Orhan Yalçın Gültekin

Okan Aslan’ın “Devrim: bekledim de gelmedin!” başlıklı yazısı, neresinden tutarsanız tutun, her tarafından dökülen bir yazıdır. Neyine, nasıl yanıt verilebileceği de şüphelidir.

Yazar, kaynağı kendinden menkul bir takım savlar ileri sürüyor, bir takım sınıflandırmalar yapıyor. Okurken, sanki yaşanmış ve yaşanmakta olanlar ile söylenmiş ve söylenmekte olanlardan değil de Ay’da mı, Mars’ta mı, nerede olduğu belli olmayan bir gezegen ya da ülkede olup bitenler, söylenenler üzerine akıl yürütmelermiş gibi geliyor insana. Belli kavramları (sosyalizm, komünizm, Marksizm vb.) kullanmıyor olsa, herhalde uzayda bir yerlerde böyle söyleyenler de vardır, böyle yaşanmışlıklar da bulunuyordun diye akıl yürütmeniz işten bile değildir.

Ne ki o kavramlar çerçevesinde açıkladığından ve o kavramlar üzerinden tasvirler yapmaya çalıştığından, o mahut Soğuk Savaş sağcılığını ayan beyan görülebiliyor. Özgün olan, bütün bunların özgün şeylermiş gibi sunuluyor olması…

Tartışmaya esas olabilecek metinlerde beklenen kaynak gösterilmesidir: şu şahıs ya da grup böyle demiştir, filanca da şunları şunları söylemiştir… Bunlar ortada yok.

Bu tür durumlarda hep hatırlatıyorum; kabak tadı verse de hatırlatmayı sürdüreceğim. Mahir Çayan’ın yazıları arasında “bilimsel namusluluk” üzerine bir bölüm vardır. Şöyledir:

“Herhangi bir düşünce sistemine kişi katılır veya katılmaz, bu seçiş tamamen ona ait ve onun özgürce yapacağı bir zihni işlemdir. Ancak ister kabul edelim ister etmeyelim bilimsel namusluluk içinde kalmak istiyorsak, düşünce sistemlerinin kanun ve tezlerini tahrif etmeden ortaya koymamız gerekir. ‘Bilimsel namusluluk’ için bu da yetmez; hangi dünya görüşü olursa olsun o düşüncenin ustalarının eserlerine yapılan tahriflere müdahale ederek sübjektif olarak kabul etmesek bile, meseleyi objektif olarak ortaya koymamız ve yapılan tahrifatı düzeltmemiz gerekir.” (Mahir Çayan, Revizyonizmin Keskin Kokusu 1)

Ne ki yazarımızın zaten tartışmaya niyeti yok! O, şöyle yazarken desteksiz atışların dayanılmaz hafifliğini beyninin her bir hücresinde hissediyor olmalıdır:

“Prensip olarak hiç kimseye cevap göndermiyorum ve yazmaya da devam edeceğim.”

Metnin üslubu kahvehane muhabbetinden sonuç çıkarmalara benziyor. Kahvehane sohbetlerinde büyüklerden biri “İşte gomonizm şöyle şöyle bir şeydir, çok fenadır; anlatılamaz, tööbe tööbe” der; gençler de ağzı açık ayran budalası gibi dinler ve anlatılanı beller. Yazarın indinde Mustafa Kemal’in bir kıymet-i harbiyesi olsa “Gomonizmin başı her görüldüğü yerde ezilmelidir” mealindeki türetilmiş sözü eklemekte de bir beis görmeyecekti herhalde.

Yazıda fikir yok ki eleştirilebilsin. Ancak düzeltmeler yapılabilir ve o düzeltmeler üzerinden neyin ne olup olmadığı anlatılabilir.

Okan Aslan’ı okurken şöyle düşündüm: Ya bizim dönemin Milli Güvenlik Ders Kitabını okuyacak yaştadır ya da sahaflardan 1 YTL’ye satılan kitaplar arasından alıp okumuş ve etkilenmiş.

Efendim, bizim dönemimizin lise ders kitapları arasında yer alan Milli Güvenlik Ders Kitabı Komünist Kamp diye bir haritaya sahipti ve altında da o kampa mensup ülkeler yazılmıştı. SSCB ile başlanıyor, ÇHC, Arnavutluk, Yugoslavya, Romanya da dâhil kendini sosyalist ya da demokratik cumhuriyet olarak adlandıran bütün ülkeler sıralanıyordu. Milli Güvenlik Ders Kitabının yazarları bir kaç şeyi unutmuşlardı: ÇHC ve Arnavutluk’un SSCB’yi sosyal emperyalist olarak gördüklerini ve SSCB’ye karşı savaşım verdiklerini, Yugoslavya’nın daha kuruluşunu izleyen yıllarda SSCB tarafından aforoz edildiğini ve bağlantısızların en önemli ögelerinden biri olduğunu, Romanya’nın iki arada bir derede durduğunu, Kore DHC’nin hem SSCB hem ÇHC’ye eşit mesafede durduğunu… Saymakla bitmez. Soğuk Savaş sağcılığı ve milli güvenlik güçleri için solda olmak, SSCB yandaşlığı demekti. Başka bir şeylerin olabileceği, akla gelmiyordu.

Aradan otuz yılı aşkın bir zaman geçtikten sonra, sosyalizm, komünizm vb. üzerine aynı yaveleri okumak sıkıcı oluyor. (Tesellisi ise şudur: yeniyetme liberallerin saklamaya gerek görmeden askercil söylemleri kullanabiliyor olduğunu görmek…)

Aynı yaveler, çünkü kavramlar bile handiyse aynı… Aklı başında bir akademisyen ya da konulara yakın olan biri, kalkıp da “Marksist sistem”, “komünist sistem” der mi? Okan Aslan, demekte bir beis görmüyor.

SSCB=Komünizm, bir soğuk savaş paradigmasıdır.

Okan Aslan, ne Türkiye solu ne de Dünya soluna dair hemen hiçbir bilgiye sahip değil.

O sanıyor ki, dünyada ve Türkiye’de kendisine Marksist, komünist diyen herkes, her grup, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’ne (SBKP) biat etmişti.

Batı solunda daha Ekim Devrimi ile başlayan eleştirilerin olduğunu, olup bitenin bir devlet kapitalizmi anlamına geldiğini vb. savlayanların da olduğunu bilmek gerekiyor. Dünya sosyalist-komünist solu, daha Ekim Devrimiyle birlikte itirazlarını dillendirmişti oysa. Kronstad, bu konuda ilk eylemli uyarıydı. İspanya İç Savaşı ise bambaşka bir ayraçtı.

Türkiye Solu’nun kahir ekseriyetinin SSCB eleştirisinin Lenin ve Stalin’i eleştiriden büyük ölçüde muaf tuttuğu ne kadar doğruysa, verili durumda SSCB ile ilişkileri de öylesine farklıydı.

Türkiye Solu’ndaki 87,5 küsur fraksiyonun kaç tanesinin SSCB’yi kapitalist, kaçının revizyonist, kaçının ideal sosyalist olarak tanımladığını bilmek gerekiyor. Bunu bildiğiniz zaman, şaşırıp kalırsınız.

SSCB ne derse haklıdır diyenler, yalnızca TKP çevresiydi. TİP, ikircikli de olsa SSCB ile saf tutuyordu.

Solun önemli bir bölümü, değil SSCB yandaşı olmak, onu kapitalist ve hatta sosyal-emperyalist olarak görüyordu. Bir dönem “İki Süper Devlet – Yıkılacak Elbet” ve “Ne Amerika Ne Rusya” sloganlarıyla yeri göğü inletenlerin bir kısmı daha da ileri gitmiş ve baş düşman Sovyet sosyal-emperyalizmidir bile demişti.

Solun en geniş bölümü ise, SBKP’yi modern revizyonist olarak görüyordu.

O günün bildirge ve temel belgelerinin bir kısmı bugün bile –internet sayesinde- erişilebilir durumdadır.

Okan Aslan’ın bütün bunları bilmeden ya da bilmezden gelerek “Marksist sistemler 1990’lı yıllardan itibaren çözülmeye başladığında dahi devrimcilerin devrime inançları ve umutları asla eksilmemiştir. Hatta birçok devrimci, Sovyetler birliğiyle beraber çöken komünist sistemin arkasından, biraz da hayal kırıklığıyla bakarak, ‘aslında yaşanan sosyalizm değildi. Sosyalizm asıl şimdi!’ gibi, yenilen pehlivan güreşe doymaz tarzından bir yaklaşım sergilemişlerdir.” tarzı akıl yürütmelerinin ciddiye alınabiliyor olması bile yadırganacak bir şeydir. Ya herkeste bir akıl tutulması ya da ciddi bir bellek erozyonu vardır.

Okan Aslan’ın bilmesi/öğrenmesi gereken birkaç konu vardır:

1) Marksist sistem filan yoktur; böyle bir sistemin varlığı soğuk savaş sağcılarının uydurmasıdır. Onlar anlamadığı bir şeyi, kendilerince adlandırmışlardır.

2) Komünizm ile sosyalizm bir ve aynı şey değildir. Sosyalizm, henüz burjuva ufkunu aşamamış komünizmdir. Yani arzulanan bir şey değildir; aşılması gereken bir şeydir.

3) Bir ülkede yönetici partinin komünist olması, o ülkenin komünist olduğu anlamına gelmez. Aklı başında hiçbir komünist ve/veya Marksist, böyle bir eşitleme kullanarak nerede bir komünist parti yönetimdeyse, orası komünisttir benzeri savlar kullanmamıştır. Komünizmi bu biçimde tanımlamamıştır.

4) Komünist devlet olmaz, sosyalist devlet olur. SSCB, vakti zamanında (Brejnev döneminde) komünizme ha geçtik ha geçiyoruz, proletarya diktatörlüğünün yerine artık halkın devletini koyduk dediğinde, zaten dünyada bu tür konularda otorite olmaktan azade kılınalı çok zaman geçmişti.

Bunları bilmek için biraz bilimsel namusluluk, biraz da araştırma yeterlidir.

Çifte Standart

Kapitalizmin kendini yenileme potansiyeline övgüler yağdırıp değişik varyantlarından dem vurmak; her restorasyonda izlenen farklı yolları (devletleştirmeleri de içeren her tür yönetişimsel önlemleri) kapitalizme içsel olgular olarak almak; kapitalizmi yalnızca belli bir tür ile özdeşleştirmemek ne kadar doğruysa ve buradan kapitalizm lehine sonuçlar çıkartılabiliyorsa (el hak hiç itirazım yok!), neden sosyalizm, yalnızca bir biçime (Sovyet biçimine) indirgenerek eleştirilebiliyor da farklı sosyalizmlerin mümkün olduğunu savlamak garip kaçıyor ve eleştiriliyor, bunu anlamak mümkün görünmüyor.

İster kapitalizmin yapısal krizi deyin, ister yönetişim krizi deyin, var olan krizi çözmek için farklı yöntemlerin önerilmesi (Bknz. ABD’de oylama) nasıl kapitalizme içselse, Sovyet sistemi dışında bir sosyalizmi mümkün görüp çözümler üretmek ve önermek de sosyalizme içseldir.

Bu tür arayışların olmayacak duaya âmin demek olacağını söylemek için, öyle laf kalabalığıyla Sovyet sistemi=sosyalizm yavesinden öte savlar geliştirmek gerekir.

Nasıl kapitalizmin değişik varyantları varsa, sosyalizmin de öyle değişik varyantları olabileceğini de düşünmek gerekiyor. Kapitalizmin varyantları üzerine engin ve sınırsız algılama ama sosyalizm ile ilgili tek modeli dikte etme… SSCB bunu yaptı, soğuk savaş sağcılığı bunu yaptı ama bunları yemeyenler oldu. Bunu da bilmek gerekiyor.

“The duty of a revolutionary is to make the revolution.”

Okan Aslan’ın devrimci ya da Marksist algılayışı Murat Belge’yi çağrıştırmaktadır. Belge, bu konuları bilir, bu yüzden Aslan’a göre usturuplu atmaktadır.

Örneğin şu yazılanları Belge’de bulamazsınız ama Okan Aslan yazabilir (mazereti vardır):

“İtalyan yazar Dino Buzzati’nin çok meşhur bir eseri vardır: Tatar Çölü. Buzzati, bu eserinde bir türlü gelmeyi bilmeyen bir orduyu bekleyen askerin öyküsünü anlatır. Asker, ordunun gelmesini bekler de bekler, ancak ne gelen vardır ne de giden. Buna rağmen, asker, tam teçhizatlı bir şekilde beklemeyi sürdürür. Gerek Türkiye’deki gerekse Dünya’daki Marksist kesim de, yıllardır, hatta yüzyıllardır, tıpkı Buzzati’nin romanındaki asker gibi beklemektedirler. Peki neyi? Tabii ki “devrim’i”. Devrim, ha bugün, ha yarın, belki bu sonbaharda; olmadı kışa; o da olmadı önümüzdeki bahara, ama bir gün mutlaka gelecek.”

Okan Aslan, kendi öncülleri konusunda da zır cahildir. Öyle olmasaydı, devrimi bekleyenlerin kendi öncülleri olduğunu bilirdi.

Devrimi bekleyenler, Okan Aslan’ın savladığının tam tersine hep sağcılar olmuştur. “Bu kış Türkiye’ye komünizm gelecek; yok, bu kış olmadı; önümüzdeki kış gelecek.” tipik sağcı söylemi olagelmiştir. Komünizm gelmedi netekim. Sağcıların korkuları boş çıktı.

Devrimciler için ise, devrim beklenen değil “yapılan” bir şey olmuştur. Che ile birlikte denirdi ki: “devrimcinin görevi, devrim yapmaktır.”

Ortaya çıktıklarından bu yana Marksistler, devrimi beklememişlerdir; tam tersine devrimi yapmaya soyunmuşlardır. Bazıları Marksistleri ve/veya devrimcileri, “Godot’yu bekleyen adamlar” ile karıştırıyor olmalı. Marksistler ve/veya devrimciler, “Godot”yu beklemedikleri gibi Buzzati’nin Muzzati’nin ordusunu filan da beklememişler, kendi ordularını kurmuşlardır. Şimdiye kadar ortaya çıkan ordular, beklenen değil kurulan ordular olmuşlardır: Rusya’da Kızıl Ordu, Çin’de Kızıl Ordu, sonra da Halk Ordusu, Küba’da Asi Ordu vb.

Kriz, imkândır; devrimin olabileceği anlamına gelmez

Marksizmin devrimi nasıl algıladığına dair hiçbir bilgisi olmayan ve/ama kendi dar görüşlülüğünü Marksizme yamamaya çalışıp bunun üzerinden Marksizm ve Marksistleri eleştirmeye kalkmak, çok ama çok ucuz bir yoldur.

Komünistler ve onun Marksist bölüntüsü, genel olarak kapitalizmin krizlerini devrim için imkân olarak görürler, devrimin ille de olacağı anlamında yorumlamazlar. Bu yüzden onlar, her durumda kendi güçlerini biriktirmek ve sınıf savaşımını derinleştirebilmek için çalışırlar. İmkân olduğunda devrimi yapabilmek için…

Komünist ve Marksist literatür, bu imkânın ne olup ne olmadığı, imkândan nasıl yararlanılacağı üzerine tartışmalarla doludur. Okan Aslan, bütün bu çalışmaları küçümseyip gerekçesiz reddedeceğine, anlamaya çalışıp eleştirebilseydi, söylediklerinin bir anlamı olabilirdi.

Başlangıç için “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı”nın ünlü (ama Okan Aslan’a ulaşmadığı anlaşılan) “Önsöz”üne bakmak gerekiyor.

“Önsöz” üzerine düşünürken ardına Marx ve Engels’in “Revolution in Permanence” (Süreklilik İçinde Devrim) savını eklemek gerekiyor. Belki bunların üzerine biraz da Lenin’den “millî kriz”, az biraz “İki Taktik”, uygun miktarda “Nisan Tezleri”, Troçki’den “Permanent Revolution” (Sürekli Devrim), Stalin’den “Leninizmin İlkeleri”, Gramsci’nin “Hapishane Defterleri” ekmek uygun olabilir. Arada ABD’ye uğrayıp Sweezy-Baran okumak, Mao-Ho Shi Min-Che ile iştigal etmek vb. konuyu biraz daha kavramamıza yardımcı olabilir.

Yalnızca Türkiye Solu’nun 68 ve 78 kuşağının tartışmalarına göz atmak bile, Okan Aslan’ın “devrimi beklemek” karikatürleştirmesinin ne tür bir garabet olduğunu anlamaya yetecektir.