kadir güleç
türkiye’de ilk buz pisti, 1980’li yıllarda ankara’daki kurtuluş parkında açıldı. her türk genci gibi ilk gençlik yıllarını futbolla haşır neşir olarak spora bulaşmış, daha sonra kısa bir atletizm macerası yaşayarak sporla içli dışlılığını sürdürmüş biri olarak kurtuluş parkı’ndaki pistin ilk ziyaretçileri arasında olmam da olağan sayılırdı. zamanla tesislere abone olmuş, kendime ait bir çift paten sahibi olarak da en azından düz bir şekilde buz üstünde kayma becerilerini kazanmıştım.
bu yüzden show tv’de başlayan “buzda dans” yarışmasının da doğal izleyicileri arasında yerimi aldım. ama buz sevgisi nedeniyle izlemeye başladığım yarışmanın, birbirinden ilginç yarışmacıları ve jüri üyeleri arasında geçen hararetli diyaloglar ve yarışmacıların ilginç davranışları nedeniyle giderek müptelası oldum. bu tür yarışmaların, insanı kendi içine çekip, yarışmacılar, jüri üyeleri, sunucular ve izleyicilerden oluşan katılımcıları arasında oluşan, nerdeyse her insani ortamda karşılaşılan etkileşimlerin oluşturduğu atmosfer nedeniyle bir tür bağımlılık yaratma gibi bir özelliği var.
ilk yarışmanın gülleri arasında zeynep tokuş, bülent polat ve kıvrak danslarıyla buzu ısıtan asena yer alıyordu. son üçe de bu saydığım yarışmacılar kalmıştı. ama asena bin dereden su getirip, aslında, adı üstünde, buz üstünde kaymanın ağırlıklı olduğu ve dansla birleştirilmiş bir sporun temel öğesi olan kaymayı hemen hemen hiç gerçekleştiremediği ve zeynep tokuş gibi zarif görüntüler vermek bir yana, kütük gibi ortalarda dolaştığı halde jüri üyelerini de etkilediği polemikleri sayesinde bülent polat’ın yerine finale kalmayı başarmıştı. finalden de önde çıkmak için yapmadığı numara, sergilemediği figür kalmamıştı. televizyon başındaki yarışmacı-izleyici milyonlarca taraftardan biri olarak içim içimi yemiş, kızgınlıktan yerimde duramamıştım. neyse ki perihan mağden, asena’nın hiç çekinmeden aleni olarak sergilediği numaraları konu edinen bir yazı yazmıştı da bir oh çekmiştim.
[buradan (kendimden) yola çıkarak fark ediyorum ki, insanın kendi duygularını, düşüncelerini ifade etmesi, kendisi ifade etmese de bu duygu ve düşüncelerin başkaları tarafından da olsa dillendirilmesi insana büyük bir rahatlama hissi vermekte. düşünce ve ifade özgürlüğü, hiçbir işe yaramasa bile, insanları rahatlattığı için, insanların mutluluğu da en büyük amaç olduğundan son derece önemli. buradan, şu anda en önemli meselemiz olan kürt sorununa geldiğimizde, kürt’lerin kendilerini ifade etmelerinin ya da kendileri yerine duygu ve düşüncelerini dile getirecek temsilcilerin kutsal özgürlükler piyasasında yerini alması gerektiği net bir şekilde ortaya çıkıyor. ama dtp kürt’lerin çoğunluğunun duygu ve düşüncelerini gündeme getirmekten çok, belli bir azınlığın istekleri doğrultusunda davranıyor. sonuçta dtp için kapatma davası açılıyor ve kapatılsın mı, kapatılmasın mı tartışması başlıyor. kapatılmasının yarardan çok zarar getireceğini savunanlar çoğunlukta iken, gülay göktürk, yasalar uygulanmalıdır fikrini savunuyor. ben de (her zamanki gibi) her iki görüşe de katılıyorum, yasalar uygulanmalı, kapatılması gerekiyorsa dtp kapatılmalı, ama öte yandan hukuk, toplumun sağlıklı ve uzun yaşaması için gereken kurallar manzumesi olduğuna göre, toplumun sağlığı öyle gerektiriyorsa, kapatılma konusundaki yasalar daha esnek hale getirilmeli. tabii dtp barış barış haykırışları arasında savaş tamtamlarını öne sürer de biz aşağı kalırmıyız. bir yandan, istemeyerek de olsa kürt temsilcilerin meclise girmesine sesimizi çıkarmayız, bir yandan da sağduyulu davranan kürt’lerin bile sesini çıkarmasını engelleriz. üstelik hala kürt temsilcilerin ilk olarak meclise girmelerine önayak olmuş olan shp’ye kin kusmaya devam ederiz.]
gelelim buzda dansın ikinci perdesine. buzda dans yarışması, adından da anlaşılacağı gibi iki ana eylemden oluşuyor, buzda kayma ve dans. kanımca buzda dans daha ağırlıklı olmalı ama bu bir yarışma, bir oyun olduğuna ve oyunun kuralları yarışmayı düzenleyenler tarafından değiştirilebileceğine göre dans kısmı daha ağırlıklı olabilir ama bunun yarışma öncesinde tespit edilip açıklanmış olması gerekiyor.
şu anda sürmekte olan buzda dans yarışmasında öne çıkan iki isim var, yasemin hadivent ve ilhan mansız. ilhan mansız çok iyi kayarken dansta ve duyguları ifade etmede daha zayıf, yasemin hadivent ise ilhan mansız’ın bakışığı (simetrik). bu durumda, benim ölçütlerime göre, buzda dansın birincisinin ilhan mansız olması gerekiyor. ama kazın ayağı öyle değil.
buzda dansın hakemleri içinde en tutarlı ve kuralcı olanı, biraz şişkin egosuna rağmen (hangimizin ki değil) olcayto ahmet tuğsuz. yarışma başladığından beri, ilhan mansız’ın izleyicileri arasında türkiye böbrek vakfı’nın bir pankartını taşıyan bir grup çocuk var. sanırım bu hafta, ilhan mansız, yarışmayı kazandığı takdirde alacağı ödülü türkiye böbrek vakfı’na bağışlayacağını açıkladı. pek de açık olmayan, net bir şekilde belirlenip izleyicilere açıklanmamış puanlama ilkelerini kafasına göre yorumlayan (çünkü o egosu şişkin bir otorite) olcayto ahmet tuğsuz bey, kendi yumuşak uslubuna uygun şekilde küçük bir kıyamet kopardı.
evet zayıf insanlara yardım etmek bir erdemdi. (ne yazık ki hala hristiyan-müslüman-sosyalist ahlakının kırıntıları kol geziyordu). kendisi de bu insanlar için müzikler bestelemişti. ama bunları açıklamak doğru değildi. o olsa bunu açıklamazdı. (çünkü o bir otoriteydi). sesini çıkarmadan yarışmasını sürdürür, birinci olunca ödülü bağışlayacağını açıklardı. kutsal buz pistini duygularla lekelemenin alemi yoktu. her şey kurallara uygun yürümeliydi. kutsal buz pistinin kurallarına göre. kurallara göre en iyi olan kazanmalıydı. en iyi ise serbest buz pistinde en iyi dans edendi. buz üstünde en iyi kaymaya (emeğe) bile yer yoktu. artık devir değişmişti. devir dans devriydi. kazananlar ise buz pistinin güvensiz zemininde kendi ayakları üstünde kayanlar değil, güçlü ve uzman kayakçıların (girişimci / sermayedar) güvenli kollarında dans figürleri (hizmet) sergileyenler (küçük burjuva) olmalıydı. kutsal buz pistinin tam rekabet kuralları sonuna kadar uygulanmalıydı. serbest pistin kuralları, söz konusu olan yardıma muhtaç çocuklar bile olsa ihlal edilmemeliydi. zayıflara serbest pistte yer yoktu. vardı var olmasına ama, onlar da serbest pistin kurallarına tabii olmalıydı. serbest pistin kutsal kurallarıyla hiçbir şekilde oynanmamalıydı. yoksa kutsal pistin maksimum hazları vermesi nasıl mümkün olurdu?
dans ile buzda kayma karşılaştırıldığında biri zanaat (kalifiye olmayan emek), ikincisi sanat (kalifiye emek) anlamına gelmekte. artistik buz pateni şampiyonalarında da puanlama biri teknik (zanaat) öteki artistik (sanat) olmak üzere iki ayrı kategoride yapılıyor. burjuvazi, ihtiyaçlar hiyerarşisi içindeki temel ihtiyaçlarını (yeme, içme, barınma) çok rahat sağladığı için, giderek üst düzey ihtiyaçlarını (hazza yönelik ihtiyaçlar) karşılamaya yöneliyor. böylece efektif talebin yaratıcıları olan üst düzey gelir grupları daha çok haz ve daha yüksek hazlar talep etmeye başlıyor. (zanaat, sanat ilişkisi için fotoğrafçılığı örnek verebilirim. düzgün fotoğraf çekmek için gerekli bilgi ve hareketler sinsilesi fotoğrafçılığın zanaat kısmını oluşturmakta. iyi bir fotoğraf çekmek için fotoğraf makinesinin insanın yeteneklerinin ve algılama organlarının bir uzantısı haline gelmesi gerekiyor. bunun için de çok sayıda tekrar gerekiyor. bir süre sonra, belli bir görüntü elde etmek için gerekli ayarlar kümesi istenen etki ve görüntü verildiğinde otomatik olarak zihinde uyanmaya başlıyor. fotoğraf çekmek, yürümek kadar doğal bir refleks haline geliyor. artık işin teknik (zanaat) kısmı başarılmıştır. sanat kısmı ise çok daha karmaşık bilgi ve yetilerin kazanılması ve uzun bir eğitim süreci sonucunda ortaya çıkıyor. resim, felsefe, sinema, edebiyat gibi bir çok alanın etkinlikleriyle oluşan kültürel ortam içinde yürütülüyor fotoğrafçılık sanatı ). bir de işin işgücü arzı yönü var. zanaat yapacak yetenekteki insanların sayısı, sanat yapacak yeteneklere sahip olanların sayısından çok çok fazla. sonuçta, sanat (daha yüksek hazlar veren işler) yapabilmek için daha çok yetenek, daha çok bilgi ve daha çok emek gerekiyor. (burada söz konusu edilen zanaat ve sanat ayrımı tamamen kavramsal bir ayrım, gerçek yaşamda, arz ve talebin durumuna göre (yani marjinalistlerin görüşleri doğrultusunda) zanaata sanat, sanata zanaat muamelesi yapılabilir. sanat ve zanaat kavramsal ayırımı ise ancak uzun vadede piyasalar oturduğunda gerçek hayatta da benzer bir ayırıma tabi olur (emek değer kuramına uygun fiyatlar oluşur))
yasemin hadivent, başarıya aç, tutku dolu bir genç kadın. alev alev yanıyor. her an patlayacak bir yanardağ gibi ateşli. yerinde duramayan, her an önündeki karanlığa (que sera, sera, whatever will be, will be) atlayıp, onu yırtarak geçiverecekmiş gibi heyecanlı bir küheylan. öylesine hırslı ki, onca uğraş vererek bastırabildiği duyguları, bedene dar gelen bir gömleğin düğmeleri gibi teker teker atıyor. bir yandan da (burada haddimi aşmaya başlıyorum), nevrozlarda ortaya çıkan bedensel arazlarda olduğu gibi, vücudu, beden dili, duruşu kaskatı, kütük gibi ama zarif bir kütük gibi. yüzü ise donuk ve duygularını gizleyen maske, o kadar duyguyu gizleyecek denli kalın olduğu için, o kadar belirgin ki.
yasemin hadivent jüri üyelerinin de dikkatini çekmiş olmalı ki, yukardaki saptamalara temel olan bir tartışma da yaşandı pazar günkü elemelerde. iyice kayganlaşan buz pistinin kurallarını sonuna kadar savunan olcayto bey, yasemin hadivent’i yüreklendirmek için de elinden geleni ardına koymadı. buz pisti bir yarış alanıydı. yarışta iddialı olmak gerekirdi. duygularını, hırsını gizlememeliydi. iddiasını ortaya koymalı ve kazanmak için elinden geleni ardına koymadığı gibi duygularını da koyuvermeliydi. zaten nietzsche’nin düsturunun gereğini yerine getiriyor (bkz, “nerde o eski trajediler”), istediğini yapmak için var gücüyle savaşıyordu. bu savaşı duygularla da taçlandırmamak için bir neden yoktu.
peki ne yapılması gerekiyor. doğru olan davranış hangisi. daha önceki yazılarımdan anlaşıldığı gibi (okunduğunu ve anlaşıldığını umuyorum) serbest piyasa ekonomisine karşı değilim. hatta burada sözünü ettiğim, sosyal devlet ilkesini hayata geçirmek amacıyla serbest piyasaya ve kurallarına yapılan müdahalelere karşı olunmasına da bir yere kadar karşı değilim. serbest piyasanın kendisinden beklenen optimal çıktıları sağlayacak şekilde işlemesine bir yere kadar izin verilmeli. bir yer dediğim yer de son derece hassas bir şekilde tespit edilmeli. piyasa maksimum çıktısını ürettikten sonra gelir transferleriyle sosyal devlet uygulamaları hayata geçirilmeli. (john rawls’un “bir adalet teorisi” adlı kitabında ortaya koyduğu ilkelere yakın bir şekilde davranılmalı, serbest piyasanın yarattığı aşırı eşitsizliklere, ancak yoksulların da yararına olduğu durumlarda izin verilmeli.) serbest piyasanın maksimum çıktısından devletin elde ettiği gelir (saptanmış) sosyal gereksinimleri karşılamaya yetmiyorsa, çıktıyı maksimum düzeyinden aşağıda gerçekleştirebilecek müdahaleler yapılmalı, bu müdahaleler de doğrudan piyasanın işleyişine yönelik müdahaleler değil, vergi oranlarında oynamalar gibi dolaylı müdahaleler olmalı.
insanlarsa otantik olmalı. yani kendileri olabilmeli. kendileri olmak için de, nietzsche’nin dediği gibi kendi istediklerini yapmalılar, topluluklara ve ahlaklarına (sürü ahlakı) aldırmamalılar. ama bu aldırmama da diğerlerinin özgürlüklerinin başladığı yere kadar olmalı. bana göre de insanların dayanışması, zayıflara destek olunması, gelirin olabildiğince adil dağıtılması da bu özgürlüklerin sınırlarını oluşturmakta. (bkz, “gelir topluma aittir”, her izan sahibi otantik bireyin bu yazıda ortaya konulan ana fikre katılacağına inanıyorum.)
03 aralık 2007