Orhan Yalçın Gültekin

Ölümüne açlık grevlerine karşı devletin yürüttüğü sözümona hayata dönüş operasyonunda yaşamını yitiren arkadaşımla ilgili duygularımı anlatmaya çalıştığım yazımdan sonra bu konuda hiçbir şekilde kalem oynatmama düşüncesindeydim. Ancak alternatif haber bombardımanı üzerine iki tane yazı yazmak zorunda kaldım. Bu yazılar, olaylarla ilgili düşüncelerimi yansıtmaktan uzaktı; yalnızca şu alternatif haberlerin iç tutarsızlığını ve gazetecilik adına yapılan karşıt yazıların yanlılığını, sıcağı sıcağına açığa çıkartmak amacını güdüyordu. Yalaka habercilik ne kadar tehlikeliyse, angaje habercilik de o kadar rahatsız ediciydi. Önemli bir kısmı doğru çıkabilecek (Ulucanlar örneğinde olduğu gibi) haberler, ne yazık ki güme gitti. İman etmişler dışında alternatif haberleri hakkınca okuyan oldu mu?

Uzun süreli tatil, yakalandığım gribe karşın, kendimi toparlamamı ve listemize yağan sağlı-sollu yorumlar üzerine düşünmemi olanaklı kıldı. Her yazılana tek bir yazıda topluca yorum getirmek yerine, bazı başlıklarla kısa kısa değinmeyi yeğledim.

Kılavuzu Kemal Sunal filmleri olanın

Bayramda, bilmem kaçıncı kez yayınlanan ve benim de bilmem kaçıncı kez izlediğim bir Kemal Sunal filmi [Yüz Numaralı Adam (1978)], gündemin üzerine ilaç gibi geldi.

Filmde, ana-babası ve iki erkek kardeşiyle birlikte oturan, kahramanlık romanlarına meraklı bir genç, kalitesiz temizlik maddelerinden dayanıksız dayanıklı tüketim maddelerine, ve oradan da Veli Göçer binalarına rahmet okutacak türde konut yapımına kadar her türlü melanetle uğraşan bir çetenin reklam yıldızı olur. Süreç içinde gerçekleri gören kahramanımız itiraz edince kendisine hediye diye verilen konut, otomobil vb. her şey elinden alınır. Çete, daha da ileriye gider ve kahramanımızın ailesiyle birlikte yaşadığı konutu da ellerinden almaya kalkar. Bu artık bardağı taşıran damla olmuştur ve kahramanımız ve ailesi direnmeye karar verir. Direnme yöntemi olarak seçtikleri, evleri kendilerine verilmez ve gerçekleri kamuoyuna açıklamaları sağlanmazsa kendilerini yakmaktır.

Kahramanımız, üzerine benzin döktürür. (Kahramanımız, üzerine dökülenin aslında benzin değil su olduğunu daha sonra anlayacaktır. O kadar benzini kim kaybetmiş de garibanlar bulsun!). Babacan komiser (Reha Yurdakul), operasyonu sürekli erteler; çetenin içinde yeralan sevgili (Oya Aydoğan) çeteden kopar ve TRT kameralarını olay yerine götürür. Kahramanımız, olan biteni bütün açıklığıyla anlatır. Zaten herkes de onu desteklemektedir. Foyaları ortaya çıkan çete elemanları, bir de kahramanımızdan dayak yer ve adalete teslim edilirler. Film, mutlu sonla biter.

DHKP-C önderlerinin de söz konusu Kemal Sunal filmini, benim gibi defalarca izlediklerini, ama benim tersime bir hayli etkisinde kaldıklarını düşünüyorum. Oysa ki gerçek yaşamda, ne öyle etkili babacan komiserler, ne de gerçeğin açığa çıkmasını bekleyen kitle iletişim araçları var. Hoş öyle kitle iletişim araçları olsa da, izin verecek devlet nerede?

Öte yandan, bizzat Kemal Sunal değil miydi, “iktidarlar, benim filmlerim sayesinde ayakta duruyorlar” diyen?

Kılavuzu Kemal Sunal filmleri olan, ya kendini yakar ya da operasyonlarda telef olur.

03 Ocak 2001 – 13:17:52

Gezmiş, Sands ve Guevara

Ölümüne açlık grevine katılanlar ve kendilerini yakanlar, Deniz Gezmiş, Bobby Sands ve Ché Guevara’yla kıyaslanıp bazılarımızca aynı kategoriye koyulduklarına göre, her türlü onura erişmiş oluyorlar.

Oysa gerçekler başka şey söylüyor.

Denizler ve Mahirleri, sahtelerinden ayıran ve farklı kılan yönleri, düşüncelerini yaşama uygulamış olmalarıdır. Bu savaşımlarında yenildiler, ama bu farklılıkları bugün bile onlara saygı duyulmasını sağlıyor.

THKP-C’nin devamı olduğu savıyla yirmi küsur yıldır Türkiye gündemine yerleşenlerin, ne yapıp ne yapmadıkları ise ortada. Kendi gruplarını bir mülteciler ve tutsaklar grubuna dönüştürdüler. Tüm siyasaları bu konumu sürdürmek ve yaşatmak oldu. Ne pahasına? Hiçbir zaman kazanılamayacak haklar karşılığında kendi militanlarının kanı, canı pahasına.

Denizler ve Mahirler, gerçek önderlerdi.

Deniz, Yusuf, Hüseyin, yakalandıklarında, dışarıdaki arkadaşlarından, sürdürülecek eylemleri kendilerinin kurtarılması üzerinde yoğunlaştırmamalarını, kendilerinin konumlarını dikkate almadan savaşımı sürdürmelerini istemişlerdi. Dışarıdaki, “pratik açıdan doğru olan”ı yapmadılar; yüreklerinin götürdüğü yere gittiler, Kızıldere’ye…

Önce Ché Guevara, sonra Sinan Cemgil, kendileri ateş menzili dışındayken, yaralanan arkadaşlarını kurtarmak için geri dönmüşler ve arkadaşlarını kurtarmak için yaşamlarını vermekten çekinmemişlerdi. Onlar da “pratik açıdan doğru olan”ı yapmadılar.

Onlar en öndeydiler; yapılması gereken neyse önce kendileri yaptılar ve örnek oldular. Ve onlar, yaptıkları her şeye sahip çıkacak kadar onurluydular.

Onlarla karşılaştırılması gerekenlerin bir kısmı şu an Avrupa’nın bilmem hangi kentinde, yeni siyasalar üzerinde çalışıyorlar. Kâh yakma eylemine sahip çıkıyorlar, kâh suçu devletin üzerine atıyorlar.

Siyasal savaşımlar tarihinden öğrendiğim şudur ki, her hangi bir savaşımı, savaşım alanının dışından yönetmeye kalkmak, aptallıktır. Zamanla savaşım, başka bir savaşım haline gelir; aptallık da başka bir şey…

Bobby Sands’a gelince… Sands’ın eyleminin, kabul edilebilir/hoş görülür bir tarafını bulmaya çalışmak, doğru değil. Siyasal sonuçları ne olursa olsun doğru değil. Sands’ın eylemi, bu eylemin İrlanda halkının ruhunda yarattığı fırtına ve savaşımın ivmesinin yükseltilmesi ve kazanımlar sağlanmasına verdiği katkı ne olursa olsun, doğru değildi. Cesaretle çılgınlık, çılgınlıkla cinnet arasındaki çizgiler, ancak bu çizgilerin önemini bilmeyenler için incedir.

Cesaret, çılgınlık ve cinnet

Açlık grevleri, bir protesto biçimi, bir tavır alış ve dikkat çekme eylemi olarak yıllardır kullanıldı.

Ölümüne açlık grevleri, bir çılgınlıktır. Olmayacak duaya amin deme gibi bir siyasal dargörüşlülükten yola çıkan bir restleşme tavrı, bir chicken-game’dir; bir tarafın kendi yaşamını ortaya koyduğu, diğer tarafta kayıtsızlığın bulunduğu bir chicken-game.

Kendini yakma eylemi ise bir cinnet eylemidir. Bu eylemin uzun bir zamana dayalı hazırlanma süreciyle birlikte düşünüldüğünde ne tür bir psikolojik rahatsızlığa denk düştüğünü psikologlar açıklarsa sevinirim.

Ve canlı bomba

O zaten ölmüştü! Pimi çekmeden ya da mekanizmayı harekete geçirmeden önce.

Kamikazelere öykünmek, çocukluk zamanımızın bir özelliği diye düşünürdüm hep. Cehaletin getirdiği bir cesaret (mi acaba?). Yoksa cinnete varan boyutta bir kendini adamışlık mı? Cinnet, bu kadar soğukkanlı olabilir mi?

04 Ocak 2001 – 20:05:21

Bir kaç not

04 Ocak 2001 tarihli yazıma yöneltilen eleştirilere verilecek ayrıntılı bir yanıt, bu listenin kapsamını aşacağı için sadece birkaç noktayı vurgulamak istiyorum.

* Benim açımdan Gezmiş, Guevara, vb.’ne benzetilmek onur vericidir. Bu, benim kişisel yaklaşımım.

* Kapitalizmin, devrimci önderlerin içeriklerini boşaltarak zararsız ikonalar durumuna getirme çabaları konusundaki değerlendirmeye katılmamak olanaksız. Bu yüzdendir ki, o içeriği ortaya koymak gerekiyor.

* Denizler ve Mahirler hangi düşüncelerini yaşama geçirmişler? Dost-düşman tanıktır; bilmemek ise ayıp!

* 12 Eylül’de, bir kısım insanın yurtdışına çıkıp ortalığın durulmasını beklemek gibi bir kararı vardı. Bir kısım insan da yurtdışına gitmeyip teslim olmak için Selimiye Kışlasında sıraya girdi. Başka bazı insanların ise, farklı kararları vardı ve o insanlar bu kararlarının bedelini de ödediler. Olağan koşullarda ülkede kalıp örgütçülük oynamak iyi de, olağanüstü koşullara uygun örgütlenme biçimleri geliştirmek önderlerin görevi değil mi? Olağanüstü koşullarda savaşımı sürdürmenin ya da varolabilmenin biricik yolu yurtdışına gitmek mi?

* Bazı koşullarda değil her zaman, kazanıp kazanmama düşüncesinden bağımsız olarak, onurumuzu korumak için savaşım veririz. Çünkü onurumuzu korumak en büyük zaferdir. Ama bunu korumanın tek/biricik yöntemi neden belirli bir anda yurtdışına gitmek, başka bir durumda ölüme yatmak ya da kendini yakmak olsun? 12 Eylül zindanlarında her türlü işkenceye “vardım, varım, varolacağım” diyip direnenler ama ölümü değil yaşamı seçenler, niye bir direniş seçeneği değil?

* Mülteci önderlikle ilgili savım, özellikle Lenin bağlamında “Sovyet”/”Bolşevik” devriminde mültecilik olgusunun eleştirisinden kaynaklanıyor. Yani biraz tarih okudum ve Lenin, de Gaulle ve Humeyni’nin mülteci önderler olduğunu biliyorum.

* Sands’ın eylemi neden doğru değildi? O, topluma, artık umutsuzluk noktasına gelindiğini anlatmak istiyordu. Yaşayarak çözülecek bir şey kalmadı; yaşayarak direnmenin olanağı da yok. Biz ise, Vietnamlı devrimcilerden öğrendik kaplan kafeslerinde bile nasıl direnileceğini (bknz. Direnme Savaşı). Devrimcilik umutsuzluğun değil umudun ürünüdür. Çıkmadık candan umut kesilmez. Benim öğrendiğim bu.

Öte yandan, bir eylemin doğruluğu-yanlışlığı, haklılığı-haksızlığı, eylemin yol açtığı sonuçla değerlendirilemez. O zaman şehit ailelerinin üzerinden politika yapanların da doğru yaptığını kabul etmemiz gerekmiyor mu? O politika, bir partiyi iktidara taşıdı; o zaman helal olsun onlara!

* Vurgunun ölen insanlara değil, olayın vahametini bildiği halde vurdumduymazlıkla geçiştiren devlete yapılması gerektiği söyleniyor. Ben, devletin nasılsa öyle kavranılmasından yanayım.

03 Ocak 2001 tarihli yazımda, “Oysaki gerçek yaşamda, ne öyle etkili babacan komiserler, ne de gerçeğin açığa çıkmasını bekleyen kitle iletişim araçları var. Hoş öyle kitle iletişim araçları olsa da, izin verecek devlet nerede?” demiştim.

Listeye göndermek için hazırladığım 3’üncü yazımın ilk bölümü olan “Devlet, ah o devlet”te konuyu biraz deşmiştim; ama söz konusu değinmeyi artık listeye göndermeyeceğim.

* “Mülteciler ve tutsaklar grubu”ndan bahsederken, ne “mültecileri” ne de “tutsakları” kişisel olarak küçümsemedim. İnsanların mülteci ya da tutsak olmasıyla, bir örgütün mülteciler ve tutsaklar grubuna dönüşmesi farklı şeydir. Umarım bu fark, anlaşılmıştır.

* Ne ölümüne açlık grevcilerini ne de kendini yakanları, kişisel olarak küçümsemedim ve onurlarıyla ilgili bir şey de söylemedim.

08 Ocak 2001 – 10:44:11