Orhan Yalçın Gültekin
Maksudum Ecevit’i aklamak değil… Ne Ecevitçi ne de Ecevit’e müttefik oldum yaşamım boyunca. Ecevit’e sosyal-faşist desem mi demesem mi diye düşünmüşlüğüm çok olmuştur. Sosyal demokrat olmayana sosyal faşist denilemeyeceğini öğrenmiş olduğumdan – valla literatür öyle diyor, ben o literatürün yalancısıyım – yoksa faşist demek daha mı uygun düşer diye de düşündüğüm zamanlar olmadı değil. Bunları düşündüğümde 12 Eylül öncesiydi.
Şimdi gelelim Ecevit’in hal-i pür melaline… Ecevit, o dönem politikacıları içinde bile nevi şahsına münhasır bir adam. Entelektüel, “şair”, gazeteci, Robert College mezunu, kibar, süzülmüş biri… CHP’nin göbekçi takımına karşı yeni yaklaşımlar geliştirmeye çalışıyor. “Ortanın solu, Moskova’nın yolu” değildi elbet. Batı sosyal demokrasisi ile Kemalizm değil de Gardırop Atatürkçülüğünü birleştirmeye çabalayan ve bu ikisini Üçüncü Dünyacılıkla harmanlamaya uğraşan eklektik bir siyasal yaklaşımdı Ortanın Solu. DP geleneğinden gelen AP’nin hem geliştiği hem de ayrıştığı bir dönemde devletçi-cumhuriyetçi ruhban-laik geleneksel aydın katmanlarının siyasal konumlanışını temsil etmeye soyundu, onların sözcüsü olmaya uğraştı. Bunu yaparken sivil seçkinci aydın katmanlarına da dayanmaya çalıştı.
Sosyoloji biliminin bir yaklaşımına göre bu iki katman da bir sınıfın bir bölüntüsünün – esnaf, zanaatkâr vb – aydınlarıdır son tahlilde. Esnaf ve zanaatkârın görece modern kentlerde demokratik sol Ecevit’e yakın durmalarının bir sebebi acep bu mudur, irdelemek gerekiyor. Anadolu’nun görece modernist yeni yetme burjuvazisinin de desteği CHP ve Ecevit’i ön plana çıkardı. TİP ile girdiği işçi sınıfını kazanma savaşımından hem TİP’in hem de genel olarak sosyalist solun devletin “gadrine” uğraması sonrasında sözümona aynı sosyalist çevrelerin içine girdikleri korku ortamında onlardan aldığı destekle yüksek gelir düzeyine sahip işçilerden de belli bir taban elde etti. “ABD dostumuz-Feda olsun postumuz” minvalindeki devlet egemen tavra karşı geleneksel aydın katmanlarına dayanan bir üçüncü dünya milliyetçiliği… Dinsel motifleri tarikatçı görüntülerle birleştirenlerden rahatsızlık duyan geniş bir devletçi-laik çevrenin duygularına tercüman olan bir görüntü…
Demirel’in kendisine yamamaya calıştığı “Morison Ecevit” lakabına “Karaoğlan”la ve köylü tapınıcılığının simgesi “Çoban Sülü”ye karşı köyden kente göçmüş ve kentle bütünleşme umudu taşıyanlara göz kırpan “kasketli aydın” imajıyla karşı çıktı. Bir anlamda mevcut düzenden ve onun verili görünümlerinden rahatsız olan her tür modernleşmeci çevrenin kesişme noktası oldu… Bir tür katalizör… Herkes ona kendi beklentilerinin gerçekleştiricisi olarak baktı; onu öyle gördü. Ona o kadar çok şey yüklendi ki, çocuksu bir idealizmle malul bu adam bir ikona dönüştü bir anda. Sanırım Türkiye tarihinin en önemli promosyon calışmasının hem öznesi hem de nesnesiydi. ‘Mesela’ yerine ‘örneğin’, ‘ihtimal’ yerine ‘olasılık’, ‘acil’ yerine ‘ivedi’… antikomünist saldırganlık yerine “sev kardeşim”li mitingler…
Kendince bir yeni parti kurup CHP’den ayrılmak yerine CHP’de İnönü’ye rağmen ve ona karşı çıkarak CHP’yi dönüştürmeye çalıştı. Üstelik bunu ciddi kopuşlar doğurmadan becerdi. Hem bir cesaret hem de bir başarı öyküsüdür, ne daha önce ne de sonra başka biri böyle bir şey başaramadı.
Hep huzursuzdu bulunduğu yerden. Hep yalnızdı… O ve eşi bir ve aynı insan gibiydiler. Aslında hep genel aklın dışında bir konumlanışı vardı. 12 Mart ve 12 Eylül’deki istifa edişlerini kimselere anlatamadı, kimseler de anlamak istemedi bu tavrı.
Arayışların adamı ve/ama her arayış sonucu ortaya çıkan eğilimleri hemencecik doğrultu haline getiren aceleci kişilikle malul bir adam. Zaman zaman iktidarın bir ucuna yapışabilse bile hiç iktidar, hatta hükûmet olamamış bir adam. Ne ki her türlü musibet kendisinden bilinmiş, beceriksiz kabul edilmiş.
12 Eylül en çok onun yaşamında önemli dönüşümler yarattı. O, bu krizi bir fırsat olarak kullanmak istedi. Hiziplerle oradan oraya çekilip duran CHP’den uzaklaşıp “doğrultu tutarlılığına sahip”, aydınlarla sıradan insanı eşitleyen, yekpare meşeden bir parti kuracaktı. CHP’den kopuşu, her türlü tabandan kopuşu gibi görüldü. Adı “bir bölen”e çıktı. Umursamadı ve eşiyle birlikte sıfırdan başlama kararlılığını sürdürdü. İsimsiz insanlarla bir parti kurdu. İdeolojisi olmayan ideoloji partisi…
“Bir bölen” olarak damgalanmayı göze almak mı daha önemlidir “bir bilen” olarak baştacı edilmek mi? Ecevit, mazoşist miydi ki “bir bölen” olarak damgalanmayı kabul etti? Hazır bir partiye paraşütle ve hiç kimsenin itiraz edemeyeceği biçimde başkan olmak mı kolaydı, çoğu siyasi deneyime sahip olmayan insanlarla sıfırdan bir parti kurmaya çalışmak mı? Kolayı değil zor olsa bile kafasına uyanı yapmayı seçen adamdır Ecevit.
İyi hem de çok iyi eğitim almış ve kolaylıkla entel çevrelerde el üstünde tutulabilir bir konuma yerleşebilecekken o “seçkinci aydın” çevrelere karşın, onlara karşı ve onları aşarak, bütün bir seçkinler tabakasını karşısına alma pahasına sıradan insana ulaşmayı yeğleyen, o sıradan insanı dönüştürmeye ve siyasete katmaya çalışan nev-i şahsına münhasır bir adam konuştuğumuz Ecevit.
Kendisini “First Lady” olarak konumlamayı kabul etmiş onca parti başkanı eşinden farklı, feministleri bile rahatsız edecek biçimde hep yanında ve etkin, siyasetin nankör mutfağında ömür geçirmeyi kabullenmiş bir eşle, hem yaşamı hem siyasal savaşımı paylaşma kararlılığı mıydı Ecevit’i diğerlerinden farklı ve kabul edilmez kılan, hala bir muammadır benim için.
Neden bugün CHP’yi terk edip küçücük küçücük gettolar oluşturanlar kahraman ve haklı olur da bunu her türlü ikbali reddetme temelinde yapan Ecevit dışlanır? Yoksa gerçekten de Ecevit’te bütün yüklemeleri karşılayacak bir potansiyel vardı da bir tek kendisi mi fark edememişti. Günahı bu muydu acep?
12 Eylül’den sonra “Arayış”a girdi. Kendince bazı sonuçlara vardı ve eğilip bükülmeden bunları söyledi. Vardığı sonuçlara katılıp katılmamak size kalmış ama onun 12 Eylül çıkışında tartıştığı konuları Türkiye’nin aydınlarının yeni yeni tartışmaya başladığını ve CHP’nin Baykal yönetiminde onun söylediklerini beş on yıl geriden ve sözümona farklı kavramlaştırmalarla gündeme taşıdığını görebiliyor musunuz?
Altmışlar, bilemediniz yetmişlerin ilk yarısında sıkışıp kalmış, herkesin terkettiklerine sahip çıkmış, gündemdeki saflaşmalarda ne ona ne buna yaranamaz bir konumda sıkışıp kalmış ama kimseye yaranmayı da önemsememiş bir adam. “Bağdaşık”ın “öteki ve beriki”yle “ayrışık”ta eşgüdümünü arayan adam. “Umudumuz Ecevit”ten “Bir Bölen”e, sonrasında da “Başbuğ Ecevit”e uzanan yüklemelerle dolu bir adam. Bir Rahşan’ı anladı onu, bir de kedileri…
Bülent Ecevit… Şemsiyesi hiç olmadı. gereksinmedi de… Kasketi vardı hep.
28 Aralık 2006 Perşembe, 09:37:00