Orhan Yalçın Gültekin
Kapitalizmin anayurtlarında ortaya çıkan ve dalga dalga bütün dünyaya yayılan bugünkü krizin nasıl okunması gerektiğine ilişkin tartışma hızla ilerliyor.
Tartışmaya değişik çevrelerden iktisatçılar ve köşe yazarları katıldı, televizyon açıkoturumlarında da konu enine boyuna tartışılıyor. En son TCMB Başkanı da Uğur Dündar’ın programına katılarak görüş belirtti.
Taha Akyol, kritik bir soru sormakla başlıyordu: “Yaşamakta olduğumuz küresel kriz, Marx’ı haklı mı çıkardı? Kriz, “kapitalizm krizi” mi? yoksa sadece mali sektörü şişiren yöneticilerin sebep olduğu bir “yönetişim krizi” mi?” Akyol, Korkut Boratav ile Seyfettin Türel’in konuk olarak katıldığı programında da konunun bu çerçevede ele alınmasına çalıştı.
Cüneyt Ülsever, “Yaşanan kriz ile Marx’ın kuramı apayrı şeylerdir, yaşanan mali piyasalardaki krizdir ve zaten Marx’ın kendisinde de paradan para kazanma kavramı (monopolistik kapitalizm) hemen hemen hiç yoktur” diyor ama “global kriz, içine kendimi de kattığım liberalleri epey sıkıntıya soktu. Serbest piyasa ekonomisinin kendi yarattığı krize kendiliğinden çözüm bulamaması liberalleri oldukça müşkül duruma düşürdü.” diye eklemekten de kendini alamıyordu. Ülsever’e göre, “zira, bu krizle de gördük ki: 1) serbest piyasa ekonomisi insan denen varlığın muhteşem yaratıcılığı karşısında ona yaratıcılık yolunda özgürlük kapısını ardına kadar açan bir sistemdir. 2) aynı serbest piyasa ekonomisi sonsuz yaratıcılık vasfına sahip insanda aynı oranda güçlü olan sonsuz ihtirasın önüne geçmek için denetim işlevine ise sahip değildir.”
Korkut Boratav, krizin kapitalizmin bir krizi olduğu konusunda hemen hiç tereddüt göstermemekle birlikte krizin yönetişim boyutuna dikkat çekiyor ve şöyle devam ediyordu: “Finansal kriz ile toplam talebin ve milli hasılanın büyük boyutlu, derin ve uzun süreli gerilemesi biçimini alan ekonomik bunalımı birbirinden ayırmak gerek. Finansal krizin yaygınlaşmakta olduğu, daha da yayılacağı açıktır. Ancak geleneksel Keynes’gil araçlar, bu krizin sözünü ettiğim anlamdaki bir bunalıma dönüşmesini önleyebilecektir. Bence, Batı ekonomileri, bir yılı pek aşmayacak milli gelir daralmaları ile sınırlı bir gerileme dönemine girmiştirler. Gerileme kısa sürebilir; ama daha uzun süreli, kalıcı bir durgunlaşma gündemdedir. Zira, Keynes’gil araçları talep daralmalarını, yani ‘iniş’ sürecini durdurabilir; ama büyümeyi gerçekleştirecek etkileri sınırlıdır.”
Sungur Savran, bugünkü krizle birlikte Fukuyama’nın “tarihin sonu” savının sonunun geldiğini savlıyor ve yeni dönemi şöyle tanımlıyordu: “Şimdi açılmakta olan, yeniden devrim ve sosyalizm için mücadele dönemidir. Yeni evrede karşı-devrimci eğilimler yerine devrimci eğilimlerin hakim olması için proletaryanın öncüsüne ve bu öncüyü örgütleyecek devrimci partilere büyük görevler düşüyor. Gün Marksist hareketin bu onurlu göreve layık olduğunu kanıtlama günüdür.”
“Büyük bir depresyona girmekte olduğumuzu düşünenler”e yakın olan Ahmet Çakmak, “kapitalist üretim sisteminin devam edebileceği, tek sorunun yüksek işsizlik olacağı varsayımı”nı dikkate alıyor ama “temel dayanaklarından birinin işsizler olduğu bir sosyalist muhalefetin artık oluştuğunu söyleyemeyiz.” diyerek tartışmaya farklı bir boyut ekliyordu.
Krizle birlikte liberalizm yandaşları arasında liberalizmin “üstünlük”leri kadar “zaaf” ve “sınır”larını da tartışma eğilimi ortaya çıkarken, sosyalist (ya da daha genel bir ifadeyle “sol”) çevrelerde krizin doğurduğu imkân ve şerait üzerine yeni tartışmalar tetikleniyordu.
***
Bugünkü kriz, kapitalizmin bir krizidir ama hiçbir krizin olmadığı gibi, bu krizin de bütün yapısal özelliklerine karşın kaçınılmaz bir kriz olduğunu söylemek mümkün görünmüyor. Kapitalizmde genel olarak krizler kaçınılmazdır ve/ama krizin ne tür bir kriz olacağı, ne tür bir biçim alacağı, kapitalizmin nasıl yönetildiğiyle de doğrudan bağlantılıdır. Kapitalizmi manüpülasyonlara kapalı bir piyasa tanrısının ürünü olarak görmek, onu anlamayı değil anlamamayı beraberinde getirir. Piyasa, manüpülasyonlara açıktır ve bu manüpülasyonların önemli bir bölümü de devlet gözetiminde yapılmaktadır. Devleti (ya da daha geniş bir ifadeyle yönetsel-siyasal gücü) devre dışı bırakan bir toplumsal sistem şimdiye dek olmamıştır. Kapitalizm, krizsiz var olamıyor, dolayısıyla o güne dönük her “doğru” yönetim, yarının yönetişim başarısızlığını koşullandırabiliyor.
Bu durumda da Taha Akyol’un “kapitalizmin krizi midir, yoksa yönetişim krizi midir” sorusu anlamsızlaşıyor.
Ne ki, krizin aşılmasına dönük yönetsel adımlar belli bir rahatlama yarattığında, bugünkü krizin, kapitalizmin bir krizi değil de bir yönetişim krizi olduğu yönünde bir algılama doğması da hayretle karşılanacak bir şey olmamalıdır.
***
Sosyalist iktisatçılar kadar, sosyalist siyasal eylemciler de, bu krizin kapitalizmin krizi olduğu konusunda hemfikirdirler ve bu krizin sosyalist hareketin yeni bir canlanması için kaldıraç görevi görme ihtimalinden bahsetmektedirler.
Marx’ın kitaplarının satışlarındaki olağanüstü yükselişten yola çıkarak sorulan “Marx haklı mıydı?” sorusu, sorunun kendisinden de anlaşılacağı gibi kendisini Marksist olarak adlandıranlardan kaynaklanmıyor. Marksistlerin, Marx’ın haklılığı konusunda bir kuşkularının olduğuna dair bir karine zaten yoktu. Marksistlerin bu tür bir soru sorulmasından da Marx’ın kitaplarının satışlarının yüzde 300’lük bir artışa ulaşmış olmasından da memnun olduklarını belirtmeye ayrıca gerek var mı?
Soruyu soranların Marksist olmadıkları dikkate alındığında soru ayrıca anlam kazanmaktadır.
***
Bilindiği gibi Francis Fukuyama, “The National İnterest”te (1989) yayınlanan “Tarihin sonu mu?” adlı çalışmasında, tanık olunanın yalnızca Soğuk Savaş’ın sona ermesi ya da savaşsonrası dönemin özel bir bölümü değil, insanoğlunun ideolojik evriminin son noktası ve Batı liberal demokrasisinin beşeri yönetimin en son biçimi olduğunun evrenselleşmesi olduğunu söylüyor ve bu durumu tarihin sonu olarak tanımlıyordu. Fukuyama, liberalizmin bu zaferinin esas olarak düşünce ya da bilinç dünyasında sağlandığını ve/ama gerçek ya da maddi dünyada bu zaferin henüz tamamlanmamış olduğunu belirtiyordu.
Fukuyama’nın tezini eleştirenlerden biri de Samuel P. Huntingdon’du. Huntingdon, “Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması” adlı çalışmasında, Batı’nın dünyayı fethinin düşüncesi ya da değerleri ya da dininin üstünlüğü sayesinde değil de örgütlü şiddeti uygulama üstünlüğüyle oluştuğunu anlatıyor ve ekliyordu: “Batılılar genellikle bu gerçeği unuturlar ama batılı olmayanlar bu gerçeği asla unutmazlar.“
Kuşkusuz Fukuyama eleştirisi yalnızca Huntingdon’dan ibaret değildir. kapitalizm sonrasında eşitlikçi, özgürlükçü bir dünya olduğunu savlayan ve asıl bu dünya ile birlikte “tarihin sonu”nun ilan edilebileceğini kendi özgün dilleriyle ileri sürenlerin eleştirileri de canlılığını korumuştur.
Marx’ın kitaplarının satışındaki kayda değer artış, “Marx haklı mıydı?” sorusuyla birlikte ele alındığında, Fukuyama’nın “tarihin sonu geldi” kuramının iflas edip etmediği sorusu, haliyle yeniden gündeme gelecektir, gelmektedir de.
***
Fukuyama’nın tezinin yanlışlanması, kuramsal düzeyde çokça ve farklı çevrelerce yapılmıştır, yapılacaktır da. Ne ki Fukuyama’nın tezini “tarihin sonu” bağlamından, yani liberal demokrasinin insanoğlunun ideolojik evriminin son noktası olduğu savından çıkarıp bir durum tespiti olarak ele aldığımda, krizin liberal demokrasinin dünyanın hegemonik gücü olma özelliğini ortadan kaldırıcı bir derinleşmeyi doğurabileceğini düşünmüyorum.
Komünistler, Anarşistler, hatta genel olarak Sosyalistler açısından, çok da iyimser olunabilecek bir durum görmemekteyim. Batı’da (ve eski Doğu’da), SSCB ve çevre ülkelerinde kapitalizmin restorasyonunun ardından liberal demokrasinin kazandığı itibarın bugünkü krizin yarattığı koşullara karşın kısa bir zaman içinde aşılabileceği düşüncesinde değilim.
Liberal demokrasi, dünyada hegemonik güçtür ve kanımca krize karşın bu özelliğini sürdürebilecektir.
Liberal demokrasi, hem edimsel hem kuramsal düzeyde hala aşılamamış olma özelliğini korumaktadır. sosyalist ülkelerdeki tek parti sistemleri, liberal demokrasiye karşı olumlu bir seçenek değillerdi. Söz konusu tek parti sistemleri, hala sosyalizm, hatta komünizmle özdeş olarak algılanmaktadırlar. Komünistlerin bu algılamayı aşacak düzeyde bir yenilenmeyi gerçekleştirdiklerini ve/veya varsa bu yenilenmeyi gerçekleştirenlerin de kitlelere liberal demokrasiye karşı seçenek sunacak bir güç durumunda olduklarını -kendi gözlemlerim çerçevesinde- söyleyemeyeceğim. Benim görebildiğim/gözlemleyebildiğim, yapılanın hala liberal demokrasinin yıkıcı eleştirisidir; onun eksiklerinin, zaaflarının, açmaz ve çıkmazlarının eleştirisidir. Yapıcı eleştiri, yani liberal demokrasiye seçenek oluşturacak bir sosyalist demokrasi projesi henüz oluşturulamamıştır. Yıkıcı eleştiri ne olmamalıyı vurgulamaktadır ama ne olmalı henüz tanımlanamamış olarak orada bir yerlerde durmaktadır.
Sözün özü, ortada henüz bir “Komünizm hayaleti” bulunmuyor.
26 Ekim 2008 16:20
ortaya bir daha bak…
BeğenBeğen