çetin altan

günler kısaldı kısaldı ve şimdi yeniden uzama evresine girdi. geçen yıl da, yine aynı tarihte uzamaya başlamıştı.

acaba tarih bir tekrardan mı ibaret?

yeryüzünde ancak 30-35 bin gün yaşayabilen insanoğluna; “geçmiş”, tekrarlanıp duruyormuş gibi de görünebilir.

oysa “tek değişmeyen şey, değişimdir”…

* * *
değişimdir, tek değişmeyen şey…

kozmos’un oluşumu hakkında çok yeni haberler gelmede astronomlardan…

“çiğne çiğne ömrün biter, o bitmez” türü bir sakıza benzeyen “politika” tatavası dururken; uzay teknolojisindeki büyük aşamalar sonucu, astronomlardan gelen

son haberler de kimin umurunda tanrı aşkına?

ne var ki, kozmos’da yeni galaksilerin doğmakta olduğu haberi; kainat’ın durmadan kendi kendini tazeleyerek değiştiğinin, bir kez daha somut olarak

saptanması… bu da, her yılın son haftasında günler uzama evresine girse de, tarihin tekrarlanmadığını kanıtlamada…

* * *

bizim samanyolu galaksisi içindeki milyonlarca gezegen düzenlerinin en bücürlerinden biri olan güneş sistemimizin; 1848’de en uzak yıldızı sayılan neptün yıldızı, uzayı izlerken değil, masa başında kâğıt üstünde keşfedilmişti.

* * *
astronom le verrier, güneş’in çevresinde, ondan gitgide uzaklaşmış olarak dönüp duran değişik boyutlardaki “gezegenler”in hareket mekaniği ile rota

çizimlerini incelerken; “merkür”, “venüs”, “yer”, “mars”, “jüpiter”, “satürn”, “uranüs”den sonra da bir gezegenin bulunması gerektiğini öngörmüş ve kâğıt üstünde henüz bilinmeyen o gezegenin koordinatlarını saptamıştı.

le verrier’nin kâğıt üstünde yaptığı hesaplar doğru çıkmış ve o açılara göre ayarlanan teleskoplarla bakıldığında, “neptün” gezegeni keşfedilmişti…

* * *
insan aklıyla kozmos arasındaki gizemli bir dudak dudağa gelmenin, muhteşemden de muhteşem bir örneğidir le verrier’nin kâğıt üstündeki saptaması…

o tarihlerde fransa kralı olan louis-philippe, yeni keşfedilen gezegeni görmesi için, uzay gözlemevine davet edilmiş ve kral mavilikler içinde parıldayan yeni yıldızı görünce, ona mitolojideki deniz tanrısı “neptün”ün adını koymuştu.

güneş sisteminin “neptün”den sonraki sonuncu gezegeni “plüton” ise daha sonra keşfedilecekti.

* * *

“neptün”ün keşfedildiği yıllarda osmanlı tahtında sultan abdülmecit oturuyor ve “memalik-i osmani”yi batılılaştırmak için, “tanzimat-düzenlemeler” dönemini başlatıyordu.

sokaklarda tellallar bağırıyordu:

– duyduk duymadık demeyin; bundan böyle gâvura gâvur demek yoook…

ve faytonlarda hoca, papaz, haham yan yana oturtularak, istanbul sokaklarında dolaştırılıyordu.

* * *

derken efendim, sultan abdülmecit’ten sonra kardeşi sultan abdülaziz tahta çıktığında; girit’te çoktan başlamış olan rum ayaklanmalarıyla birlikte, girit sorunu da dallandı budaklandı.

yıl 1867-68… sadrazamlığa bir çıkıp, bir inmekle siyasal hayatı garip bir tahterevalliye dönmüş olan, tanzimat’ın ünlü öncülerinden âli paşa, sonuncu kez yine sadrazam olmuştu.

gençler, sadaret binasının önünde toplanıp bağırıyorlardı:

– girit bizim canımız, feda olsun kanımız…

* * *
her gün tekrarlanan “girit bizim canımız, feda olsun kanımız” korosundan usanmaya başlamıştı sadrazam âli paşa…

sonunda sadaret’in önünde toplanıp bağıran gençlerin hemen askere alınmalarını emretti.

hamasetçi koroları karşılığı, hemen askere alınacaklarını öğrenen gençler, çil yavrusu gibi dağılıverdiler.

* * *
girit sorunu, o zamanlarda da çürütmeciliği sürdüren osmanlı politikacılarının tatavası yüzünden, olmadık dertler açtı sadrazam âli paşa’nın başına…

âli paşa, girit’teki gergin havaları yumuşatmak, dış baskıları da gevşetmek için; ada’ya gitmiş, af ilan etmiş, vergileri azaltmış, bazı kurumlara otonomi tanımıştı.

istanbul’daki muhalifleri ise yeri göğü inletmeye başlamışlardı:

– âli paşa sattı girit’i; girit elden gidiyor. tarih bu ihaneti unutmayacak vs…

* * *
“tek değişmeyen şey, değişim” mi; yoksa tarih tekrarlanıp duruyor mu?

tarih diye sadece “saltanatlar, iktidarlar, yönetimler tarihi” benimsediğinde; hep aynı plaklar dönmede…

gerçekte ise tekrar eden tarih değil, politikacı tatavaları…

* * *
politikacı, kutsal tabular yaratmak ve rakiplerini o tabulara karşı çıkmakla suçlayıp, hain ilan etmek zorunda…
nasıl ki aşk sözleri de, kuşak kuşak tekrarlanıp durur:

– benim seni sevdiğim kadar, sen de beni seviyor musun acaba?

kuşaklar ve teknolojiler değişirken; kolay kolay değişmeyen klişeleri, “tarih” olarak değerlendirmenin yanılgısı, tarihin tekrarlandığını sanmak…

* * *
politik tatavaları, ekonomik bir saydamlığın içine yerleştirdiğinizde; bambaşka tablolar çıkar karşınıza.

örneğin son 30 yılda kktc’ye ankara’dan kaç milyar dolar yardım yapıldı ve bu paralar nasıl kullanıldı?

izleyin bakın, nasıl görmezlikten gelinecek bu soru…
* * *
ne var ki, ekonomik saydamlıktan kaçınma, tarihsel bir silinmeye de dilekçe yazmaya dönüşebilir en sonunda…

çünkü kozmos’daki değişim, değişmemekte inatlaşmayı affetmez; madem ki insanoğlunun dudak dudağa gizemli bir öpüşmesi var kozmos’la…

c.altan@prizma.net.tr
kaynak: milliyet, 24 aralık 2004