Selim Selçuk
Hiç ne zaman, neden, nasıl öleceğinizi düşündünüz mü?
Bitkilerin ve hayvanların ölüm bilinci var mıdır?
Bitkilerin olmadığını söyleyebiliriz. Ama ceylan aslanı gördüğünde, fare kediyle karşılaştığında, güvercin gökyüzünde bir şahine rastladığında ölümü hissedebilir. İçgüdüseldir.
Peki insan kaç türlü ölebilir?
Yaşlanır, hastalanır, kaza geçirir…
Bir savaşa gider, bir savaşa girer, eline silah alır.
Yener veya yenilir, ölür veya öldürür; göze almıştır.
Bunların hiç biri başınıza gelmediği halde, hain bir kurşunla öldürüleceğinizi bilmek, bile bile, sözünden dönmemek nasıl bir duygudur.
Sözünüz, insanlığın yüzlerce yıldır özlemini duyduğu, uğruna mücadele ettiği yüce evrensel değerler; özgürlük, adalet, kardeşlik üzerineyse hem de…
“Sus! Susmazsan vuracağız” dediklerinde ne yapar insan?
İnsan ne zaman ölür?
Vurulduğunda mı, sustuğunda mı?
Yıl 1910, aylardan Mayıs, İstanbul’dayız. 26 yaşında, iyi okullarda okumuş, edebiyata eğilimi olan, iki küçük kızın babası bir gazeteci, Ahmet Samim sokak ortasında vuruldu.
“Sada-yı Millet”, yani “Halkın Sesi” gazetesinde, iktidardaki İttihat ve Terakki’yi eleştiren yazılar yazıyordu.
Yolsuzluklarla uğraşıyordu.
Sokak ortasında, arkasından yaklaşan korkak bir katilin kafasına sıktığı kurşunlarla vuruldu.
1910 yılında da İstanbul’da sosyalistler vardı. 1910 yılında, İstanbul’da sosyalistlerin yayınladığı “İştirak” dergisi 17. sayısını bu cinayete ayırdı. Bu yüzden kapatıldı. Alıntılar, “İştirak” dergisinin 17. sayısından. Bazı sözcükleri günümüz Türkçe’sine dönüştürdüm.
“Bu muhterem, güzel, dehayla yaratılmış, sevimli genci, en utanmaz, en alçak bir kurşunla toprak haline getirmekten utanmayan, çekinmeyen katil, vahşi hayvanları bile utandıracak bu canavar insana gökyüzünün bütün lanetlerini, bütün kahır ve gazabını davetten sonra, Ahmet Samim’in nasıl altın kalpli, nur yüzlü, yalnız kurşunla susturulabilecek korkusuz bir dil, bir kalem olduğunu söyleyelim.”
“Merhum en felaketli, en yaslı, en acı dakikalarında bile gülerdi.”
“Yanında bulunan arkadaşları onunlayken, bir huzur ve ferahlık hissederler, onun sözlerinden büyük zevk alırlardı.
“Samim, hayatında hiçbir kimseyi gücendirmemiş, ve herkese hürmet ve muhabbet göstermiştir.
“Ailesine, çocuklarına karşı derin bir aşk ve muhabbetle bağlı, bütün emeli iki küçük kızının terbiyesi, tahsili idi…”
2007 yılının başında, İstanbul’dayız.
Hrant Dink yazıyor:
“Birileri karar verdi ve ‘Bu Hrant Dink çok olmaya başladı… Ona haddini bildirmek gerek’ diye harekete geçti… Jaddimi bilmeliydim, dikkatli olmalıydım, yoksa iyi olmazdı…”
1910 yılında “İştirak” dergisinin baş makalesi, Samim’in yakın arkadaşı olan Şevket Bey’in, Samim’in amcasına hitaben yazılan bir mektuptu.
“Karşısında bulunduğumuz facia vicdanların tahammül edemeyeceği bir cinayet, bütün medeni dünyanın nefretini çekecek vahşi bir harekettir… Siz, vazife uğruna şehit olan bir evladın ailesine bahşedeceği şerefle teselli bulabilirsiniz. bu şerefin derecesini bu gün değilse gelecek takdir edecektir…”
“Beni en çok üzen şey, yayınlanmak üzere sunduğum vasiyetnamesindeki arzusuna rağmen hükümetin sebepsiz engellemeleri oldu. Bu hürriyet fedakarının gerek katli, gerek katlinden sonra hükümetin yaptıklarının bütün dünya aydınlarının nefretini çekeceği açıktır.”
Ahmet Samim, öldürülmesinden kısa bir süre önce yukarıdaki yazıyı yazan Şevket Bey’e o akşamki buluşmalarına gelemeyeceğini bildiren kısa bir not göndermişti. Bu, aynı zamanda vasiyetnamesidir. Bu notta hem cesaretin, hem “güvercin tedirginliğinin” tarihimizde yeni olmadığını, “yeri olduğunu” görüyoruz.
Ama önce, cinayetten sonra hükümetin yaptıklarına bakalım.
Cinayetten hemen sonra cenazesi matbaasına getirilir. On beş yirmi arkadaşı ve amcası ertesi günkü cenaze törenini orada, Ahmet Samim’in kanlı baş ucunda bekleyeceklerdir. Babası da oradadır ama cenaze Cumartesi günü, ertesi gün kaldırılacağından, acılı babayı zorla oradan gönderirler.
Aniden sokak sarılır, polisler gelir; hükümet cenazenin hemen kaldırılmasını emretmektedir. Direnirlerse, “cebren” cenazeyi alacaklardır. Amcası şeriat hükümlerine göre cenazenin aileye ait olduğunu söyler, diretir. Padişaha ve sadrazama telgraflar çekilir. cevap gelmez.
“Saat dokuza gelmişti. Yaya ve atlı yüz kadar polis ve bir o kadar jandarma Hilal Matbaası’nı kuşatmış ve caddeden gelip geçmeyi yasaklamışlardı”
“Birden bire tenhalaşan sokaklarda şimdi askerin nalçalı kundura sesleri, kılıç şakırtıları ve polislerin düdükleri işitiliyordu. Sivil memurlar gizli emirler veriyor, jandarmalar koşuyor, dışarıda korkunç, feci bir baskının başlangıcı hazırlanıyordu…”
Saldırı başlar. Polisler ve jandarmalar kapıları kırarak içeri dalarlar. Askerler bir an gördükleri manzara karşısında şaşkınlığa düşse de, emir emirdir.
Cenazeyi kaçırırlar.
“Şimdi gerçek özgürlüğün savunucusu olan vatansever Ahmet Samim’in tabutu dört hamalın omzunda merdivenleri iniyor. Üzerinde ne bir şal, ne bir parça kumaş, arkasında akrabasından ne bir zat, ne bir arkadaş Bab-ı ali caddesini çıkıyordu…
“Ve işte vatanın gerçek özgürlüğü uğrunda can veren bu yirmi altı yaşındaki genç, ömrü boyunca mücadelesinin tehlikeli aşamalarında bir hayli zahmet çektikten, milleti için göz yaşı ve kendi kanını döktükten sonra, böyle çıplak bir tabut içinde, şefkat ve hürmetten uzak, gömülmeye götürülüyordu…”
Oysa ne yazmıştı arkadaşına gönderdiği vasiyeti sayılan notta.
Ne güzel yazmıştı:
“Demirci köyünde bir bayır tepesinde küçük ve garip bir mezarlık vardır. İstiyorum ki beni oraya defnetsinler. O mezarlığın kenarında gençliğimin en tatlı birkaç saatini geçirdim. Fikrimin o küçük mezarlıkta olduğu kadar hiçbir yerde o kadar derin sükuna daldığını bilemem. Mezarlığın bulunduğu yerden köyler, tarlalar, korular, ormanlar ve nihayet ta ileride Karadeniz’in kah mavi renkli durgun suları, kah beyaz renkli köpürmüş suları görülür. Cenazemin orada kalmasını arzu ediyorum…”
Peki bunları neden yazmıştı?
“Sus! Yoksa vururuz” diyorlardı.
Şevket Bey’in yazısında şunlar da var.
“Cinayetten evvel, şahsını ve ismini hükümete söyleyeceğim biri tarafından “Yani Birahanesi’nde” benim de duyacağım şekilde tehdit edildi…. Bilahere yine bir başka şahıs tarafından muhalefete devam ettiği takdirde öldürüleceği kendisine tekrar edilmişti…”
Hrant ne yazıyordu, katlinden birkaç gün evvel:
“Bilgisayarımın güncesi ve hafızası tehdit dolu satırlarla yüklü.”
1910’da İnternet yoktu.
Ahmet Samim’i sokakta tehdit ediyorlardı.
“Sus” diyorlardı.
Susmadı.
Kimin vuracağını bilmese de, kimin vurduracağını biliyordu.
Ahmet Samim Şevket Bey’e gönderdiği notun başında şunları yazıyordu; biraz alaycı, biraz mütevekkil.
“Sana gayet (confidential) ve namusunuza tevdi edilmek üzere bir müjde vereyim; fakat bunun başkaları tarafından duyulması etrafımızda dolaşan tehlikeleri daha da yaklaştırmaktan başka bir işe yaramaz…
“İttihat ve Terakki Cemiyeti idama hükmetti. Öldürüleceğim. Bunu yarı resmi bir surette tebliği eylediler. haberiniz olsun…”
Sonunda da şunları:
“Emin ol ki kalbimde hiçbir korku duymuyorum. Bana dindarane bir tevekkül geldi ve ölmeye razı, hazırım. Yalnız ne zaman olacağını bilemiyorum.”
Hrant Dink, kalleş kurşunlarla vurulmadan birkaç gün önce şöyle diyordu:
“Ben hayatım boyunca hep tehlikelerin etrafında dolaştım. Ya tehlikeler beni çok sevmişti, ya ben tehlikeleri…. Ve işte yine uçurumun kıyısındayım. Peşimde tekrar birileri vardı, onları seziyordum.”
“Tıpkı bir güvercin gibiyim… Ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmazlar. Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamını sürdürür… Evet biraz ürkekçe, ama bir o kadar da özgürce…”
İnsan ne zaman ölür?
Vurulduğunda mı, sözünü söylemekten korktuğunda mı, sustuğunda mı?
İstanbul’dayız da; 1910 yılının Mayıs ayında mı, 2007’nin Ocak ayında mıyız?
12 Mart’ta mıyız, 1980’de mi?
Hrant’ı mı vurdular Ahmet Samim’i mi, Metin Göktepe’yi mi, Musa Anter’i mi?
Erol Zavar’ı mı öldürecekler, seni mi, beni mi?
İnsan ne zaman ölür?
Cevabı Turgut Uyar’a yakışır:
Elbet, gülünün solduğu akşam…