Cem Nazif Ayçiçeği
Doğada her canlının bilimsel sınıflandırmalarda kullanılan bir biyolojik adı var. Günümüz çağdaş insanı ise homo sapiens olarak biliniyor ve cinsinin en eski fosil örnekleri ise 400 bin yıl öncesine kadar gidiyor.
Homo sapiens, yani modern insan önceleri doğadan toplama ile yaşamını sürdürüyordu. Yaklaşık 10 bin yıl kadar önce ise hayvanları evcilleştirerek ve tohumları kültüre alarak tarım dönemine geçti.
Toplama döneminde homo sapiens popülâsyonunun, yani insan nüfusunun, besin maddeleri sınırlaması nedeni ile 5-10 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor. Bugünkü nüfusumuzun kabaca binde biri.
10 bin yıl önce başlayan tarım devrimi sonucu insanoğlu hayvanları ve tohumları kültür altına alarak gıda temininde ilerlemeler sağladı ve İsa’nın doğum yılı itibarı ile yani bundan iki bin yıl önce sayısal olarak yaklaşık 300 milyona erişti. Bu rakam, 2000’deki nüfusumuzun yirmide biri.
Endüstriyel toplum başlangıcı olan 1750’lerde ise insan nüfusu 800 milyon civarında hesaplanmakta. Nüfusumuz 1800’de milyara erişti. Yaklaşık 70 yıl önce iki milyar olan nüfusumuz 40 yıl önce 3 ve 25 yıl önce 4 milyar oldu. BM ise 12 Ekim 1999’da 6 milyarıncı insanın doğduğunu dünyaya duyurdu. 7 milyarıncı bireyi ise 2012 yılında bekliyoruz.
Tarım ve endüstri teknolojilerinde dönüşümler nüfus varlığımızda önemli artışlara neden olmuştur. Özellikle endüstriyel dönemde bilimin yaygınlaşması ile yaşam koşulları iyileşmiş, tıp ve ilaç sanayinde önemli gelişmelerle ilk ve ortaçağların afet haline dönüşen bulaşıcı hastalıkları kontrol altına alınmıştır. Ayrıca geliştirilen tarım teknolojileri gıda açısından doğaya bağımlılığı azaltmış ve endüstri devrimi mekanizasyon, sulama, gübre ve ilaç yolu ile tarım teknolojilerinin sıçrama yapmasına neden olmuş ve verimde önemli artışlar sağlanmıştır. Bu dönemin sonları ve bilgi çağının başlangıcı ile beraber tohumda ıslah çalışmaları ve günümüzde de gen mühendisliği, fertigasyon (damla sulama ile bitki besin elementlerinin bitkilere ihtiyaç duydukları zaman ve oranda verilmesi) gıda üretim artışında önemli rol oynamıştır. Bunun yanı sıra ulaşım ve haberleşmenin gelişmesi ile de üretimin çok olduğu bölgelerden kuraklık, sel, yangın ve benzeri afet olan bölgelere gıda akışı sağlanarak dağılım da önemli ölçüde iyileştirilmiştir.
Yani insan teknoloji ile doğal sınırları aşmış ve varlığını nüfus olarak çoğaltmayı sağlamıştır.
1999 itibarı ile günde yaklaşık ortalama 240 bin kişinin doğduğunu ve 140 bin kişinin öldüğünü hesap ediyoruz. Her doğan insanın beslenme, barınma, eğitim, sağlık gibi ihtiyaçlarının karşılanması gerektiği dikkate alınırsa mesele dünya kaynaklarının bu artışı sonsuza kadar karşılayıp karşılayamayacağı noktasında düğümlenmekte.
BM nüfus fonu uzmanları eğer gerekli önlemler alınırsa 2050 yılında dünya nüfusunun 7,9 milyarda sabitleşeceğini belirtiyorlar. Tabii ki doğa bu kadar insana hava, su ve gıda olarak yaşam ortamı sağlamaya devam ederse! Burada bence önemli diğer iki konu ise öncelikle insanın değişimini hızlandırdığı doğal yaşam ortamına genetik uyumu ile uzaya dönük çalışmaların insanoğluna uzun dönemde yaşam ortamı ve kaynak olarak getirileri. Bu konular da bir şeyler söylemek için henüz biraz erken gibi.
Ülkeler arasında önemli farklılıklar olmasına rağmen dünyamızdaki insanların yaklaşık yarısı 25 yaşın altında. Yaşam şartlarının iyileşmesi ile ortalama yaşam 1950’de yaklaşık 45 civarında iken bugün 65’e çıkmış durumda. 1970’lerde yıllık yüzde 2,4 olan nüfus artış hızı 2000 öncesi ortalama olarak yaklaşık % 1,3-1,5’e gerilemiş durumda.
Fakir bölgelerin önemli doğal kaynak sorunları ile baş başa olduğu ise yabancısı olduğumuz bir sorun değil. Yaklaşık bir milyar insanın en temel yaşam ihtiyaçları karşılanamıyor.
Nüfusun % 80’ i gelişmekte olan ülkelerde yaşıyor. Bunların yaklaşık üçte ikisinin temizlik sorunu var ve üçte birinin temiz içme suyu, dörtte birinin uygun barınma ve beşte birinin çağdaş sağlık hizmetlerine erişimi yok.
1766-1834 yılları arasında yaşayan Thomas Robert Malthus ise insan nüfusu ile doğa arasındaki dengeyi konu alan Nüfusun Temelleri (1798) adlı makalesinde insanın yaşamak için gıdaya bağlı olduğunu, insanın çoğalma hızının gıda artış hızından yüksek olduğunu, bu iki gücün dengede olması gerektiğini ve insan kendi artışını sınırlamadığı ve gıda aynı ölçüde artmadığı için insan lehine bozulan dengenin açlık, hastalık, yoksulluk ve savaş gibi önleyici faktörlerle dengeye geleceğini belirtmiştir. Yayınlandığı günden bu yana nüfus ile ilgili tartışmalar hep Malthus’un bu yaklaşımı çevresinde olmuştur.
Bugün Malthus’un yaşadığı dönemden farklı olarak çağdaş yaşamın getirdiği gittikçe yaygınlaşan bilinçli bir aile planlaması mevcut, ancak bu Ekim 1999 itibarı ile eriştiğimiz 6 milyar nüfusumuzun, tüketim çılgınlığımızı destekleyen teknolojiler de dâhil olmak üzere, doğal kaynaklar üzerindeki baskısını azaltmaya yetmiyor.
Yani nüfus artışı ve yoğun sanayileşme ile yaşam ortamımız olan doğal çevrenin yok olması veya bozulması arasındaki ilişkiyi her durumda analiz etmek ve geleceğe yansımalarını ortaya koymak zorundayız. Zira insanlık her soruna bir çözüm geliştirmekte, fakat bunun maliyetini hep geleceğe fatura etmektedir.
Sera etkisi yapan gazların iklim üzerindeki etkileri yeni yeni netleşmeye başlamıştır. Ozon tabakasının delinmesinin neden olduğu sağlık sorunları bir yana artan ortalama sıcaklık dünya iklim dengelerinde önemli değişmelere neden olmaktadır. Çok net olarak ortaya konulamamakla birlikte bu iklim değişmelerinin yağış dağılımı, rüzgâr hareketleri ve hatta yer kabuk üzerindeki etkileri sonucu tayfun, hortum, sel gibi afetlerin etkilerini arttırdığı düşünülmektedir.
Küreselleşme ile beraber tüm dünya insanlarının televizyonlarına anında yayılan afet görüntüleri çevre ile ilişkilerimizde bir şeylerin iyiye gitmediğine işaret eder gibidir.
Bunlara ek olarak yok olan tropik ormanlar, artan erozyon ve gittikçe azalan ve kalitesi düşen toprak varlığı, gittikçe kötüleşen su dengeleri, yeraltı sularının kirlenmesi ve tuzlulaşması, nükleer kazalar, yok olan canlı türleri, yaygın fakirlik, AIDS, bir şeylere işaret eder gibidir.
Uzmanlar AIDSin çok hızlı yayıldığını ve uzun vadede nüfus artış hızını üçte bir oranında azaltacağını hesaplıyorlar. Her dört yetişkinden birinin AIDS’li olduğu Botswana’da 1980’de 61 olan ölüm yaşının 21 yy öncesinde 47’iye düştüğünü ve 2005-10 arasında ise 40’lara gerileyeceğini tahmin ediyorlar.
20 yy gittikçe artan nüfus ve ölüme karşı sağlık yüzyılı oldu. 21 yy ise gerek doğal kaynak olarak sınırlanan yaşam ortamı ve karşısında sürekli kaybettiğimiz doğaya uyum, gerekse bilinçli olarak nüfus kontrolüne dönük olacak gibi. Homo sapiens’in bir tür olarak doğa üzerindeki popülâsyon baskısı (kişi başına tüketim yoğunluğu ve teknolojik etkiler dâhil) çok tartışılacak önümüzdeki yıllarda ve tabii ki bol bol da Malthus anılacak.
Genç yaşta yitirdiğimiz, sevilen ve popüler şairlerimizden Cahit Sıtkı Tarancı (1910-1956) … Geç fark ettim taşın sert olduğunu./su insanı boğar, ateş yakarmış! … diyor ‘Otuz Beş Yaş’ adlı şiirinde.
‘İnsan için geç kalmak normal görülebilir, ama insanlık için geç kalınmamalı! Doğanın, yani yaşam ortamımızın tahribi karşısında herkesin yapabileceği bir şeyler olmalı!’, diye düşünüyorum.
Siz! Ya siz! Ne düşünüyorsunuz? Neler söylemek isterdiniz?
• İsrail’de Yaakov Barha tarafından çıkarılan Gelişim Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi’nde (Ocak 2000, no. 12) yayınlanmıştır.