Mustafa Lütfi Kıyıcı
taraf gazetesi, 11 haziran 2008

taraf’ta yayınlanan yazısında cezaevi arkadaşım selçuk şahin polat birilerine cevap verirken; “o gün deniz’in örgütlenme önerisine karşı çıkanlar ve atatürkçü düşünceyi o gün ve bugün de hâlâ savunanlar istanbul’daki yoldaşlarıdır. dolayısı ile deniz bu kemalist kadrodan koparak ankara’ya gelmiştir” deyince, kastedilenin devrimci öğrenci birliği (döb) mensubu arkadaşları, onun deyimi ile yoldaşları olunca, kemalist olarak anılmamıza ve hâlâ kemalist olduğumuz tespitine itiraz etmiştim. “bu sana yakışmaz, çünkü doğrusunu bilmiyorsun ve bizi, böyle olmadığımız sıfatlarla anmak sana yakışmaz, kimsenin de haddi değil!” diyerek bir kısa cevap yazdım ve bu cevap 29 mayıs günlü taraf’ta yayınlandı.

niyetim, samsun-ankara yürüyüşünden amerikalılar’ın denize dökülmesine istanbul üniversitesi’nin işgal ve boykot hareketlerine kadar bugüne değin sözü edile gelen eylemleriyle anılan, sonra fikir kulüpleri federasyonu’na katılarak dev-genç oluşumunu sağlayan, katkıda bulunan, her zaman dev-genç istanbul bölge yürütme kurulu’nu oluşturan, yaşayan ve yaşatılan arkadaşlarımızın haksızlığa uğramasını önlemeye çalışmaktı. çünkü biz kemalizmi yani, kurtuluş ve cumhuriyetimizin kuruluş yapıtaşlarını oluşturan bu düşünceyi önemsiyor, ancak, çağdaş uygarlık düzeyine sosyalizm idesi ile ulaşabileceğimize inanıyorduk. bu sıfatın bizi tarif etmediğini selçuk da biliyordu. bu nedenle, “hem kemalist kadro deyip hem de yoldaşlıktan bahsetmek sana yakışmaz, kimsenin de bizi bu sıfatla anması haddi değildir” demiştim.

haksızlık diye düşündüm.

hani solculuk hak almayı gerektirir ya, kendimize yapılan bir haksızlığı düzeltmekti hesabım.

aslında, “analar ne teorisyenler doğuruyor, artık sırtımız yere gelmez!” diye ilgiyle izlediğim bir tartışma ortamına katılmak değildi niyetim. sadece hiç de olumsuzlamadığım bir sıfatla anılmaya tepkiydi benimkisi. tartışmaları irdeleyince “bir kısım yazarların” da böyle düşündüğünü gördüm. düşünün ki, 12 mart’ta sorgulayıcılarımız daha ağzımızı açmadan, adımızı soyadımızı yazdıktan hemen sonra ilave ediyorlardı. “ben marksist-leninistim!”

bu teorisyenler de demek ki onlardan daha iyi biliyorlardı yaftacılığı. harun karadeniz, “burada bir iş var” düşüncesi ile ifadesine bu sıfatın yazılmasına ısrarla karşı çıkmış ve “artı değerin oluşmamasını savunuyorum” anlamında bir şey yazdırmak için kanser hastalığına rağmen direnmiş ve başarmıştı.

tartışmalara gelince; hüseyin çakır’ın 4 haziranda yayınlanan yazısında belirttiğinin aksine bizim 68’i tapulu malımız gibi gördüğümüz tespiti yanlıştır. adı üzerinde toplumsal olaylar bunlar. toplumu oluşturan her fikir sahibi de eleştirir. ancak eleştirinin doğru tespitlere dayanması, bilgi sahibi olunması ve onun üzerine eleştirilerin inşa edilmesi gerekir. yoksa bunlar liberal gevezelikten öte anlam ifade etmez. zaten bunu yapanlardan çok vardır. iyi konuşur iyi yazarlar. ama o kadar! sadece konuşur ve sade yazarlar.

gelin doğrusunu konuşalım. bize ulusalcılık yaftasını bir suçlama gibi yapıştıramazsınız. biz elbette ki aynı zamanda ulusalcıydık. ama bu bir bütünün yani sosyalist bütünselin içinde var olan bir olgu idi. ondan bağımsız ve sadece o kadar değil.

68’li yıllarda çığ gibi büyüyen bağımsızlık hareketlerinin adlarına, sosyalizm için savaşan ulusların ulusal kurtuluş ordusu adını kullanmalarına, antiemperyalist tavrın adına ne diyeceğiz?

kaldı ki milli sözcüğü yani bugünkü kullanımıyla ulusalcılık, türkiye özelinde olumlu anlam taşır. kurtuluş savaşımızın adı milli kurtuluş savaşı’dır. hoş onu da ardındaki ingiliz emperyalizmini, görmeden lozan’da karşımızda yunandan çok ingilizin varlığını görmezden gelerek antiemperyalist karakterini yok sayıyorlar ya! ne gam!

özetle, kemalizm diye bir ideoloji varsa onun “bağımsızlık ve özgürlük benim karakterimdir” belgisini önemsiyor ve önemli bir kazanım olarak kabulleniyorduk. öyledir de. oysa yazarlar neredeyse kemalizm sözcüğünden bile nefret ediyorlar. akla abd emperyalistlerinin ve ab sömürge valisi kılıklı kişilerin kemalizmden vazgeçilmesini isteyen telkinleri geliyor ister istemez.

yayınlar, mahkemelerdeki savunmalar ortada.

tezimiz ne idi? dev-genç başkanı atila sarp’ın dediği gibi, “önce milli demokratik devrim bilahare sosyalist devrim.” yani ulusal demokratik devrim. neyi tartışıyoruz? inkâr mı ettik.

cuntacılık meselesine gelince, bizim dahlimizin mümkün olmadığı, dışımızdaki bir oluşumdur. siz soğuk savaş şartlarında pentagon eğitiminden geçmiş, 27 mayıs’ı yeterli bulmayan bir nevi ikbal peşindeki askerlerin “komünist” kimlikli kişilerle yan yana gelebileceğini mi düşünüyorsunuz. tüyleri bile diken diken olur. her cunta hareketinin başarısı abd’den icazetle mümkün olduğu bilinmeyen bir gerçek midir?

toplumda bir hareketlenme varsa bundan yararlanmak isteyenlerin olması doğaldır. hele onlar 14’ler hareketinde olduğu gibi iktidarı sivillere devretmek istemeyenler olursa, seni kullanmak isteyebilirler. doğan avcıoğlu gibi bir teorisyen de bulmuşlardır. her yapılan eylemi kendi hanelerine yazıp yararlanmak istiyor olabilirlerdi. hasan cemal’in anıları açık.

ama bir üst rütbelinin ya da makamın emrine de uyarlar. uymuşlardır da 12 eylül’ü anımsayın.

peki, biz onlara, olaylara bigane miydik? doğan avcıoğlu ile görüşmemiz; aslan çocuklar, sağolun var olun seviyesindedir. siyasette kullanmak, kullanılmak karşılıklıdır. onlar asker mantığı ile herkesi kendi denetiminde sanırlar. bazıları da leblebi gibi bomba patlattırdığı halüsinasyonuna kapılabilir. bunların bir kısmı deniz harp okulu tevkifatında yargılanan sarp kuray ve arkadaşları için doğru olabilir. ruhi koç ve hasan isimli denizci cuntayı deşifre eden bir rütbelinin balkonuna bomba attılar ve yargılandılar. bunun dışında münferit olaylar olmuş olabilir. bir sistem yoktur.

benim anlamadığım ve bana ters gelen şu; “milliyetçilik/ ulusalcılık” özdeşliği.

böyle kullanıyor bu tartışmacı arkadaşlar. milliyetçilikle ulusalcılık aynı ve özdeş midir? çünkü kütahyalı’nın yazısının intihal olduğunu iddia eden ve belgeleyen doğan gürpınar böyle kullanıyor. çoğu yazar da. siz bu yanlış tespitin üzerine tezlerinizi inşa ederseniz her temeli çürük bina gibi yıkılır. (kütahyalı’nın intihali konusunda, internette, (kuyerel)turk 68’i ve bir intihal vakasi başlığı ile yayınlanmış. başka yerlerde de vardır.)

milliyetçilik sizi son tahlilde faşizme götürür. ulusalcılık enternasyonalizmi, uluslararası demokratik güçlerle dayanışmayı reddetmez, tersine ön şart olarak kabullenir. filistin’de savaşmak somut örnektir. mihri belli’nin üzerimizdeki etkisinin sadece teorik yazılarından kaynaklandığını düşünürseniz yanılırsınız. bu etkinin yunan iç savaşındaki enternasyonalist pratiğinden de kaynaklandığını bilmelisiniz.

bizleri neredeyse hayaller’in, samastlar’ın, veli küçükler’in esin kaynağı haline getirme düşüncesi iftiradan öte anlam taşımaz. bunlar kafasında devrim düşüncesi olmayan, onu yaşamayan, niyeti de olmayan kişilerin gevezeliğidir.

doğru yanlış, 68’de biz devrimci bir ortamdaydık. elimizi uzatsak yakalayacaktık sanki. böyle düşünüyorduk. ütopyaya yasak olmaz.

devrim yapmayı düşünüyorsanız bir strateji belirlemeniz gerekir. burada temel soru; “kiminle beraber, kime karşı?”dır. bu sorulara cevap vermeye çalıştığınız zaman dostunuzu ve düşmanınızı tanımlarsınız. her ülkenin devrim stratejisi kendine özgü biçim ve yöntemler gerektirir. reçetesi yoktur.

sosyalist söylemde sık tekrarlanan; “somut şartların somut tahlili!” olgusu. daha somutu da, şu toplumun kimyasını tıpkı tarla gibi doğru tespit etmezseniz doğru sonuca ulaşamazsınız.

tartışılan bu olduğu için söylemeliyiz ki, ulusalcı karakterini koruyan kemalistler de dost kategorisindedir. ulusal kurtuluş geleneği gereği böyle olmalıdır.

ayrıntıya girmeyelim, kemalizm neden olumsuz oluyormuş. gelin bunun üzerinde duralım biraz. denizin babasına yazdığı son mektupta, “beni kemalist düşünceyle yetiştirdiğin için teşekkür ederim” dediğini anımsayın.

hepimiz kemalist düşünceyle yetiştik diyebilirim. dev-genç pankartlarının sol köşesinde mustafa kemal atatürk’ün avcı kalpaklı resmi vardır. harun karadeniz’in başkanlığını yaptığı itü talebe birliği’nin yurttaki odasının duvarında da aynı görünümün yer aldığı kocaman bir duvar halısı vardı.

biz öyleydik de tip’li arkadaşlarımız farklıydı demeyesiniz diye bunu örnekledim. unutmayın ki, fransız emperyalizmine karşı savaşan cezayirli savaşçıların da koynundan mustafa kemal’in resimleri çıkıyordu.

dönemin bence önemli yanlışı halil berktay’ın ortaya attığı ve aslında doğru kabul edilmesi gerekirken, mahir dahil tüm teorisyenlerimizce farklı nedenlerle eleştirilen “sol” kemalizm, sağ kemalizm tartışmasının gurupçuluk ve cuntacılık tartışmaları arasında, kaynaması, geçiştirilmesi olmuştur.

öyle ki, 1919=1969 söylemiyle samsun’dan ankara’ya yürüyen bizler “kemalizmin günümüzdeki takipçileri biziz” diyorduk. bizi yargılayanlar da mahkûm edenler de kemalist oldukları iddiasını taşıyorlardı. gariplik bu tartışmayı es geçmek ve yerli yerine oturtmamak olmuştur.

söyleyeceklerimi bitirirken, hüseyin çakır 4 hazirandaki yazısında adımı zikrederek yanlış şeyler söylüyor; düzeltmesini öneriyorum.

deniz’in bizden neden ayrı düştüğünü bir kez daha anlatmaya çalışayım. “deniz’e legal ortamda hayat hakkı tanınmadı. olmadık suçlarla üst üste cezaevlerine atıldı,” demiştim. son cezaevine girişi, yıldız teknik’te bulunan iki dürbünlü tüfek olayıdır. yıldız teknik faşistlerce ele geçirilmek üzere hedef seçilmişti. saldırılar üst üste gelmeye başladı. battal mehetoğlu’nun katledilişinin sabahı, henüz cenazesi yıldız’da iken birlikte gitmiştik ve deniz’i orada fotoğraflamışlardı. savunma amacıyla alınan, bu iki basit, avcılıkta kullanılmak için yapılmış yerli üretim tüfekler bize de gösterilmişti. öğrenci çoğunluğunun oyu ile seçilen bizim arkadaşlarımızın yönetiminde olan okula yapılan sürekli saldırılar ve mehetoğlu’nun öldürülüşünün ardından alınan bu tüfekler deniz’e mal edildi. ve aylarca cezaevinde tutuldu. sağmalcılar ve ardından bursa’ya sürüldü. gene uydurma bir gerekçeyle dev-genç bölge yürütme kurulu başkanı olan cihan alptekin cezaevine atıldı. gerekçeler gene uydurma idi ve “bağımsız ve de tarafsız” yargının tüm aşamalarından geçerek bu kararlar uygulandı. ardından da deniz askere alınmak üzere askerlik şubesine teslim edildi ve cezaevinden yeni çıktığı için teslim olmak üzere kısa bir izin verildi.

anımsayın nâzım hikmet de onca cezaevi hayatından sonra askere alınmak istenmiş ve bunun üzerine ülkeden firar etmek zorunda kalmıştı. bu nedenle deniz cezaevinden çıktığında daha önce bulunduğu filistin’e gitmek istiyordu. silahlı örgüt kurmak değildi niyeti. yol gösterici istedi bizden ve bu sağlandı. suriye’ye ve ardından filistin’e gitmek için yol göstericiyi odtü’de beklerken yusuf, hüseyin ve sinan’ın daha önceden oluşturmuş olduğu thko oluşumuna katıldı. silahlı örgüt kurmak değil, katılmak söz konusudur burada. ancak deniz’in olduğu yerde lider her zaman olduğu gibi deniz’dir. burada da böyle oldu.

bursa cezaevi’nden çıktığında onun bizden ayrılması bizim kemalist, onun proleter devrimcisi olmasından değildi anlayacağınız.

biz; 15/16 haziran olayından sonra, 29 mayısta yayınlanan kısa cevabımda da belirttiğim gibi, “‘sonuçta biz öğrencileriz, bu işin sahipleri ortaya çıkmıştır. işçi birlikleri’ne ağırlık vermek gerekir” düşüncesine ulaşmıştık” demiş ve ‘işçi sınıfı için de çalışmak nankör ve uzun sabır isteyen bir iştir, bu çalışmalarımız ne deniz’i ne kader yoldaşı cihan alptekin’i tatmin etti, edemezdi de zaten’ demeye çalışmıştım. ben “işçi birliklerine ağırlık vermeye başladık” derken “birliği” örgüt anlamında kullandım. “harun karadeniz ve arkadaşları işçi sınıfın içinde fabrikalarda, mahallelerde çalışıyorlardı” diye hüseyin çakır beni cevaplıyor. işçi birliği sendikalardan ayrı bir örgüttür. sendika dışında örgütlenme biçimidir. onun için saygın harun karadeniz adını kullanarak “onun arkadaşları fabrikalarda ve mahallelerde çalışmalar yapıyordu” demesi yersiz. her devrimcinin görevi elbette ki bu çalışmaları yapmaktır. rutindir bu. ancak, 15/16 haziran ile ilgili bilgi sahibi olmak isteyenlerin sırrı öztürk’ün 15/16 haziran ile ilgili kitabının ilk baskılarını bulmalarını, orada özellikle arka sayfalara koyduğu evrakları, resmî tutanakları okumalarını, kimlerin yargılandığına iyice dikkat etmelerini öneririm. o zaman ne dediğim daha iyi anlaşılır. hüseyin çakır’ın anladığı anlamdaki birliğin ya da işçi içinde çalışmaların ezeli taa iştirakçi hilmilere, numan ustalara kadar gider.

gelelim denizlere ve onların şahsında 68’e saldırılara!

amaç ne? bunların bir kısmı 68’i 68 yapan eylemlerin hiçbirine katılmayan, katılmak bir yana barikat kuran dönemdaşlarımızın fikri takipçileri olması mı?

olabilir.

denizlerin şahsında yeniden ilgi odağı olan eylemliliğin önlenmesi mi? çünkü 68 sol ve eylemci bir kavram.

olabilir.

aslında olabilirlikleri sıralamak o kadar kolay ki, saymakla bitmez.

gene de sevgi ve saygı ile kalın. hak bilir olmanız dileği ile.

* devrimci öğrenci birliği (döb) kurucusu