Orhan Yalçın Gültekin

1959 doğumlu, yani yaşdaşım. Onunla 1975 yılında Kocamustafapaşa’daki Türkiye Sosyalist İşçi Partisi (TSİP) yandaşlarının yönettiği bir şube-lokaldeki bir eğitimde tanışmıştık. Henüz 12 Mart sonrası soliçi siyasal gruplaşmaların yeni şekilllenmeye başladığı günlerdi ve biz iki genç devrim sempatizanı yanyana oturup “Türkiye kapitalist mi, yarı-feodal mi; Osmanlı toplumu feodal miydi, asyatik miydi” mealindeki tartışmaları izlemiştik. Toplantı bitiminde birlikte çıkıp yürümüştük. O yürüyüş çok sıkı bir arkadaşlığın, siyasal gruplaşmaların dağıtamadığı bir dostluğun başlangıcı olmuştu.

Sonrasında yine Kocamustafapaşa’daki Artvin Kültür Dayanışma Derneği’ne gitmeye başladık. İkimiz de safımızı kısa sürede belirleyecektik: Silahlı Devrim Cephesi. O, tercihini Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C) ve Devrimci Gençlik dergisi yönünde kullanırken, ben, Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nu (THKO) tercih etmiş ve Türkiye Devriminin Yolu’nda yürümeye karar vermiştim.

Buluştuğumuzda havadan sudan konular da dâhil hemen hemen her konuda konuşurduk da birbirimize karşı “ideolojik mücadele” vermezdik. Birbirimizi olduğumuz biçimde kabul eder, öyle davranırdık. Çokluk Kocamustafapaşa, Samatya ve Yedikule sokaklarında yürür, Samatya sahilindeki çay bahçelerinde çaylarımızı yudumlar, simit ya da yumurtalı sandviç yerdik. Rast geldiğimizde hedef tahtasının karşısına geçip kâh tabanca kâh tüfekle mantar patlatır, gülüşürdük.

Bir keresinde KMP AKDD çıkışında bir “sivil”in takibine uğramış, Kocamustafapaşa’dan Samatya’ya inen ve birbirini dik kesen paralel yollarda izimizi kaybettirmeden dört dönmüş, sonra sıkılıp, kafası karışmış “sivil”i ortalarda bir yerlerde bırakıp Deniz Kulüp’e inmiştik. Muzip muzip gülüşmelerimizin sebebini soranlara olayı anlatmamış ama herkesi “sivil”lere dikkat etmeleri konusunda uyarmıştık.

O, iyi tavla oynardı; bense bilmediğimden boş boş bakardım önceleri. Sonra bir ansiklopedi aracılığıyla taşların dizilişini vb. öğrendim. Acemi şansıyla kazandığım partiler hesaba katılmazsa ona karşı iddialı olmamın mümkünatı yoktu; bilirdim ama karşılıklı oynamaktan da kendimi alıkoyamazdım.

Devrimci Gençlik dergisi çevresinde hasbelkader toplanmış İstanbul ve Ankara odaklı iki grubun, Devrimci Yol Bildirgesi’nin çıkışıyla belirginleşen ve 1978’de doruk noktasına varan farklılıkları iki grubun kesin olarak ayrışmasıyla sonuçlandığında, Selçuk, Devrimci Sol saflarında almıştı yerini.

Kocamustafapaşa’daki Artvin Kültür Dayanışma Derneği, Devrimci Yolcuların elinde kalmıştı. Kocamustafapaşa’daki insan ilişkilerinin özgünlüğünden midir, huyundan ve suyundan mı, bilinmez; hayli kavgalı-dövüşlü yaşanmış olsa da ayrılık süreci, Kocamustafapaşalı Devrimci Yolcular ve Devrimci Solcular arkadaşlık-dostluk ilişkilerini askıya almamışlardı.

Yine de Kocamustafapaşa Artvin Kültür ve Dayanışma Derneği, Selçuk’la buluşma mekânımız olmaktan çıkmıştı. Samatya’nın çay bahçelerinde birbirimizin gelip gelmeyeceğini bilmeden bekler ya da yolda gördüğümüz bir arkadaşla birbirimize haber gönderirdik.

İlk ortak ve doğrudan acımızla karşılaşmamız çok zaman almayacaktı. Bütün bir KMP AKDD sürecinde birlikte olduğumuz, ekmeğimizi, peynir, zeytin ve helvadan mürekkep “komün” gıdamızı bölüştüğümüz Devrimci Yolcu Ferruh Ataol’un KMP AKDD önünde faşistlerin saldırısına uğrayıp ağır yaralandığını öğrendiğimizde sarsılacaktık. (9 Ağustos 1978) Ferruh, çok sevip saydığımız bir yoldaşıyla yeni evlenmişti ve bizim kutlamamızın üzerinden de çok fazla zaman geçmemişti. Ferruh, bu saldırı sonucunda felç olacak ve Ankara’da tedavi edildiği hastanede yaşamını yitirecekti. (17 Ekim 1978)

Ferruh’u kaybedişimiz üzerinden çok fazla geçmemişti ki bir başka acıyla doldu yüreklerimiz. Mahallemin çocuğu Turgut İpçioğlu’nun vurulduğu haberi geldiğinde (07? Kasım 1978) Cerrahpaşa Hastanesi acil servise koşmuş ve Selçuk’la karşılaşmıştım. (Turgut, Devrimci Sol’a bağlı Liseli Dev Genç içinde yer alıyordu.) Acil Servis’te birlikte beklemiştik kırık dökük tümcelerle söyleşerek. Turgut, 10 Kasım 1978’de son nefesini verdi. Turgut’un Kocamustafapaşa’daki cenaze töreninde hemen bütün sol gruplar toplanmıştı ve mahallemizin ilk siyasî kaybı için mahalle ahalisi olarak ayrı bir kortej oluşturmuştuk.

Şiddet dozu giderek yükselen siyasî ortamda İstanbul’u yeniden keşfederken farklı bölgelerde karşılaşırdık Selçuk’la. Selâmlaşamazdık, merhabalaşamazdık. Birimiz, bir punduna getirip uzaklaşır, diğerine bırakırdı mekânı.

Sıkıyönetim koşulları ve devekuşu tavrını henüz aşamamış olsa da illegal davranmanın asgarî kuralları, buluşabilme olanaklarımızı iyice sınırlamaya başlamıştı. 12 Eylül askerî darbesi sonrasında ise herkes bir yerlere savrulmuştu. Selçuk’tan haber alamaz olmuştum. Bir yanım eksikti ve bu eksikliği gidermeye bile çalışamıyordum.

06 Şubat 1981’de İstanbul Emniyet Müdür Başyardımcısı Mahmut Dikler ile koruma polisi Turgut Ergülen, akşam saat 19.15 sıralarında Levent-Etiler kavşağında silahlı 3 kişinin makam otomobiline açtığı yaylım ateşle öldürüldü. Olayda iki polis de yaralandı. Olayı Türkiye Halk Kurtuluş Savaşçıları (THKS) adlı bir örgütün üstlendiği duyuruldu. Bu örgütün Devrimci Sol’dan ayrılan yeni bir grup olup olmadığı da tartışıldı ama bu “örgüt”ün aslında Devrimci Sol’un ilişkilerin açığa çıkmaması için ürettiği bir taktik ad olduğu da söyleniyordu. Mahmut Dikler suikastının zanlıları olarak Selçuk Küçükçiftçi, İlker Akan ve Bedri Yağan adları Devrimci Sol militanları olarak zikredildiğinde THKS’nin bir tür müstear ad olduğu konusunda pek de şüphe kalmamıştı.

Ondan sonrası zordu. Tek kanallı televizyonun haberlerini sonuna kadar izlemek ve her sabah sektirmeden ilk iş olarak gazetelerdeki haberlere bakmak… Selçuk’la ilgili olumsuz bir haber duymama isteğiyle yanıp tutuşmalar…

18 Şubat 1981’de İstanbul Emniyet Müdürlüğü, İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Mahmut Dikler’in katil zanlısı olarak aranan Selçuk Küçükçiftçi ile iki arkadaşının kaldıkları hücre evine yapılan baskın sırasında silahlı çatışma çıktığını, biri kadın iki Dev-Sol militanının yakalandığını, Selçuk Küçükçiftçi’nin ise yaralı olarak kaçtığını duyuruyordu.

Duymayı, öğrenmeyi istemediğim haber ise iki ay sonra gelecekti. 08 Nisan 1981’de İstanbul Emniyet Müdürü Şükrü Balcı, İstanbul Emniyet Müdür Başyardımcısı Mahmut Dikler’in öldürülmesine karar veren, eylemin istihbaratını yapan ve silahlı saldırıyı gerçekleştiren yasa dışı Dev-Sol örgütünün, ikisi ölü, ikisi yaralı olmak üzere toplam 11 militanının yakalandığını açıklayacaktı.

Açıklamaya göre; Selçuk’un kaldığı İstanbul Küçükköy’deki ev kuşatılmış ve 07 Nisan 1981’de Selçuk ölü olarak ele geçirilmiş. 1. Şube’ye sorgu için götürüldüğümüzde Selçuk’un ölümüyle ilgili farklı bir anlatım da duymuştum Dev-Solculardan ama bu daha sonra dillendirilmedi. Bu anlatıma göre Selçuk, kuşatma sonunda yaralı olarak ele geçiriliyor; ağır işkencelerden sonra infaz ediliyordu.

Sonradan öğrendiğimize göre Selçuk, Devrimci Sol’a bağlı Dev-Genç’in yöneticilerinden biriymiş ve Silahlı Devrimci Birliklerde (SDB) yer almış.

12 Eylül döneminde en çok ses getiren eylemin içinde yer almış ve neredeyse o eylemle özdeşleşmiş olan Selçuk’la ilgili olarak Devrimci Sol ve sonrasında da Devrimci Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi belgelerine baktığımda, onunla ilgili çok az bilgi olduğunu gördüm. Bu durumu yadırgamadığımı söylersem yalan söylemiş olurum.

Aradan geçen onca zamandan sonra bile Kocamustafapaşa, Yedikule ve Samatya sokaklarında dolaşmak zor geliyor. Her sokak, her cadde, sahilin her taşı onu anımsatıyor. Nereye baksam Selçuk…

Sahildeki eski çay bahçeleri yok artık. Selçuk da…

Çay bahçelerinin yokluğunu umursamıyorum da Selçuk’un yokluğu… Onu kabul etmek imkânsız.

Hemen şu köşeyi döndüğümde, sakin, sessiz, sesini hiç yükseltmeyen ve hiç öfkelenmeyecekmiş hissi uyandıran yaşdaşım, dudaklarından eksik olmayan tebessümüyle yaylana yaylana bana doğru yürüyecek(miş gibi)…

18 Ekim 2007 19.44