun) Marksist eleştirinin üzerinde tutmamak; Kulağa ne kadar devrimci gelirse gelsin, beyanlara değil, somut davranışlara önem vermek; Bilimsel sosyalizmin bütün insanlığın hizmetinde bir hazine olduğunu, kimsenin hiç bir “merkez”in onu tekeline alamayacağını bilmek, hazır devrim reçetelerine bel bağlamamak; Proleter enternasyonalizmine bağlılık, bu alanda payımıza düşeni yapmak, iktidarda veya muhalefette bütün dünyadaki devrimci hareketlerle, özellikle emperyalizmle doğrudan doğruya savaşan devrimci hareketlerle dayanışma; Sorunları kendi devrimimiz açısından koymak, devrimci eylemimizin gerektirmediği kısır polemiklerden, bizantinizmden kaçınmak; Sosyalizmin bilimini yaratıcı ruhla Türkiye gerçeklerine uygulamak, böylelikle devrimci çizgimizi saptamak, bu çizgiyi aynı yaratıcı ruhla yığınların eylemine çevirmek.

Buna Ho Şi Minh’in vasiyetnamesinde belirtilen “uluslararası devrimci hareket içinde bilimsel sosyalizm ve proleter enternasyonalizmi temeli üzerinde birliğin yeniden kurulması için” bize düşeni yapmayı görev saydığımızı da ekleyebiliriz.

Bu tavrı gütmek ve gerçekleştirmekle yükümlü olduğumuz Türkiye devriminin sorunları üzerinde düşünmeyi iki “merkez”den birine bırakmamak tavrı, bazılarının dediği gibi, “iki sandalye arasında oturanın ilkesiz birlikten yana tutumu” değildir.

Bu, hem kendi ülkesinde devrimin, hem dünya devriminin sorumluluğunu taşıyanın devrimci tutumudur.

Mahkemeler Pratiği

5) İllegal tecrübesi olmayan, gerçek proleter devrimci partisi disiplininden geçmemiş olan, gençlik hareketinden gelme, çoğu küçük burjuva kökenli gençlerin polis ve kontrgerilla terörü altında davranışları her zaman örnek devrimci davranış olmamıştır. Bazı gruplarda poliste konuşmak kural haline gelmiştir. Elbette devrimci onurun emrettiği biçimde davranışlar olmuştur. Bu davranış içinde olanlardır, Türkiye’de proleter devrimci hareketin gerçek temsilcileri.

Örnekleriyle bu konuyu buraya getirmek, yanlış anlamalara neden olabilecektir. Onun için geneliyle meseleyi koymak daha doğrudur. Yalnız bilinmesi gereken bir konu şudur: 12 Mart döneminde poliste, mahkeme ve cezaevlerinde yapılan yanlışların doğru bir değerlendirilmesi, eleştiri ve özeleştirisi yapılmamıştır. Önemli gruplar içinde yer alıp, hâkim sınıfların bilmemesi gereken hiç bir şeyi söylememiş olanlar, doğru devrimci tavırla her zaman karşılanmamış, tersine yalnızlığa itilmiştir. Bu sağlıksız tutum taban kuyrukçuluğunun sonucu olmuştur.

Başlıca Üç Akım

6) Bugün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de solda belli başlı üç akım olacağa benzer. Biri, sosyalizmin bilimini yaratıcı ruhla Türkiye gerçeklerine uygulama ve doğru devrimci çizgiyi saptama çabasında olan, ayağı Türkiye toprağına basan, esas gücünü işçi sınıfının ve yoksul köylünün en bilinçli ve aktif kesiminden sağlayan proleter devrimci akım. Bu akımın güçlü bir siyasî akım alarak tarihsel gelişmeye damgasını vurması kaçınılmazdır.

Bunun yanında siyasî çizgisini hazır reçeteler halinde iki sosyalist merkezden birinden devralma rahatlığı içinde olan iki akım var, özünde kendi emekçi halkına güvensizlikten gelme dışarıdan çalınan havaya ayak uydurarak oynama tutumudur bu.

Bu iki dogmatik çizgiden bağnaz Pekin’ci çizgi yeterince Türkiye’de sergilenmiştir. Diğeri yani mülteciler ise yeni yeni eleştiri konusu olmaktadır. Buna neden Türkiye’den kaçıp giden bu ekibin önce “Dış Büro” adı altında çalışırken şimdi Türkiye tarihinin ilk partisinin adına iddiacı bir şekilde sahip çıkmaya çalışması ve kendini Türkiye işçi sınıfının öncü örgütü alarak sunmasıdır. Bu iddiacılıktan başka bir anlam taşımaz. Türkiye’ye kırk yıl ayak basmayanların, kırk yıl daha faşizm sürse Türkiye’ye ayak basmayı düşünmeyecek olanların mülteci kimliğinin dışarıdan maval okuma tavrı, uzlaşmacı, siyaseti ve reformcu ideolojisi her alanda teşhir edilmelidir. Proleter devrimci geçmişi tahrif etmeye kalkmaları önlenmelidir. Türkiye gerçeklerinden kopuk, sosyalist ülkenin işçi sınıfının alın terini heba etmenin utanmazlığı içinde olanların kendilerinin dışında herkese çamur atma, dışarıdan maval okuma tavrı, güreşçileri çayır kenarından seyredenin, kendini hem güreşçi yerine koyup hem çayır kenarından akıl öğretmeye kalkışma tavrıdır. Onun “savaşkan”lığı bu kadardır, fazlası değil. Elbette ki bunların tek eleştirilecek yanı, zor dönemde Türkiye’den kaçıp gitmeleri değildir. İdeolojileri son çözümlemede reformist, siyasetleri uzlaşmacıdır. Türkiye’nin somut gerçeklerinden kopuktur. 12 Mart deneyine rağmen hala Türkiye’de bir Portekiz Olayı bekleyebilmeleri bu kopukluğun doğal sonucudur.

Bir de şu iddiayı cevaplayalım: “Bunların adı belli, ayrıca enternasyonal oturumlarda da tanınıyorlar. O halde tavrımız olumlu olmalıdır” deniyor.

Bu, ülke içinde Türkiye solunun çeşitli bölünmelerinden bıkıp kenara çekilmek isteyenin tavrı olduğu kadar tarihsel gerçekleri bilmeyenlerin de tavrıdır. Soruyoruz: Küba’da bir zamanlar uluslararası toplantılarda temsil edilen, KP yok mu idi? Vardı. Ve Küba’da devrimi bu partinin “maceracı” diye nitelendirdiği insanlar gerçekleştirdi. Cezayir’de KP, küçük burjuva milliyetçilerinin Fransız emperyalizmine karşı Milli Kurtuluş Savaşını başlattığı zaman, öncülüğü ele alacak mücadele içinde olmak bir yana harekete ters düşen bir tutum takınmadı mı? Bu partinin adı KP değil miydi ve uluslararası planda temsil edilmiyor muydu? Örnekleri çoğaltabiliriz.

Demek ki KP adını kullanmak ve uluslararası alanda temsil edilmek gerçek devrimci öze sahip olmanın kanıtı olamıyor.

Mültecilerin yetkililerinden A. Saygan “Fransız Komünist Partisi bizi parti olarak davet etti ve bizimle sorunlarımız üzerinde görüştü. Bu da gösteriyor ki FKP’si bizi Türkiye işçi sınıfının tek temsilcisi saymaktadır” diyor. Bu komedidir. Türkiye işçi sınıfının öncü örgütünü belirleyen FKP’sinin daveti ve kabulü değildir, olamaz. Olacağını zannedenler tarihi yanılgı içindedirler.

Mültecilerin gülünç iddialarını proleter devrimci geçmişi tahrif eden sahteciliklerini ve görüşlerini EMEKÇİ’de sergiledik. Ekleyecek fazla bir şey yok. Türkiye proletaryasına dışarıdan öncü kabullendirmek tavrı her zaman geri tepmeye mahkûmdur.

Türkiye solunda bu iki siyasî çizginin yanında, bir küçük burjuvalar ülkesinde kaçınılmaz olarak var olacak ve militanın partili karakterini görmezlikten gelen, küçük burjuva kökenli gençlik çevrelerinin keskin “sol lafazanlığa” itibar eden, emekçi halktan kopuk yanlış eğilimleri de vardır.

Partisiz devrimci militan olabileceğinden kaynaklanan bu sonuncu akımın olsun, gerçekleştirmekle yükümlü olduğumuz devrimin sorunları üzerinde düşünmeyi, başka merkezlere bırakan dogmatik akımların olsun, uzun vadede etkinliği olmayacaktır.

Biz bu akımların dışında da, bugün bölünmelerin olduğu ve bu bölünmelerin gereksiz olduğu görüşündeyiz. Onun için ortak bir siyasî çizgi çevresinde birleşmesi olanaklı tüm gruplarla, birlik doğrultusunda diyaloğun sürdürülmesinden yanayız. İçinde bulunduğumuz kargaşalık döneminin birliğe gebe olduğunun bilincindeyiz. Çabamız bu güç görevi süreç içinde gerçekleştirmek yolundadır.

Faşizm Konusu

7) Bugün özellikle gençlik çevrelerinde bu konu tartışılmaktadır, faşizmin değerlendirilmesi. Yani açık mı gizli mi? Tırmanıyor mu tırmanmıyor mu? Faşist diktatörlük mü, değil mi?

Devrimcilerin zamanlarını bu konuların tartışılması ile geçirdikleri bir Orta Anadolu ili, devrimcilerin en az onda biri kadar militanı olan faşistler tarafından işgal edilmiş gibidir. Bu konular tartışılmasın mı istiyoruz? Hayır. Doğru teşhis konsun sonra mücadele ona göre yapılsın görüşüne karşı mı çıkıyoruz. Elbette ki hayır. Ancak bunlar tartışılırken faşistlerle gerekli mücadeleye geçilsin. Tartışmaların sonucu pratikle denetlensin. Bu yapılmadığı sürece devrimci hareketin militanı mıyız, yoksa aydınlar kulübünün üyesi miyiz ikilemi çıkar karşımıza. Biri devrimciliğe diğeri pasifizme götürür bizi. Biz şöyle diyoruz:

Türkiye bir dönüm noktasındadır. Demokratik güçler toplumu gerçek demokrasiye ulaştırma çabası içindedirler, faşist cephe parlamenter faşizmi yerleştirmek çabası içindedirler. Siyasî cinayetlerin, çeşitli tertiplerin, burjuva parlamenter kurallara bile ters düşen davranışların açıklaması budur. Burada demokratik güçler için tek yol vardır: Faşizme karşı -mücadelenin emperyalizme karşı mücadeleden ayrılmayacağının bilincinde olarak- omuz omuza durmak. O halde slogan: Faşizme karşı omuz omuza!

Gelecek Devrimcilerindir

8) Türkiye’de demokrasi cephesi faşist cepheden daha güçlüdür. Ayrıca uluslararası güçler dengesinde, demokrasi kuvvetleri ağır basıyor. Bu koşullarda gelecek devrimci güçlerindir. Ancak bunu tespit etmek yetmez, kitleleri faşizme karşı mücadelede yönlendirecek, partinin teşkilatlandırılması sorunu gündemdedir. Karşı devrimin bütün tertiplerine karşı, mücadeleyi çeşitli mevzilerde verebilecek bir partinin teşkilatlandırılması çözümlenmeden devrimciler sadece bir potansiyele güvenmenin rahatlığı içinde olamazlar

Solun bölünmüşlüğüne rağmen, günümüzde devrimci çizgi ile reformist çizgilerin yoğun bir ayrışması yaşanmaktadır. Bu koşullarda gelecek devrimcilerindir. Yeter ki buharın tamamını bağımsızlık ve demokrasi pistonunun arkasında toplayabilelim ve piston olanca gücüyle bassın.

Kaynak: “TEP (Türkiye Emekçi Partisi) MYK Üyesi M. Lütfi Kıyıcı, ‘Halktan Yana Her Değişiklik Mutlaka İşçi Sınıfının Damgasını Taşıyacaktır’ “, Sol Kendini Anlatıyor, Nihat Behram, May Yayınları, Ocak 1977, ss. 35-51.