Orhan Yalçın Gültekin

Bir başka tartışma vesilesiyle Roni Margulies’in Sosyalist İşçi’nin 340. sayısında yer alan “’Yurtsever ve ‘Ulusalcı’: Türk Solunun Milliyetçiliği’” yazısı önerildiğinde yazıyı okuyup eleştirel notlarımı almaya başlamıştım ki Taraf Gazetesi’nde aynı yazının “Türk Solunun Vatanseverlik ile İmtihanı” adıyla yayınlandığını da üyesi olduğum listelerden birine gelen iletiyle öğrenmiş oldum. Bu tür durumlar can sıkıcıdır, zira iki metni de karşılaştırmanız ve varsa farklılıkları bulup çıkarmanız gerekiyor.

İki metin arasında daha en başta farklılık olduğundan bu konuya dikkat etmeniz daha da önem kazanıyor. Sosyalist İşçi’de yer alan metin Yakup Kadri Karaosmanoğlu’dan bir alıntıyla başlarken, muhtemelen edebiyata bu kadar vurguya gerek yok gerekçesiyle Taraf’taki metinde bu alıntı metnin içinde yer bulabilmiş.

Roni Margulies’in yazısı, bir tür “gerçek sol”u tanımlama ve “gerçek sol”un “yurtseverlik” ve “ulusalcılık”la bağının olmadığını kanıtlama ana fikrine sahip gibi görünüyor ama yalnızca görünüyor…

“Türk Solu”nun temsilcileri kim?

Margulies, “Türk Solu”ndan bahsettiğine göre bu “Türk Solu”nu da tarif etmek gerekirdi. Bunu söz konusu yazıda bulmayı ummuyoruz ama kastedilenden bir “Kürt Solu” çıkana kadar egemen ve yaygın olan, öyle bir “Kürt Solu” çıktıktan sonra da onunla bütünleşmeyen sol olsa gerek diye akıl yürütebiliriz. Bu “Türk Solu”nun Mustafa Suphi ve/veya Şefik Hüsnü Değmer’in TKP’sini ve bütün bir 68 ve 78 kuşaklarındaki irili ufaklı akımları/odakları kapsadığını ve bu akımların/odakların bugünkü izdüşümü ve/veya dönüşmüş yansımalarını içerdiği sonucuna varabiliriz. Ne ki bu “Türk Solu”, zaten yalnızca “Marksist-olma-savlı” akımlardan oluşmuyor Margulies’e göre. Margulies’in anlatımında bu “Türk Solu”, Yakup Kadri’den İlhan Selçuk’a, Şevket Süreyya’dan Doğan Avcıoğlu’na kadar uzanan marksist-olmayan “sosyalist” ve “sosyalist-olmayan” isim ve bu isimlerin çevresinde toplanan grupları da içeriyor; içermedikleri de bu “Türk Solu”nun öncülleri oluyor. Hâsılı “Türk Solu” ifadesi, daha baştan, budunsal temelde ifade edilmeyle sakatlanmış bir siyasal kategori olarak karşımıza çıkıyor.

Budunsal temelde olmaması koşuluyla, sosyalist-olmayanları da kapsayan bir sol tanımlaması, akla uygun olabilirdi. Gerçekten de “sol”, yalnızca –hatta esas itibariyle- referansı Marksizm ve/veya sosyalizm olan akımlardan ibaret değildir. “Sol”, esas itibariyle küçük-burjuvazinin, dahası feodalizme karşı konumlanan burjuvazinin siyasî konumlanışını anlatan bir kavramdır. Türkiye’de Marksist-olma-savlı akımlar dışındaki küçük-burjuva ve burjuva akımların bir kısmı da “sol” olarak tanımlanabilir.

Margulies’ten beklenen, böyle bir giriş yaptıktan sonra, bahsettiği “Türk Solu”nun ortak paydasını belirlemesiydi. Belirlemiş de… “Yurtseverlik”!

Oysa Margulies’e göre “sol”, bundan başka bir şeydir; bu tür zevatın “solcu” olarak algılanabiliyor olmasının müsebbibi de Stalin’dir; Stalin dönemiyle birlikte “dünyaya sınıfsal değil ulusal gözlüklerle bakanların, yani sosyalizmi anti-kapitalizmden arındırarak sadece anti-emperyalizme indirgeyenlerin de solcu olarak kabul edilebilir hale gelmesi” mümkün olmuştur.

Anlaşıldığı kadarıyla Margulies için “sol” olabilmek, “dünyaya ulusal değil sınıfsal gözlüklerle bakma”yı ve “anti-kapitalizmden arındırılmamış ve yalnızca anti-emperyalizme indirgenmemiş” bir sosyalizmi savunmakla mümkündür. Marksizm dışında bir sosyalizmin mümkün olup olmadığı konusundaki görüşlerini bilmediğimiz Margulies’in, sosyalizm ve Marksizm kavramlarını zaman zaman birbirini ikâme eden kavramlar olarak kullanışından yola çıkarak, “sol” ile “sosyalizm”, “sosyalizm” ile “Marksizm” arasına eşit işareti koyduğunu ve/veya o eğilimde olduğunu, sonuçta da sol eşittir Marksizm sonucuna vardığını/varma eğilimi gösterdiğini söylemek de zorlama olmayacaktır.

Bu tür bir “sol” algılayışı, Margulies’in “Türk Solu”nun aslında “sol” olmadığının zımnen kabulü anlamına da gelmektedir.

Margulies, şöyle derken, kendisine göre “Türk Solu”nun kaynaklarını nasıl anladığını da anlatıyor:

“Şevket Süreyya’ya ve Doğan Avcıoğlu’na itiraz edilmeyecekse, Yakup Kadri ve İlhan Selçuk’a da edilmemesi gerekir. Bunlar, Türk solunun geniş kesimlerinde Kemalizm ile sosyalizm arasındaki çizginin ne kadar silik ve geçirgen olduğunu simgeleyen isimlerdir. Günümüz solunun bir çok örgütünün öncülleridirler.”

“Sosyalist İşçi”de yer almayan ama “Taraf”ta baş köşeye koyulan bir bölümde ise “günümüz solu” yerine “TKP, İşçi Partisi, ÖDP içindeki Dev-Yol çizgisi” koyulmuştur. Söz konusu değişikliğin yazının piyasa değerini yükseltme amaçlı olduğu düşünülebilir.

Kemalizm ve Stalinizm

1968 kuşağının referansı Marksizm olan siyasi grupları –bir-iki istisna dışında- Kemalizmi “sol” bir akım olarak tanımlar ve Stalin’i de Marksizmin dört ya da beş ustasından biri olarak kabullenirdi.

1978 kuşağının referansı Marksizm olan siyasi grupları –bir-iki istisna dışında- Kemalizm ile bağları koparma iddiasını dillendirirken Stalin’i Marksizmin dört ya da beş ustasından biri olarak kabullenmeyi sürdürür, dahası kim daha çok-az Stalinci kavgası yürütürdü.

Her iki kuşağın Marksizm referanslı siyasi gruplarının kahir ekseriyeti (ezici çoğunluğu) açısından da Türkiye’de devrim, kesintisiz ve aşamalı devrim idi; “Millî Demokratik Devrim”in değişik türevleriydi (Anti-emperyalist Anti-oligarşik Demokratik Halk Devrimi, Ulusal Demokratik Halk Devrimi, Millî Demokratik Halk Devrimi, Ulusal Demokratik Devrim vb.). farklı türevleri olan bu devrim kuramının ortak paydası şuydu: bir ülke emperyalist sistem içindeki çevre ülkelerden biriyse, o ülkede doğrudan bir sosyalist devrim söz konusu olamayacaktır. Öncelikle emperyalizme bağımlılık ortadan kaldırılmalı ve demokrasi kurulmalı; bu temelde de siyasi iktidar ve toplum sosyalizme dönüştürülmelidir. Bu devrim kuramının kaynakları olarak da Lenin’in “İki Taktik” ve Mao’nun “Yeni Demokrasi Üzerine” adlı çalışmaları ile Komintern’in kararları örnek gösterilirdi.

12 Eylül ile başlayan süreçte ise “Türkiye Sosyalist Solu” değişik düzlemlerde kırılmalar yaşadı. Bu kırılmalardan biri, “sosyalistler sosyalist devrim yapar” biçiminde özetlenecek ve 1960’lı yılların Türkiye İşçi Partisi’nce dillendirilen bir anlayışın yeniden gündeme gelişidir. TİP, Türkiye’deki devrimci adımın Sosyalist Devrim değil de Millî Demokratik Devrim olduğunu savlayan ve kendilerini proleter devrimciler olarak adlandıranları Millî Demokratik Devrimci olarak tanımlıyordu. Yeni dönem TİP öykünücüleri de önce bu tanımlamayı sahiplendi, sonra da kapıyı “Türk Solu”nun Marksist-olma-savlı kanadının milliyetçiliğine dek götürmeye dek ardına kadar açtı.

Oysa daha TİP eleştirileri döneminde proleter devrimciler bu MDD’ci tanımlamasına karşı çıkıyorlardı.

Örneğin Mahir Çayan, iki TİP milletvekilinin Zonguldak ve Karadeniz Ereğlisi’ni ziyaretleri sırasında süren tartışmaları özetleme amacını da içeren ve ilk kez 23 Temmuz 1969 tarihinde Türk Solu dergisinin 88. sayısında yayınlanan “Aren Oportünizminin Niteliği” başlıklı yazısında şöyle diyordu:

“Milli Demokratik Devrimin, proletaryanın öncülüğünde diğer devrimci sınıf ve tabakalarla birlikte başarıya ulaştırılabilecek bir devrim olduğunu, demokratik devrimin Marksizmin zorunlu bir aşaması olduğunu, milli demokratik devrimin yarı-sömürge yarı-feodal ülkeler için geçilmesi gerekli aşamayı oluşturduğunu ve 3. Enternasyonal’in (Lenin ve Stalin’in katıldığı en devrimci enternasyonal) kararı ve Mao tse-Tung’un işlediği bir tez olduğunu ve Türkiye’de hiçbir proleter sosyalistin küçük-burjuva bürokrasisine öncülük tanımadığını, milli demokratik devrimin öncüsünün proletarya olduğunu, ancak bu öncülüğün a priori, durağan bir biçimde değil, hareket içinde elde edilebileceğini söyledik.”
(Mahir Çayan, Aren Oportünizminin Niteliği)

Daha geç bir tarihte -1972- THKO’ya yön veren proleter devrimci kadroların siyasî platformu olan Türkiye Devriminin Yolu broşüründe Hüseyin İnan, Sosyalist Devrim ile Millî Demokratik Devrim arasındaki farkı şöyle anlatıyordu:

“Sosyalist devrimde, işçi sınıfı ile ittifaka girecek sınıf ve tabakalarla anti-emperyalist mücadelede (MDD süreci) işçi sınıfı ile ittifaka girecek sınıf ve tabakalar farklıdır. Sınıfsal karakteri gereği, sosyalizme karşı koyması muhakkak olan bazı sınıf ve tabakalar, bu dönemde sınıfsal karakterleri gereği emperyalizme karşı olup, işçi sınıfının yanında yer alacaklardır. Emperyalizmin kontrolü altındaki yurdumuzda, önümüzdeki devrimci aşamanın MDD olması, fakat Sosyalist Devrim olmaması, iki devrimin gerektirdiği işçi sınıfı müttefiklerinin farklılığından gelmektedir.”
(Hüseyin İnan, Türkiye Devriminin Yolu)

Böyle bir ittifakın ortak paydasının “yurtseverlik” ve/veya “millîlik” ile “demokratlık” olacağını ayrıca belirtmeye gerek var mıdır? Bu yüzdendir ki o dönemin proleter devrimcilerinin sav sözü “Tam Bağımsız ve Gerçekten Demokratik Türkiye ” olmuştur.

Proleter devrimcilerin, “yurtseverlik”, “millilik” gibi kavramlardan ne anladıklarının yeterince açık olduğunu düşünüyoruz. Bunun için ne Kemalizme ne Stalinizme gerek vardır ama Kemalizm ve Stalinizmi günah keçisi ilân ettikten sonra her türlü musibetle birlikte olumluluklar ve kazanımları da aynı çuvala koyup geminin bordosundan atmanın da alemi yoktur.

Eğer Margulies’in dağarcığında sosyalizm için ittifak dışında başka bir şey yoksa, bizim de diyeceğimiz fazla bir şey olmayacaktır; bunu bilmek yeterlidir. Yok, Margulies’in kafasında sosyalizm içermeyen başka hedefler ve başka ittifaklar varsa, onları da bilmek, “yurtseverlik” ve “millîlik” yerine nelerin ikame edildiğini öğrenmek isteriz.

Sosyalizmler…

Margulies, öylesine sosyalisttir ki, onu kutsallaştırmaktan kendini alamıyor. Doğan Avcıoğlu sosyalist olamazmış… İlhan Selçuk sosyalist olamazmış… O, sosyalizmi kimseciklere yakıştıramıyor; solu da kimseciklere yakıştıramadığı gibi…

Eskiden kendi dışındakilere “sen sosyalist değilsin” demek çocuksu davranışların bir göstergesi ya da söz dalaşı icabıydı.

Bunun bir örneğini, Doğan Avcıoğlu’nun ölümü üzerine yazdığı bir yazıda Mete Tunçay, şöyle anlatmıştı:

“Doğan Avcıoğlu’na sosyalist-değil deyişim, polemik havasına girmemden olacak. Gerçekte, benim görüşlerini paylaşmadığım türden bir sosyalistti. O da ölümünden birkaç ay önce, ortak bir dostumuza, gelip bana söylemesi için ‘Mete İngiliz liberalidr’ diyerek öcünü almış.”
(Yapıt, Sayı 47’2, Aralık/Ocak 1983-84, s.95)

Komünist Parti Manifestosu’nun yayınlanışının 160. yılında bir kez daha Manifesto’ya dönüp o ünlü ama üzerinden atlanan, görmezden gelinen bölümün ara başlıklarını hatırlatalım:

“III. Sosyalist ve Komünist yazın
“1. Gerici sosyalizm – a. Feodal sosyalizm; b. Küçük-burjuva sosyalizmi; “c. Alman sosyalizmi ya da “Hakikî” sosyalizm
“2. Tutucu sosyalizm ya da burjuva sosyalizmi
“3. Eleştirel-ütopik sosyalizm ve Komünizm ”

Hâl böyleyken şu şu şahıslar, “Türk solunun geniş kesimlerinde Kemalizm ile Sosyalizm arasındaki çizginin ne kadar silik ve geçirgen olduğunu simgeleyen isimlerdir” demenin ne anlamı olabilir ki? Hâliyle Kemalizm ile Sosyalizmin kimi türleri arasındaki çizgi silik ve geçirgen olacaktır ama bu geçirgenliği yalnızca “yurtseverlik” ve/veya “millîlik” üzerinden tanımlamak da çok anlamlı olamayacaktır. Zira Kemalizm, yalnızca yurtseverlik düzeyinde tanımlanmamıştır; bileşenleri arasında cumhuriyetçilik, lâiklik, halkçılık gibi değerler vardır.

Sosyalistleşmenin bin bir yolu ve Kemalizm

Sosyalistleşme ya da sosyalist olma, toplumsal-siyasal koşullarla doğrudan bağları olan bir süreçtir ve/ama aynı zamanda kişisel bir yolculuktur da. İnsanlar analarından sosyalist doğmuyor. Her bireyin sosyalistleşme serüveni farklıdır. Herkes farklı ideolojik biçimlenmeleri dönüştürerek, değiştirerek sosyalizme ulaşıyor ve kuşkusuz geçmiş ideolojik biçimlerin tortularını ya da kimi damarlarını koruyor ve sosyalizmin renklerini oluşturuyor.

Margulies, Mihri Belli’nin kişisel dönüşüm sürecine dair anlatımlarından “Türk Solu” dediği yamalı bohçanın bir karakterini çıkartmaya yelteniyor. Yalnız Mihri Belli’nin kişisel dönüşüm sürecinde değil, çoğu sosyalistin kişisel dönüşüm sürecinde Kemalizm, değişik ağırlıkta yer almıştır. Zira Türkiye’de yakın döneme kadar siyasal-toplumsal duyarlılığı geliştiren kimi değerler çoğu insan için Kemalizmle simgeleniyordu. Bu simge olma durumu, bu biçimde algılanma durumu bugün dahi geçerli olabilir. “Dini bütün” yaşam algılayışından doğrudan sosyalizme geçiş örneklerine ben çok da fazla rastlamadım; geçişler olmuş olabilir ama muhtemelen arızîdir; henüz bu tür bir geçişin siyasal grup olarak izdüşümlerine de pek rastlanmıyor.

Yalnız Mihri Belli’de, yalnız 68 kuşağında (Mahir Çayan şöyle diyordu: “sosyalist saflara, ‘aydın kesim’den geçişte Kemalizmin zorunlu sayılabilecek bir durak olması…”), yalnızca Türkiye sosyalistlerinde değil, dünyada da benzer geçişler olmuştur. Hazırlanacaktır, Ho Shi Minh’in kişisel yolculuğunda da 2 ve 3. Enternasyonal ayrışmasında safını belirlerken kullandığı ölçüt hangi Enternasyonalin sömürgelerin kurtuluş sorunu ile ilgileniyor olduğuydu. Üçüncü Enternasyonal’in bir sömürge siyaseti vardı ve Ho Shi Minh, tercihini bu kapıdan geçerek yaptı.

Ulus, ulusal hareket ve sınıflar

Emperyalist dünya içinde bir çevre ülkede (sömürge, yarı-sömürge, yarı bağımlı, yeni sömürge…) yaşayan bir “aydın” olacaksın… Yaşadığın topraklarla ilgili kararların kendi ülkende kendi yurttaşlarınca değil de merkez ülkelerde ve merkez ülkelerin sermaye çevrelerinin gereksinimlerine göre kararlaştırıldığını göreceksin… Modern sınıf ilişkilerinin gelişiminin bile iç devinimle değil de merkez ülkelerden neşet sermaye gruplarınca ve o merkez ülkelerin devletlerinin koruma, gözetim ve dayatmalarıyla ve o sermaye gruplarına eklemlenmiş ya da onlarla işbirliği içindeki sermaye çevrelerince biçimlendiğini algılayacaksın… Bu çevrelerin kapitalizm öncesi sömürücü çevrelerle tam bir ittifak içinde olduğunu atlamayacaksın… Merkez ülkelerin devletlerinin bölge ve dünya egemenliği için sürdürdükleri savaşımı fark edecek, senin insanlarının da bu planlara iradeleri dışında dahil edildiklerini anlayacaksın… (listeyi uzattıkça uzatabilirim.)

Sonra da sosyalizm adına “yurtseverlik” ve/veya “ulusal olma” suçlamasına maruz kalmamak için susacak mısın?

Sosyalistlerin bir kısmı susabilir ama susmayanlar da olacaktır elbette…

Hani marksizm nokta-i nazarından bakıyoruz ya…

Marx ve Engels, Komünist Parti Manifestosu’nda ne diyorlardı?

“Öz olarak olmasa bile, biçim olarak, proletaryanın burjuvaziyle savaşımı ilkin ulusal bir savaşımdır. Her ülkenin proletaryası, elbette, her şeyden önce kendi burjuvazisiyle hesaplaşmalıdır.”

“Önce kendi burjuvazisiyle hesaplaşmak!” Niye belli bir ülkenin proletaryası, önce “kendi ülkesi”ndeki “kendi burjuvazisi”yle hesaplaşmak zorundadır? Zorundadır, çünkü “kendi ülkesi”, kendi görünür varoluş koşuludur.

İyi ama ya o ülkede başat olan kendi burjuvazisi değilse; kendi burjuvazisi, merkez ülkelerden neşet burjuvazi ile işbirliği içinde ve onların çıkarlarına eklemlenme temelinde örgütlenmişse, ne olacak?

Lenin ne diyordu 1916’da Dublin’deki Paskalya Ayaklanması sırasında?

“Sömürgelerde ve Avrupa’da küçük ulusların başkaldırısı olmaksızın; tüm önyargıları ile küçük burjuvazinin bazı kesimlerinin devrimci patlamaları olmaksızın; politik olarak bilinçsiz proletaryanın ve yarı proleter kitlelerin toprak ağaları, kilise ve monarşinin baskılarına karşı, ulusal baskılara karşı vb mücadelesi olmaksızın bir toplumsal devrim olabileceğini düşünmek toplumsal devrimi reddetmek demektir. Bir ordu bir yerde sıralanıyor ve ‘bizler sosyalizm adına buradayız’ diyor, diğer bir ordu başka yerde ‘biz emperyalizm adına buradayız’ diyor ve bu da toplumsal bir devrim oluyor. ‘Saf’ bir toplumsal devrim bekleyenlerin ömrü, böylesi bir devrim görmeye yetmeyecektir.”

Ulusal kurtuluş savaşımını sınıf savaşımından ayrı bir şey olarak görmek, burjuvazi ile aynı dilden konuşmak demektir. Burjuvazi, ulus dediğinde kendi çıkarlarının evrenselleşmesinin bir tezahürünü kasteder. Tek bir çıkar, bir ortak çıkar vardır: o ortak çıkar da diğer sınıflarca da kabul edilmesi istenen ve sanki sınıflarüstü, sınıflardan bağımsız, apayrı, ortak çıkarlarmış gibi algılanan burjuvazinin öz sınıf çıkarları.

Küçük-burjuvazi için ise ulus, kendi varoluşudur… Ulus da halk da esas olarak küçük-burjuvazi demektir; kırın ve kentin geniş küçük burjuva kitleleri demektir. Ulus, küçük-burjuvazinin, bütün önyargı ve zaaflarıyla birlikte kendini ifade edebildiği alandır. Bu yüzdendir ki, ulusal hareket de anti-emperyalist hareket de, özünde ve son tahlilde, küçük-burjuvazinin özgürleşmesi hareketidir.

Proletarya için ise ulusal kurtuluş savaşımı, farklı sınıfların çıkarlarının verili andaki kesişme noktasıdır ve/ama bu sınıflar arasındaki sınıf savaşımını dışlayamayan bir kesişme noktası. Değil ulusal, aslında enternasyonalist (uluslararasıcı) bile olmayan proletaryanın çıkarları, ancak kendisi de dahil bütün sınıfları ortadan kaldırdığında karşılanacağından, proletarya, ulusal hareketi sonuna dek götürecek yegâne güçtür.

Gramsci, şunları söylerken farklı bir şeylerden bahsetmiyordu:

“Çoğu kez adına ‘yabancıların partisi’ denilen parti halk arasında böyle anılan parti değildir; tersine ülkesinin canlı güçlerini temsil edeceğine, başka ülkelerin ya da başka ülkeler grubunun hegemonyasına ekonomik uşaklığı ve baş eğmeyi temsil eden en milliyetçi parti, ‘yabancıların partisi’dir.”

Emperyalizm etmenini ıskalayınca

Hilferding, Lenin, Luxemburg, Bukharin, Sweezy, Baran, … daha kimler yazmadı ki emperyalizm üzerine. Kimi finans kapital üzerinde yoğunlaştı, kimi dünyanın merkez ve çevre ülkeler olarak ikiye bölünüşünden dem vurdu, kimi köylüsüz ve/veya küçük burjuvasız bir kapitalizmin olanaksızlığına dikkat çekti, kimi uluslararası işbölümündeki yerlerine göre ülkeleri sınıflandırdı…

Belki de en anlamlı sayılabilecek çıkarsamalardan biri şuydu: bazı ülkelerde düne ait olan, başka bazı ülkelerde bugünün; daha başka bazı ülkelerde ise yarının konusu olabilir.

Emperyalist dünyanın bir çevre ülkesinde, insanlığın önüne çözmek için koyduğu sorunlar farklıdır; çözecek insanlar da farklıdır; kullandıkları kavramlar da…

Emperyalist dünyanın bir çevre ülkesinde, emperyalizm etmenini ıskalayınca, sınıf pusulasını şaşırmak mukadderat oluyor.