Orhan Yalçın Gültekin
Ahmet Altan’ın 24 Haziran 2008 tarihli Taraf gazetesinde yayınlanan yazısını bir kaç kez okudum.
Birileri 2004’ten beri darbe yapmaya çalışıyor(muş); “Bazen bizzat askeriye buna hevesleniyor, bazen muhtıra yolu deneniyor, bazen sivil toplum kuruluşları cepheye sürülüyor, bazen de yargı bu amacı gerçekleştirmek için harekete geçiyor.”(muş)*.
Bu darbe tezgahçılarının kimler olduğu bence meçhul! Daha meçhul olanı ise niçin darbe istendiği…
Ahmet Altan, niçin darbe istendiğini biliyor. Darbenin iki temel hedefi bulunuyor(muş):
Birincisi, hızla uyanan halkı siyaset dışında tutabilmek(miş)…
İkincisi de, Avrupa Birliği’ne giden yolu kesmek(miş).
“Hızla uyanan halk”… Bu büyük bir sav. Bu “hızla uyanan halk” hangi konularda uyanıyormuş, ben anlayamadım. Biri anlatır umarım.
“Avrupa Birliği’ne giden yol”… Bu, bana hep o meşhur deyişi anımsatıyor… Sakallı Celal (Celal Yalnız) mı söylemişti? “Türk aydınları, dümeni bozulmuş, karaya oturmak üzere Doğu’ya giden bir gemide, arkaya doğru koşup Batı’ya gidiyoruz kuruntusuna kapılan yolculara benzer.”
***
Bu darbeciler “‘irticanın’ gelmeyeceğini biliyorlar(mış). İhracatı 120 milyar dolara yaklaşan ve bu ihracatın önemli kısmını Anadolu’daki ‘muhafazakâr sermayenin’ gerçekleştirdiği bir ülkede irtica olmaz(mış). Bizzat o sermaye irticaya karşı çıkar(mış). Avrupa yolunun kapanmasını ve ihracatın durmasını istemez(miş) çünkü.”
Peki “İstanbul Dükalığı”? Onlar varken irtica olur mu? “Darbe” yüzünden Avrupa Birliği yörüngesinden çıkmış (!), dışlanmış ve muhtemelen yalıtılmış (!) bir Türkiye mi istiyor “patronlar kulübü” TÜSİAD? Bu darbeciler, “İstanbul Dükalığı”nın sermaye yapılarını, uluslararası ve ulus-aşan sermaye gruplarıyla ilişkilerini düşündüklerinde bizzat o sermayenin de irticaya karşı çıkacağını düşünmezler mi?
“Muhafazakar sermaye”nin de “İstanbul Dükalığı”nın da irticaya karşı olduğunu anlayabilecek kapasitede olması beklenen hangi güçler “irtica”yı bahane edebileceklerini düşünerek darbe yapmak istemektedirler?
“Muhafazakar sermaye”nin de “İstanbul Dükalığı”nın da “halkın uyanışı”nı engellemek için tarih boyunca ellerinden geleni ardlarına koymadıkları bilinen-bilinebilecek bir gerçekken, bu darbeciler “hangi uyanış”ı önlemek için darbe yapmak istemektedirler?
“Muhafazakar sermaye”nin de “İstanbul dükalığı”nın da “Avrupa Birliği”ne girme kuruntusuyla hareket ettiğini bilmesi gereken bu darbeciler, kimlerle birlikte bu darbeyi başaracak ve hedeflerine ulaşacaklardır?
Dahası, kimdir bu darbeciler hakikaten?
Mehter takımı gibi iki ileri bir geri mi yapıyorlar, yoksa bir ileri iki geri mi?
Ordu, niye amacı uyanmamakta ısrarlı bir halkı siyaset dışı tutmak ve Avrupa Birliği’ne giden yolu kesmek olan bir darbe peşinde koşsun?
O ordu, hemen hemen her uzvuyla ABD’sinden AB’sine zaten girmiş değil mi? 27 Mayıs’ta NATO’ya da CENTO’ya da bağlılığını bildirmiş, 12 Mart’ta Ortak Pazar’a girme hesaplarına ivme kazandırmış, 12 Eylül’de bunu bir kaç adım ileri taşımış ordu mu Avrupa Birliği’ne giden yolu kesmek için darbe yapacak?
***
Şimdi birileri bu yazdıklarımdan sonra, “vay darbeci vay, ne darbeci var ne darbe tezgahı var demeye getiriyor” diye yazarsa, onlara yalnızca şöyle söyleyebilirim: “Haydi oradan!”
Yürkiye’de darbe tezgahçıları da vardır, darbeciler de ama tezgahlanmak istenen darbenin gerekçeleri arasında ne “hızla uyanan halkı siyaset dışında tutabilmek” ne de “Avrupa Birliği’ne giden yolu kesmek” vardır; darbe tezgahının devindirici güçlerinden biri, tam da Ahmet Altan’ın “taktik” olarak tanımladığıdır: “Şeriat” ihtimali… İkinci bir devindirici güç ise “bölünme” ihtimalidir; bu ihtimal yalnızca “Kürt meselesi” de değildir; “SEVR meselesi”dir.
Konu, herhangi bir kimse ya da çevrenin bir “şeriat ihtimali” ve “SEVR ihtimali” olup olmadığı hakkındaki görüşü ile ilgili değildir; Türkiye’de değişik çevreler bu ihtimallerin varolduğuna inanmaktadırlar. Bu “inanç”larını kanıtlamak için de yeterince kanıt bulabilmelerine şaşmamak gerekir. Mebzul miktarda masa başında üretilmekte olan kanıtlara ise ihtiyaç bile yoktur.
Konu, önemli bir bölümü çok uzun yıllar Türkiye’nin batılılaşmasının ve bu temelde aydınlanma ve modernleşmesinin simgeleri olmuş ve yalnızca bu yüzden hem “muhafazakar toplum” hem de devlet tarafından marjinalleştirilmiş ve/veya “muhalefet”e mahkum edimiş ve demokrasi havarisi kesilmiş ama asla sol olmayan kesimin bu ihtimallerin varlığına inanıp mevzilenirken bu kadar “devletçi” ve “orducu” kesilebilmiş olmasıyla ilgilidir. (Ziverbey mağduru İlhan Selçuk, ne tür bir dönüşüm geçirerek işkencecisini “affeder” duruma gelmiştir?)
Konu bir başka yönüyle de millî kurtuluş savaşı döneminde de varolan, Türkiye Devleti’nin ama daha çok da Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşuyla belirginleşen ve 1950’den günümüze “millî irade” ile işbaşına gelmiş ve Türkiye’yi yönetmiş sağ partilerin iç dengelerinin değişmiş olmasıyla da ilgilidir. Genelde “statükocu muhafazakar” merkeze sahip sağ cenahta artık “başka” bir muhafazakar çizgi ön plana çıkmış ve merkeze kurulmuş görünmektedir. Bu “başka” muhafazakar çizginin tanımlanmasındaki sorun, Türkiye’nin en önemli meselesi durumuna gelmiş görünmektedir.
Kişisel kanım, sözkonusu kanat, “status quo” değil “status quo ante” (daha önceki durum) yandaşıdır. Bu “daha önceki durum yandaşlığı”nın ne anlama geldiğini başka bir yazıda irdelemeye ve açıklamaya çalışacağım.
* Aksi belirtilmedikçe ayraç içindeki “-miş”ler bana aittir.