Önder İşleyen

1. ÖDP kendi geleceği konusunda karar vereceği bir dönemin eşiğinde… Özgürlükçü sol-sosyalist bir parti olmaya devam edip kendisini yeniden yaratmaya mı girişecek? Yoksa bir “lider partisi” olarak yeni bir kimlik mi edinecek?

2. Solun durumu ve özel olarak sosyalist solun durumu biliniyor. ÖDP diğer sol partilerle birlikte ağır bir seçim yenilgisi yaşamıştır. Türkiye’de sol sınıfsal zemininden hızla uzaklaşmış ve kendini sadece kimlik siyasetleri üzerinden ifade edebilir bir hale getirilmiştir. Solun bizzat kendi önüne koyduğu zihinsel ve örgütsel engelleri aşabilmesi, haldeki durumda elbette en önemli sorunudur. Bu engel partimiz tarafından da henüz aşılabilmiş değildir. Oysa ÖDP Türkiye’de solun yeni bir zihniyetle, çoğulcu ve mümkün olan her toplumsal kesimi kucaklayan bir iddiası olarak gündeme gelmişti.

Siyasi hat olarak “gök kuşağı” ve “halk sarmaşığı” gibi projeleri benimsemesiyle ve son olarak gerçekleştirdiği “bir arada yaşamı savunalım” siyasetiyle diğer kesimlerden farklı bir zeminde yer alabilme potansiyelini sürdürmüştü…

3. Gelinen noktada hem ÖDP’nin ağır bir seçim yenilgisi alması hem de normatif olarak eski genel başkanının milletvekili seçilmesi, görünüşte paradoksal bir durum yaratmıştır. ÖDP eski genel başkanı, milletvekili olduktan sonra bireysel olarak başlattığı tartışma ile sol harekete “yeni” bir çözüm vaat etmektedir. Kendisinin milletvekili seçilmesi/seçtirilmesi üzerinden yapılan bu öneri şimdilik “solun bütün renklerini bir araya getirme” şeklinde özetlenmektedir.

4. Bilindiği gibi ÖDP tam da bu ihtiyacı karşılamak üzere ve bu iddiayla kurulmuştu… Elbette parti fetişizmine gerek yoktur… Miadını doldurmuş bir parti ya kendi iradesiyle kendisini tasfiye eder, ya da zaten hayat tarafından tasfiye edilmiş olur. ÖDP üyeleri, işte şimdi bu can alıcı soruyla karşı karşıyadır.

Ancak, henüz kendi bünyesinde bunu tartışmamışken, eski genel başkanının basına yaptığı açıklamalar sayesinde böyle bir tercihin fiilen kendisine dayatılmış olması da, yapılması gereken sağlıklı ve önyargısız bir tartışma süreci önünde ciddi bir handikap oluşturmaktadır.

5. Sorun burada ÖDP üyelerinin kendi iradelerine mi sahip çıkacakları, yoksa bir kişinin iradesine mi tabi olacakları noktasında düğümlenmektedir. Dolayısıyla, gelinen noktada siyaseti tartışırken, kişileri de tartışmaya davet edilmiş oluyoruz. Çünkü kişisel bir tercih, parti siyaseti ve iradesi üzerine yerleştirilmiştir. Son aylarda fikirlerden ya da parti siyasetinden ziyade eski genel başkanın kişisel tercihleri, bireysel siyaset yapma tarzı her şeyin önüne geçmiş ve geçirilmiştir. Ancak burada eski genel başkan, kısmen ÖDP’nin kuruluş gerekçelerini de tekrarlarken, aslında yeni bir “fikir” ortaya sürmüş olmamaktadır. Sadece kendisini, yine kendi eksenindeki siyasi manevralarına gerekçe üretmeye mecbur hissetmiş izlenimini vermektedir. Bu fikirleri yüksek sesle bir kez daha tekrarlamasını, “solun bütün renklerini bir araya getirecek” iddia olarak yeniden ileri sürebilmesini ise, elbette İstanbul 1. Bölgede milletvekili seçilmiş olması üzerinden yapabilmektedir. İşte bu durumda, maalesef “siyasi etik” bir yana bırakılmaktadır.

6. İstanbul 1. Bölgedeki seçim çalışmaları ve sonucu, Türkiye’nin tamamında “solun bütün renklerini bir araya getirme” vaadi bakımından ne ölçüde bir model oluşturabilir? DTP oylarının Türkiye’nin her yerinde aynı oranda “yeni bir sol oluşuma” verilebileceği, tuhaf bir varsayımdır. Elbette ÖDP’nin eski genel başkanı ağırlıkla DTP oylarıyla “kişisel bir başarı” elde etmiştir; kendisini bu sayede milletvekili seçtirmiştir. (Bu olgu, ihtiyaç duyulduğunda DTP grubuna katılma beyanıyla, kendisi tarafından da doğrulanmıştır.) Ancak ÖDP söz konusu olduğunda, bu seçimler, sadece oy kaybı bakımından değil, eski genel başkanının zımnen ve bazen alenen ÖDP tüzel kimliğini de bağlayan tercihleri bakımından, partimizi çok ciddi politik ve ideolojik hasarlara maruz bırakmıştır.

7. Ufuk Uras’ın milletvekili seçtirilmesi pek çok arkadaş tarafından “bir arada yaşama” şiarının ete kemiğe bürünmesi olarak anlaşılmıştır. Ancak unutulmamalıdır ki, “Kürt-Türk kardeşliği” her şeyden önce dürüstlük gerektirmektedir. Kürt oyları üzerinden “kolay başarı” peşinde koşmak, bu kardeşliğe vurulmuş ciddi bir darbe olarak görülmelidir. Artık milletvekili seçilmiş olan Uras da, aslında bu sorumluluğunun farkındadır. Kendisini meclise taşımış olan Kürt oyların belirleyiciliğini açıkça kabul ederek, DTP’nin mecliste grup kurmasında, ihtiyaç duyulduğunda DTP’ye katılacağını ilan etmektedir. Oysa siyasi etik sadece DTP’ye karşı bir yükümlüğün yerine getirilmesinden ibaret değildir. Paradoksal şekilde, kendi eski genel başkanının bir başka partinin grubunda yer alabileceğini basın yoluyla öğrenen ÖDP üyeleri de yine siyasi etik kurbanları olmaktadır. Aynı siyasi etik sorgulaması sadece ÖDP’liler değil, Ufuk Uras’a oy verirken DTP siyasetine oy vermiş olduklarının farkında olmayan diğer partisiz seçmenler tarafından da mutlaka yapılacaktır.

Şu anda ÖDP üyesi kimi arkadaşlar hâlâ büyük bir heyecanla İstanbul bağımsız milletvekili Ufuk Uras’ın tekrar ve ivedilikle ÖDP’nin başına geçmesi beklentisi içinde olabilirler. Kendisini her an terk etmesi söz konusu olan bir siyasal figürde ısrarlı olmak, sanırız ki siyasal tarihte benzeri olmayan bir şaşkınlığın tezahürü sayılacaktır.

8. Her şey bir yana, Kürt oyu potansiyeline dayalı istatistik hesapları ile yapılan bir kişisel tercih, bir bütün olarak ÖDP’yi de siyasi etik bakımından açmazda bırakmıştır. (Mersin ve Adana DTP bağımsız adayları, haklı olarak ÖDP’nin kendilerine oy vermemesi yüzünden seçilemediklerini ileri sürmektedirler.) Gerçekte ÖDP, eski genel başkanının kişisel siyasi manevraları neticesinde bir emrivaki ile karşı karşıya kalmıştır. Bu yüzden açıklanması çok zor bir konuma itilmiştir. Çünkü ÖDP eski genel başkanı, tüm parti karar mekanizmalarını tıkayarak partimizin böyle bir duruma düşürülmesine bizzat yol açmıştır.

9. ÖDP’nin, parti kimliğiyle İstanbul 1. Bölgede bir başarı kazanmadığı bilinmektedir. Ayrıca bu bölgede DTP’nin desteklediği bir adayın kazanma şansının yüksekliğinden dolayı, diğer sol çevrelerin de harekete geçirilmesi elbette kolay olmuştur. Dolayısıyla ortaya çıkan sonucu kendi partimizin hanesine yazmak, özgürlükçü sol ile reel solculuk arasındaki ayrımı bütünüyle ortadan kaldırmak anlamına gelecektir. Burada önemli nokta şudur: ÖDP, parti olarak DTP ile bir ittifak kurmuş değildir; böyle bir girişim mesela EMEP, SDP ile DTP arasında söz konusu olmuştur. Bu partiler büyük bir tutarlılık içinde Türkiye’nin her yerinde DTP adaylarını desteklemiştir. Bu açıdan bakıldığında bile, Ufuk Uras’ın kazanmasını, ÖDP hanesine yazılı bir başarı olarak görmek zaten mümkün değildir. Çünkü Uras, partisini bir kenara bırakarak sadece kendisi için elverişli bir seçim taktiği uygulamış, lehine olan koşulları etkin bir şekilde değerlendirmiştir. Bu süreçte kabul etmek gerekir ki, hakikaten ince taktik hesaplar yapabilmiştir: Ufuk Uras’ın seçimlerden önce, PKK konusundaki net tavrı, kamuoyunda ve özellikle parti kamuoyunda bilinmekteydi. Oysa DTP desteğini aldıktan sonra reel politik kaygılarla bu konuda söylenmesi gerekenleri dile getirmekten uzak durmayı tercih edebilmiştir. Baskın Oran’ın demokrat duruşunu dahi tekrarlayamamıştır. Elbette bu duruşu gösterebilseydi bu kez sadece DTP’nin değil de, partili partisiz sol seçmenler yanı sıra, kendisine inanan ve milliyetçi saiklerle davranmayan Kürtlerin de oyunu alabilecekti. Böylece solun hakikaten bağımsız adayı sayılabilecekti, ama seçilme şansını da büyük ölçüde azaltmış olacaktı! Şimdi eski genel başkanının tercihlerine bakılarak, ne yazık ki ÖDP de kamuoyunda kimlik solculuğu, kimlikler üzerinden kendini tanımlayan bir solculuk mecrasına doğru sürüklenmekte olan bir parti gibi algılanabilmektedir. Bu hasarı tamir etmek hiç de kolay olmayacaktır.

10. İşte böyle bir seçim pratiğinden ve Uras’ın seçim bölgesinden hareketle Türkiye için bir “model” oluşturabilmek, ancak DTP’ye endeksli bir siyasi vizyon ile mümkündür. Türkiye’nin diğer yerlerinde özgürlükçü sol hareketin haldeki potansiyeli bilinmektedir.

DTP ya da başka bir siyasi iradenin açık desteği olmadığı sürece “benzer” ve kolay bir başarı ve hatta oy artışı dahi şimdilik mümkün değildir…

Unutulmamalıdır ki, İstanbul 1. Bölgede kazılan “tünel”den çıkarılan topraklar, ülkenin dört bir yanında yıllardır iğneyle kazılan kuyuların da üzerini örtmüştür. Şimdi ÖDP’lilere düşen görev, elbette, bu “kişisel başarının” tüm ÖDP’ye çıkarılan faturasını ödemek, uğranılan hasarı tamir etmektir.

11. Bu hasarı tamir ederken elbette fırsatçılık (oportünizm) başvurulacak bir çare olarak görülmemelidir. “olan oldu, işte ÖDP’nin ismini mecliste ve medyada duyuracak bir temsilcimiz var” denilemez! (Kaldı ki bu “temsilci” bu ismi taşıma konusunda bile henüz kesin bir taahhütte bulunmuş değildir.)

Peki, “ÖDP’nin zaten miadı doldu, bu sayede yeni bir oluşum imkânına sahip olabiliriz,” denilebilir mi? İşte buna da elbette ÖDP kongresi karar verecektir, eski genel başkanın kafasındaki projeler değil…

12. Yine siyasi etik bakımından üzerinde durulması gereken bir diğer önemli husus şudur: Bugüne dek ÖDP kurucu iradesinde hiç telaffuz edilmediği halde, Ufuk Uras ÖDP’ye “resmi tarih” yazmaya girişmektedir. ÖDP tarihini, eski politik saflaşmaları körükleyecek, farklı politik kökenlerden gelen üyeleri arasında kutuplaşma yaratacak bir üslupla daraltma çabası sergilemektedir.

Ufuk Uras, ısrarla, 1970-80 arası verilen devrimci mücadeleyi atlayarak yok saymaktadır. Oysa ÖDP kurulurken, 1970-80 arası parlamento dışı devrimci hareketlerle olan bağlantısının altı kırmızı kalemle çizilmiştir… ÖDP sadece TİP geleneği sayesinde değil aynı zamanda 12 Eylül öncesi çeşitli devrimci birikimler sayesinde kendini var edebilmiştir… ÖDP’yi var eden ve ayakta tutmaya çalışan üyeleri, kendi tarihlerinin bir çırpıda iptal edilmesini elbette kabul etmeyecektir.

13. ÖDP tepeden, yukarıdan aşağıya örgütlenmelere alternatif bir model olarak ortaya çıkmıştı. Şimdi ise belli ki “kişi karizması” etrafında solun kenetlenmesi beklentisi yaratılmak istenmektedir. Üstelik bu “kişi” kafasındaki görüşleri henüz kendi partisiyle de paylaşmış değildir. ÖDP önüne konulan senaryoları kendi iradesiyle okuyacak, seçeneklerini kendisi yaratacaktır. ÖDP’liler kendisini örgütün yerine ikame eden bireysel girişimler karşısında kolektif tavrını, ortak aklını mutlaka devreye sokacaktır. Emrivakilere boyun eğmeyecektir. Çünkü kendi partisinin üyelerinin iradesini hiçe sayan, “ben dedim oldu” diyenler karşısında kimse sesini çıkarmazsa, bu parti hakikaten “şefler ve aparatçikler” partisi haline gelecektir…

Sonuç olarak, her şey bir yana, bunları tartışabilmek için dahi, ÖDP kamuoyu önünde, seçim öncesi PM toplantısıyla başlayan kendi iç sürecini, emrivakileri bir bir anlatarak ciddi bir özeleştiri yapmalıdır.

Kaynak: Yeni Yol, 03 Ağustos 2007