Orhan Yalçın Gültekin
Fyodor Mikhailovich Dostoevsky [Dostoyevski], (11 Kasım 1821 – 09 Şubat 1881), en büyük Rus yazarlarından biri olarak kabul edilir. Kimi eleştirmen ve okura göre ise gelmiş geçmiş en büyük romancıdır. Çalışmaları, 20. yüzyıl edebiyatı üzerinde derin ve kalıcı bir etki yapmıştır.
Dostoyevsky, bizim kuşağımız açısından biraz da varoluşçuluğa girişin en üstün örneği sayılabilecek olan “Yeraltından Notlar” demektir. Yine de ben yazarın kendisi kadar ünlü “Karamazov Kardeşler”inin (1880) bağımsız bir bölüm olarak da edebiyatta yerini almış “Büyük Engizisyoncu”sunu anlatmak istiyorum.
Karamazov Kardeşler
“Karamazov Kardeşler”in her birinin, Dostoyevski’nin yaşamının üç evresini ve her evredeki konumlanışını anlattığı ileri sürülür. Bu sava göre Dimitri, Dostoyevski’nin liberal entellektüel bir grup olan Petrashevsky Çevresi’nin üyesi olduğu ve Sibirya’da sürgüne gönderilmesi ve ardından askere alınmasıyla sona eren dönemini temsil eder. Ivan ise Dostoyevski’nin üniversite yıllarındaki sosyalist ve ateist eğilimlerini simgeler. Son olarak Alyoşa, Dostoyevski’nin olgun ve dingin halinin ve belki de ilk gençlik dönemine ilişkin ulus ve din bağlılığının yeniden canlandırılmasının karşılığıdır.
Dostoyevski gibi yaşamının sonuna dek uslanmaz bir şüpheci olarak kalmış biri söz konusu olduğunda bu savı ileri sürmek, yani Alyoşa’nın son durağı gösterdiğini söylemek bana pek inandırıcı gelmiyor.
Yerleşik değerlerin eleştirisinin cazibesiyle desteklenmiş olsa da Ivan’ın girdiği tartışmalarda oluşturduğu ışık, bu karakter ve simgelediği değerlerin, Dostoyevski için hiç vazgeçemediği bir vicdan yerine geçtiğini düşünmeme sebep oluyor.
Büyük Engizisyoncu
Her ne kadar, George Steiner, ‘Tolstoy or Dostoevsky: An Essay in Contrast’ – ‘Tolstoy mu, Dostoyevski mi: Bir Karşıtlık Denemesi’ adlı kitabında ‘Büyük Engizisyoncu’ meselini Tolstoy ile Dostoyevski arasındaki karşıt konumlanış üzerine bir dokundurma olarak yorumlamışsa ve metin başkalarınca da “Rus anarşizminin Hıristiyan inancına yönelttiği saldırgan sorulara bir yanıt” sayılsa da, ben “Karamazov Kardeşler” ve onun bir parçası olarak “Büyük Engizisyoncu”yu okuduğumda bunlardan haberdar değildim. Bu muhtemel ya da muhayyel karşıtlığı, “köklerim”le doğrudan bir bağlantısı olmadığından burada irdelemeyeceğim; yalnızca bir not olarak belirtmek istedim.
“Büyük Engizisyoncu”, “Karamazov Kardeşler”in ikinci kısmında yeralıyor.
Kurguya göre İsa, dünyadan ayrıldıktan bin beş yüz yıl sonra yeryüzüne iner ve İspanya’nın Sevilla şehrinde mucizeler yaratmaya başlar. Engizisyon Mahkemesi Başkanı durumdan haberdar olur ve harekete geçer: İsa’yı tutuklatır ve bir hücreye tıkar.
Yaşlı Büyük Engizisyoncu İsa’yı hücresinde ziyaret eder. İkisi başbaşadırlar. İsa hiç konuşmaz, karşılık vermez, yalnızca dinler. Büyük Engizisyoncu, İsa’nın Şeytan’la karşılaşmasına gönderme yaparak İsa’nın vaaz ettikleri ile gerçekler ve yaşanan durum arasındakileri karşılaştırır ve niye bu yolu tuttuklarını, yani neden İsa’nın öğretisini değil de İsa’nın adını kullanarak Şeytan’ın öğretisini izlediklerini anlatır.
İncil’e göre (Matta 4: 1-11) İsa vaftiz olduktan sonra çölde kırk gün kırk gece oruç tutup ibadet eder. Acıktığında Ayartıcı-Şeytan gelir ve onu üç kez sınar. Birinci sınamada Şeytan, İsa’ya şöyle der: “Eğer sen Tanrı’nın oğluysan, şu taşların ekmek olmasını emret.” İsa, şöyle yant verir: “İnsan sadece ekmekle değil, Tanrı’nın ağzından dışarı çıkan her bir sözle de yaşayacaktır, diye (kutsal yazılarda) yazılmıştır”. İlk sınamada başarısız olan Şeytan, İsa’yı alıp kutsal kente götürür ve tapınağın kulesine çıkarıp şöyle söyler: “Eğer sen Tanrı’nın oğluysan, kendini aşağı at; çünkü şöyle yazılmıştır: O (Tanrı) meleklerine seninle ilgili buyruk verecek ve ayağın bir taşa çarpmasın diye onlar seni ellerinin üzerinde taşıyacaklar”. İsa ise Şeytan’a “Efendin Tanrı’nı sınamayacaksın, diye de yazılmıştır” biçiminde yanıt verir. Bunun üzerine Şeytan İsa’yı çok büyük bir dağa götürür ve ona dünyanın bütün ülkelerini ve onların görkemini gösterip “Eğer yere kapanır da bana tapınacak olursan, bütün bu şeyleri sana vereceğim” der. İsa’nın yanıtı serttir: “Defol git, iblis, çünkü şöyle yazılmıştır: ’Tanrın olan efendimize tapınacaksın ve yalnız o’na kulluk edeceksin’”.
Büyük Engizisyoncu, uzun tiradını insanoğlunun özgürleşmesi ile maişet (geçim) derdi arasındaki ‘çelişki’ üzerinde yükseltir. Büyük Engizisyoncu’ya göre İsa’nın vaaz ettiği ‘din’ ile insanoğlunun istemleri arasında bir uyum yoktur; ‘vaaz edilen din’ işlevsel değildir; yaşamın gerçekliği, ancak ve ancak şeytan’ın vaaz ettiklerinde vardır ama sorunsuz uygulanabilmesi ve evrenselleşebilmesi için İsa’nın söyleminin kullanılması gerekmektedir.
Büyük Engizisyoncu’nun tiradı, yalnızca ‘engizisyon’un değil, her tür iktidarın kendini meşrulaştırmak için üzerine abandığı ama asla ‘alenen ikrar’ etmediği temel savların samimiyetle açıklanmasıdır denilebilir.
Bu savlar özet olarak şunlardır:
1. İnsanoğlunun mutluluğu, geçimi karşılığında özgürlüğünden feragat ettiği noktada başlar.
2. İnsanoğlu, kendi kendini yönetmeyi değil, geçimini garanti edenler tarafından yönetilmeyi yeğler.
3. Yönetebilmek ve düzeni sürdürebilmek için ‘din’ lafzen ayakta tutulur ve kullanılır.
Özgürlük Sorunu
İsa’nın ‘bedenleşmiş rab/kelâm’ olduğu ve İsa’nın insanoğlunu ‘ilk günah’tan arındırma amacıyla dünyaya gönderildiği inancı düşünüldüğünde, İsa’nın varoluş sebebi doğrudan insanoğlu’nun özgürleşmesiyle örtüşür. İncil’in “Önce kelâm vardı” ile başlamasından da özgürlük sorununun Hıristiyanlıkta ne kadar önemli olduğunu anlayabiliriz. Özgürlük, ‘Rab’dır ve ancak ‘Rab’ba teslim olunduğunda elde edilebilinir.
Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın “Allah, Peygamber, Kitap” adlı çalışmasında ‘Allah’-‘Rab’ ile ‘son çözümlemede belirleyici olan maddî gerçeklik’ arasında kurduğu bağ, yani ‘Allah’ın (‘Rab’bin) ‘son çözümlemede belirleyici olan maddî gerçeklik’in dinsel ifadelendirilmesi olduğu savı, ‘teslim olma’nın devrimci anlamını ortaya çıkartır: zorunluluktan özgürlüğe geçiş, ‘gerçek’e teslim olmakla mümkündür, çünkü devrimci olan gerçeğin kendisidir.
Öte yandan ‘günlük maişet derdi’, verili durumdaki yaşamın yeniden üretiminin ifadesidir. Bu ‘özgürlük-dışı’ yaşamı koşullayan ise ‘ilk günah’la başlayıp Adem ve Havva’nın ‘Cennet’ten kovulmalarıyla ortaya çıkan ‘cennet-dışı’ yaşamdır. ‘Cennet’ten kovulmadan sonra her ‘insan’, – İsa’ya dek – günahkâr olarak doğmuştur.
‘Cennet’, ‘komün’ ile çakıştığı ölçüde dinsel tarih anlatımı maddeci tarih anlatımıyla çakışır. ‘Cennet’ten kovulmayla ‘komün’den sınıflı topluma geçiş, aynı sürecin iki farklı ifadelendirilme biçimi olarak ortaya çıkar.
Nasıl dinsel anlamda kurtuluş ‘öte dünya’da ise ve ‘Cennet’ten kovulmaya sebep olan günahtan ‘cennet-dışı’ yaşam sürecinde arınmayla gerçekleşecekse komünizmde de kurtuluş ‘öte düzen’dedir; sınıflı toplumun aşılması ve üst düzeyde bir ‘komün’e ulaşılmasıyla elde edilebilir.
‘Gerçek Kurtuluş’ ve ‘Maişet Derdi’
‘Aydınlar’, ‘özgürlük’ kavramının ‘alt sınıflar’ın ‘gerçek kurtuluş’u ile olan sıkı bağı üzerine çok şey söylemişlerdir ama ‘özgürlük’ ile ‘alt sınıflar’ın maişet (geçim) derdi ile somut bir ilişki kuramamışlardır, kurmayı becerememişlerdir. Bütün devrimlerin kaderini belirleyen de bu ‘kurulamamış ilişki’ olmuştur.
Maişet derdi içindeki ‘alt sınıflar’, hemen her durumda, öncelikle bu sorunlarının çözümüne dönük beklentiler içinde olmuşlardır. Güncel-günlük maişet derdinin aşılmasına dönük uygulama beklentisi, muhayyel bir ‘mutlu gelecek’ten daha öncelikli ve verili durum bağlamında son çözümlemede kararlaştırıcı olmuştur.
Verili durumdaki anlık-günlük çıkarları çevresinde toplanabilmede bile yeterince başarı gösterememiş ‘alt sınıflar’a ‘devrimci’ düzeyde türdeşlik sağlayarak onları verili durumu aşarak elde edebilecekleri ‘kendi dünyaları’na yöneltme yönündeki her ‘devrimci hareket’, ya baştan bunu beceremeyip en iyi durumda ‘ikon’a dönüşmüş ya da ‘mevzi başarı’ları sürdüremeyerek yenilgiye uğramıştır. En vahim ‘gelişme’ ise, ‘devrimci hareket’in ‘devletleşerek’, kendini ‘devlet’ olarak örgütleyerek ya da ‘devlet’ tarafından soğurularak ters yüz olmasıdır.
Savaş Alanı
Dostoyevski, “İnsan ruhu Şeytan’ın Tanrı’yla savaştığı bir savaş alanıdır.” demektedir. Bu, toplumsal yaşamın bir yansıması olmaktadır: ‘insan yaşamı’ ‘insan’ın ‘maişet derdi’, güncel-günlük çıkarları ile ‘insan’ın ‘gerçek kurtuluş’u arasındaki bir savaş alanıdır.
Bu noktada Dostoyevski, bir devrimci olarak ortaya çıkmaktadır, ancak alışılmadık türde bir devrimci… Devrimi, yalnızca ‘alt sınıflar’ın ‘üst sınıflar’a karşı verdiği ve ‘üst sınıflar’ın alaşağı edilmesiyle doruğa varan bir savaş olarak değil, ‘alt sınıflar’ın kendi içinde verdiği ve ‘yeni bir insan’ın ortaya çıkışıyla sonuçlanması gereken bir savaş olarak ortaya koymaktadır.
Dostoyevski’nin bu yaklaşımı, Karl Marx’ın Alman İdeolojisi’ndeki (1846) “Devrim, yalnızca yönetici sınıf başka biçimde devrilemeyeceğinden değil, onu devirecek sınıf ancak bir devrim içinde kendisini yüzyılların pisliğinden kurtarabileceği ve toplumu yeni bir biçimde kurmaya uygun duruma gelebileceği için zorunludur.” yaklaşımıyla örtüşür ve Marx’la birlikte dinsel olmaktan çıkıp maddî bir temel kazanır.
Yine de bireysel alanda ‘savaş’ farklı bir ‘şey olarak kalmayı sürdürecektir.
Stalin, “Anarşizm mi, Sosyalizm mi?” (1906-7) adlı çalışmasında bir kunduracıdan bahsetmektedir. Kunduracının maddi koşullarındaki değişiklikleri, bilincindeki değişiklikler izler; proleterleşen kunduracının bilinci başlangıçta bütünüyle ‘küçük-burjuva’dır; yeniden eski toplumsal durumuna ulaşamayacağı düşüncesine vardığı aşamada bir proleter olarak davranmaya yönelir. Bir proleter olarak kendisine benzeyenlerle birlikte hareket etmeye ve etkide bulunmaya başlar.
Eski kunduracı-yeni proleterimizin ruhunda “Şeytan’ın Tanrı’yla savaşı’ hâlâ sürmektedir. Proleterleşmiş kunduracı, hâlâ günlük maişet derdi ile boğuşmaktadır ve gözü de başka bir şey görmemektedir.
Süzülüp Gelen
Kuşkusuz başka beslenme kaynaklarım da vardır ama sanırım ‘vaaz edilen din’ ile ‘yaşanan din’; ‘kaynak düşünce’ ile ‘türev düşünce’; ‘kuram’ ile ‘uygulama’ ve ‘uygulamanın kuramı’ arasında önsel bir ayrım yapma konusundaki dolayımsız köküm ‘Büyük Engizisyoncu’dur.
‘Büyük Engizisyoncu’ ile birlikte, Tevrat-İncil-Kur’an’da vaaz edilen din(ler) ile bu din(ler)i başvuru kaynağı ve çıkış noktası alan-alma savındaki uygulama ve ‘uygulamanın din(ler)i’ni birbirinden ayırmaya özen göstermeyi öğrendim.
‘Büyük Engizisyoncu’ sayesinde, ‘kaynak düşünce’ ve/veya ‘kuram (örneğin: Marksizm) ile ‘türev düşünce’ ve/veya ‘uygulamanın kuramı’ (örneğin: Leninizm) arasındaki ilişki ve çelişkiyi olduğu kadar ‘ütopya’ (örneğin: Komünizm) ile ‘kuram’ (örneğin: Marksizm) arasındaki ilişki ve çelişkiyi de ele alma yönünde bir temel elde edindim.
Yine ‘Büyük Engizisyoncu’dan yola çıkarak, bir ‘kuram’, ‘düşünce’, ‘siyasal çizgi’ içinde başat olanla güncel olan arasındaki ilişki ve çelişkiyi; bu iki alanın birbiriyle savaşımı sonucu oluşan süreklilik ve kopuşmaları; ayrışma ve farklılaşmaları; fikrî takip ile redd-i mirası; hasılı, yeni ‘durumlar’ı ele almam gerektiğini öğrendim.
Bir ‘yok-ülke’ görünümündeki ‘Cennet’-‘Ütopya’nın var edilebilmesinin kaynağının toz-duman ardına gizlenmiş olarak derinlerde bir yerlerde bulunduğunu ve bulunup ortaya çıkartılmasının ancak ‘savaş alanı’nda mümkün olduğunu, ‘Büyük Engizisyoncu’ aracılığıyla keşfettim.
27 Haziran 2007, 01:54
aklına ve eline sağlık sevgili daçka’lı ağabeyim. karamazov kardeşler’i ve büyük engizisyoncu’yu bana 30 yıl sonra, çok farklı bir bakış açısıyla hatırlattığın için teşekkur ederim.
ilk firsatta tekrar okuyacağım.
BeğenBeğen