Mehmet Emin Karaaslan
Solun ve solculuğun yoğun biçimde tartışılıp, sorgulandığı fakat sağın ve sağcılığın aynı derecede irdelenmediği ve eleştirilmediği bir dönemden daha geçiyoruz. Biri öteki cinsinden tanımlanan birkaç yüzyıllık, dinamik kavramlar söz konusu olan. Tanımlar da zaman içinde evriliyor, değişiyor; kavramların anlamının gerçek noktasını kaybetmesi rahatsız edici. Yüz yıl öncesinin liberali sağdaydı, liberal bugün solda duruyor. Milliyetçilik sağda, sosyalizm soldaydı, işçi sınıfı solda burjuva sınıfı sağda. Aradaki sınıflar ve kesimler için durum daha da karışıktı, değişik vektörlerin bileşenleri onları sağın veya solun daha çok uzlaşma ile belirlenmiş noktalarına yerleştirirdi, hala da öyle.
Milliyetçi-sosyalizm veya sol-ulusalcılık gibi hala nereye koyacağımızı bilemediğimiz durumlar da yok değil. 78 neslinin dimağında, Lübnan’daki solcu Müslümanlar ile sağcı Hristiyan Faranjistlerin çatışma haberleri yer tutar. Daha dün Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması NAFTA’ya karşı çıkan Amerikan işçi sınıfı mı soldaydı yoksa bunda çıkarları olan Meksika işçi sınıfı mı? Çinli işçiler mi yoksa Batı Avrupa’nın örgütlü işçileri mi daha solda? Rekabet sadece sermaye sınıfına özgü, onların arasında olup biten sektörel, ulusal ya da uluslararası bir olgu değil bugün.
Yirmi yıl öncesine kadar hayal bile edemeyeceğimiz ucuzlukta Çin mallarını tüketen batılı toplumların tüketici sınıfları ile Çin’in üretici sınıfları yazılı çizili bir ittifak değilse bile çıkarbirliği içinde olmalı bugün. Global kapitalizm garip ittifaklar yaratıyor. Ülkemizde solculuk veya sağcılık ortak iddiasinda bulunan kesimlerdeki çeşitliliğe, siyasi partilere, sivil toplum örgütlerine, sendikalara, cemaat ve tarikatlara bir bakın ve hangi değirmene su taşıdıklarını sorun. Değirmenler çoğaldığı için bu soruyu gereksiz sol retorik diye düşünebilirsiniz. Ergenekonculuk ulusalcılıksa, liberallik iktidar destekciliğiyse ve hem ulusalcılık hem de liberallik solcu olma iddiasındaysa durum daha da rahatsız edici.
Öte yanda demokrasinin ortak ideallerini, çoğulculuğu, taasuba karşı aydınlanmayı, hurafelere karşı bilimi, zulme karşı hukuğu ve mazlumlar için adaleti savunup sağcı olmanız da pekala mümkün.
Bunlar da yeterli değil, sağı soldan ayırmak için; zamanın testinden geçmiş olması gereken, bugünden yarına degişmeyen ölçüler ve ayraçlar gerekli. Sağcılık ve solculuk hayata karşı bir duruş, sadece politik ve toplumsal bir duruş değil: bireysel ve insanın kendi kendisiyle ve yakın çevresiyle girdiği ilişkiler açısından da tanımlanabilecek bir duruş. Hepimizin bir sağ bir de sol yanı var, yazının devamında tartışıyorum.
Bu ayrımın ilk farkına varan politik iktisat geleneğinin öncüsü Adam Smith’dir. Smith iki kitap yazar. İlki “Ahlaki Düşünceler Kuramı” (Theory of Moral Sentiments, 1759), diğeri “Ulusların Zenginliği” (The Nature and Causes of the Wealth of Nations, 1776). İnsanın özüne ve toplumsal yaşama dair gözlediği iki temel karşıtlığı (dikotomi), ego ve sempatiyi, işler bu kitaplarında. Kişisel çıkar (Self interest) ve toplumsal çıkar (public interest, altruism) olarak da bakılabilir Smith’in problematiğine. İlk kitabı olan Ahlaki Düşünceler Kuramı’nın ilk bölümü “Sempatiye Dair” (of Sympathy) başlığını taşır. Sempati sadece fedakarlık, cömertlik, hayırseverlik değil, daha genelde diğer insanların bilincinde ve ayrımında olma ve toplumun üyeleri olarak onlar için kaygı duyma anlamlarını taşır. İnsan hariçten bir gözlemci olsa, ya da kendini bir başkasının yerine koyabilse, ne düşünür ve nasıl davranırdı? İnsanlara bu türden bir sosyal bilinç ve iyilikseverlik atfedince onlara, kendi davranış ve seçimlerinin başkalarını nasıl etkileyeceği ve bunun karşısında nasıl değerlendirilecekleri kaygı ve endişesini de yüklüyordu Smith.
Ulusların Zenginliğini yazmadan önce ahlak felsefesi üzerine yazar. Klasik iktisat geleneğindekiler hep ahlak felsefelerini ve normatif konumlarını açıkca ortaya koyup öyle ilerlemişlerdir. Politik iktisadın ruhsuzlaştırılması ve “pozitif iktisat” teknisyenlerinin elinde piçleşmesi ve “business economics” haline gelmesi yakın tarihin bir ürünüdür. İkinci kitabı Ulusların Zenginliği’ni 20-25 yılda hazırlar Smith; sadece düzenlemesi 10 yılını alır. İşlediği konuların dinamiği insandaki öteki eğilimdir: kişisel çikar, bencillik (selfishness, self-interest). İnsanlar bencilce kendi çıkarlarının peşinde koşarken hiç farkında olmadan ve ister istemez toplumun çıkarlarını da gözetmektedirler. İşbölümü ve uzmanlaşma ile başlar analize; üretim ve büyüme perspektifine verdiği önceliği gösterir bu: uzmanlaşma öncelikle üretimi artıracaktır. “Bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler, dünya kendini idare eder” (Laissez faire laissez passer) ile ifade edilen liberal düstur 400. (ca) sayfada gelir. Üretilenlerin değişilmesi sorunu ikincildir. Smith’i piçleştiren ortodoks iktisat biteviye “laissez faire” üzerinde durur. Ahlaki Düşünceler Kuramı diye bir kitap yazdığını ekonomi öğrencilerinin bile birçoğu bilmez. Smith, insanın toplumsal aktivitesi içinde kişisel çıkarın rolü için bir ortayolcu ve arabulucudur: ego’yu sempati’yle, ‘sağ’ı ‘sol’ ile dengelemeye çalışır. İnsanlar özünde bencil midir değil midir tartışması farklı bir düzlemde daha önce de yapılmıştır, İnsanın doğası (the nature of human nature) örneğin Hristiyan geleneğe göre zaten ilk günahtan başlayarak kötüdür. İnsanların doğuştan kötü ve bencil olan ruhları kilisenin ve tanrı’nın yardımıyla, çok çalışma, ibadet, itiraf ve tövbe yoluyla belki kurtarabilir. Aydınlanmanın yolaçtığı iyimserlik ile, örneğin David Hume, ve diğer romantikler, insanin özünde iyi olduğunu, nötr, yansız, ne iyi ne kötü olarak doğduğunu, ancak daha sonra toplumdaki kötülüklerin etkisiyle yozlaşma ve bozulmaya açık hale geldiğini söylemişlerdir. Genetik bazın farklılıklarını ve ek olarak toplumsal kurumların etkisiyle insanlarda farklı eğilimlerin açığa çıkabileceğini söyleyenler de olmuştur. Sosyalist iyimserlik beklendiği üzere insanın değil ‘kurumların doğası’ üzerinde durmuş. Düşünce tarihinde Smith’deki bu iki vurgulama Adam Smith Problemi veya Smith’in çift anlamlılığı (duality of Smith) olarak bilinir.
Smith’in yaşadığı dönemde hakim inanış kişisel çıkar ve kamu çıkarının uzlaşmazlığı yönündedir. Eşit kayıplı kazanım toplumu (Zero-sum society) varsayılınca, ki bugün tartışmalı bir konudur, bu inanış doğrudur: eşit kayıplı kazanımda ben çok alırsam sana azı kalır. Kişisel ve toplumsal çıkarın çelişmesi Smith’in de kaygısıdır, ve bütün yaşamını kişisel çıkarları gözetmenin çoğu durumda toplumsal çıkara da hizmet ettiğini göstermek üzere harcamıştır. Meşhur `görunmeyen el’ (invisible hand) metaforu Adam Smith’e aittir. Görünmeyen bir el toplumda işbirliğini sağlar. Kasap kendi ailesinin geçimini sağlamak için et kesip satarken topluma da gıda hizmeti sağlamaktadır. Üreticiler arası rekabet, en düşük fiyata en yüksek kaliteyi sağlar, geriye kalan üretici kârı ancak üreticinin emeğinin karşılığı olması gerektir. Böylece kişisel çıkar peşinde koşan bireyler topluma da dolayısıyla hizmet ederler. Piyasa işleyişi ve rekabet, insandaki ego ve hırs (‘greed”: tamah), bir anlamda insanın sağ yanı, üzerinde ekonomik bir kısıt oluşturur. Ancak, piyasa rekabeti — görünmeyen el metaforu—işin sadece ve sadece bir boyutudur Smith için. Bugün ne yazık ki herkes onu bilir, onu konuşur. İnsanların çıkarcılıklarının ve hırslarının önüne geçen, onu dengeleyen ve toplumsal yarar lehine davranmaya zorlayan iki diğer öge vardır üzerinde durduğu ve güvendiği. Bunlar servet edinme, biriktirme hırsı ve ego üzerindeki, sağ üzerindeki, sosyal kısıtlardır: Birincisi tanrı korkusu, din ve ahlak kısıtıdır. O dönemin protestan ahlakı ve Kalvinizme göre servetin birikmesi sadece ve sadece yeniden yatırıma dönüşüyorsa kabul edilebilir; zevk-u sefa için harcanması günahtır. İkinci kısıt küçük kasaba ortamında yaşayan ve birbirini ismiyle tanıyan insanların, yüz yüze baktıkları günlük yaşam ilişkileri ağında ifadesini bulan küçük ölçekli komün unsurudur. Smith’in döneminde dünya oldukça küçüktür. İnsanlar birbirini tanır. Kasabın et sattığı müşteri büyük olasılıkla aynı zamanda onun arkadaşıdır da. Dostlara kazık atılmaz. Anadolu’da, Ahi geleneğini yansıtan lonca hikayelerinde de vardır bu; esnaf kendisinde olan bir malı yok satar, müşteriyi geri çevirir, henüz siftah yapmamış olan karşı dükyana, rakibine, yönlendirir. Komşusu aç yatarken tok yatan bizden değildir.
A.Smith’in endişelendirmiş olan kazanma hırsı (tamah) ve bunu dengeleyen argümanlara global kapitalizmin hakim olduğu günümüz dünyasında yeniden bakarsak şunları gözleriz: Din kısıt olmaktan çıkmış, bireyci, maddeci ahlak, rasyonel tavır hakim olmuştur (God is dead). Firmaların sahipleri (hisse senedi sahipleri) ile yönetici sınıf birbirinden ayrılmış, patron-işçi ilişkilerinin yüzyüzeliği büyük ölçüde kaybolmuştur. Hissedarlar neyin sahibi olduklarını bile bilmezler ve görmezler çoğu zaman (Veblen’deki `absentee ownership` kavramı). İşçilerin ve müşterilerin durumu, kimliği vb. hisse senedi sahipleri için kaygı olmaktan çıkmıştır. Girişimci, yaratıcı, calışkan, doğal olarak hırslı, kendi işinin başındaki 18. yüzyılın burjuva sınıfı yerine rantiye bir sınıf türemiştir. Smith’in dünyasından, serbest piyasa ve rekabetin zengin örneklerinden bugüne ne yazık ki fazla birşey kalmamıştır. İktisat derslerinde tam rekabet piyasaları için, tarımsal ürün piyasaları ve borsa gibi bir iki örnek dışına çıkabilmek zordur, geçiştirilir. Bugün artık tekellerin, oligopollerin, kartellerin, dünyasındayiz. Ve zaten tekellere eskisi gibi kötü gözle bakamıyoruz, yararları çok: Ar-Ge harcamalarının büyüklüğü, teknolojiyi geliştirmeleri gibi.
Bu yazının başlığıyla, sağ/sol ayrımıyla Smith’in doğrudan bir ilgisi yok, zaten kendisi de Fransız devrimine olan tepki ve korku nedeniyle olsa gerek politik olarak liberal monarşisttir ki bugün sağcı diyebiliriz. Geliyoruz 20. yüzyıla. Karl Polanyi 1944’de yazdığı Büyük Dönüşüm (The Great Transformation, Beacon Press, Boston, 1962) adlı kitabında aradığım ölçütlere tercüman olmuş. Polanyi de sağ-sol kavramlarını kullanmıyor ama ben onun yaptığı analiz ve bahsettiği kavramların sağ ve solu ekonomi politik (ve psikolojik) olarak ayrıştırmada temel alınabileceğini düşünüyorum. Polanyi 1944’de şöyle diyor: “Yüzyıl boyunca modern toplumun dinamiği çift yönlü bir hareket tarafından yönetildi: Piyasa sürekli genişliyor, ama bu hareket aynı zamanda genişlemeyi belirli yönlerde kısıtlayan karşıt bir hareketle karşılanıyordu. Bu karşıt hareket toplumun korunması açısından hayati önem taşımakla birlikte, son tahlilde piyasanin kendi kurallarına göre işleyişiyle, dolayısıyla piyasa siteminin kendisiyle çelisiyordu.” (Karl Polanyi, Büyük Dönüşüm, 1986, Alan Yayıncılık, s.141) Şimdi çift yönlü hareket dediğimiz olguya dönelim. Bunlar toplum içinde her biri belirli kurumsal amaçlara yönelmiş belirli sosyal güçlerin desteğinde, kendi belirli yöntemlerini kullanan iki düzenleyici ilke biçiminde karşımıza çıkıyorlar. Bunların ilki ekonomik liberalizm ilkesiydi; kendi kurallarına göre işleyen bir piyasanın kurulmasına yönelmişti, ticaret yapan sınıfların desteğinde laissez faire ve ticareti yöntemleri olarak kullanıyordu. İkincisi soysal koruma ilkesiydi. İnsan ve doğanın, aynı zamanda da üretim düzeninin korunmasını amaçlıyor, piyasanın yıkıcı etkilerinden doğrudan doğruya zarar gören çeşitli grupların (özellikle çalışan sınıflar ve toprak sahipleri –ama yalnız onlar değil) desteğinden yararlanıyor ve yöntem olarak koruyucu yasama, kısıtlayıcı cemiyetler ve diğer müdahele araçlarını kullanıyordu.” (age. s.143)
Gündemin akışı içinde kavramlar ne kadar karışmış ve yer değistirmiş olursa olsun, ben tarihsel olarak da bugün de, sağ-sol ayrımını, Smith’de başka biçimde gördüğümüz, bu çift yönlü hareketin (double movement) iki cephesine indirgiyorum. Biraz daha açmaya çalışayım: Üretim insanın doğayla etkileşimidir. Eğer bu süreç laissez faire ilkesine dayalı bir pazar sistemiyle yürütülecekse insan da doğa da bu ilke etrafında bir eksende yerlerini almalıdır: yani onlar da arz ve talep yasalarına tabi olmalı, diğer mallar gibi alınıp satılmalı ve diğer mallar gibi Pazar için üretilmelidirler. Ticaret ve pazar icin üretim endüstri devriminin ürünü değil, bildiğimiz tüm yazılı tarih boyunca hep var. İnsanın ve doğanın alınıp satılmasi da var: kölecilik, ücretli işçilik, alınan borcun ödenememesi durumunda toprağını veya özgürlüğünü kaybedenler, vb. değişik şekil ve boyut zenginliğinde tarihte hep olmuş. Bunların karşısında duran hareketler de hep olmuş, toplum bir organizma gibi kendi dokusunu koruma güdüsünü ve tepkisini geliştirmiş. Solon kanunları geliyor aklıma; hani borçlarını ödeyemeyip köle durumuna düşen Atinalılara özgürlüklerini geri veren. O halde endüstri devriminden bugüne farklı olan ne? Fark şurada: Daha önce hiç kimse kendi kendini düzenleyen piyasaları (self-regulating market) ve laissez faire önermemiş. Piyasa toplumun genel eklemlenmesi (cohesion) ve çatısı için araçlardan biri olmus. Refah şüphesiz ki Endüstri devrimi öncesinde de istenen birşey ama o zamanlarda büyüme perspektifi yok, bunu sağlamak üzere kimse toplumsal bir altüst oluş önermemiş. 18. yüzyılın liberallerinde bile bu söylem yok. Toplumsal amaç stabilite, huzur ve güvenin sağlanması; ticaret ve üretim yapan sınıfların söylemi de bu huzurun mantığı içinde yer alıyor. Loncalar stabiliteye yönelik düzenlemeleri sağlamak için var. Batı Avrupa’da feodalite bir güvenlik sistemi. Örneğin, Çinli tüccarların dış ticarete girmeleri engellenmiş; yabancı kültürlere bulaşmasınlar, yozlaşmasınlar istenmiş; barut havai fişeği için kullanılmış yalnızca; Osmanlı ticareti aşağılamış; tüccarın tüm birikimini kaybetmesi sadece bir söze bakmış; Hezarfen Ahmet Galata kulesinden uçunca kelleyi vermiş; Oblomov’daki köylülerden biri bir mektup alınca (köylerine gelen ilk mektuptur) uzun süre düşünüp açmamaya karar verirler çünkü mektuptaki iyi ya da kötü haberin yaratabileceği olası bir alt-üst oluş ve yer değiştirme göze alınmaz. Huzur, uyum, stabilite, toplumsal örgünün olabildiğince dengede tutulması perspektifi Endüstri devrimi’yle birlikte değişiyor.
Liberalist slogan laissez faire, laissez passe ile iktidar olan burjuvazi kendi kendini düzenleyen piyasalar inancını yerleştiriyor ve insanin özündeki o eğilimin, yukarda bahsettiğim Adam Smith’i bile endişelendirmiş olan ego, kişisel çıkar ve servet edinme güdüsünün önündeki her türlü engeli yıkıyor. Bu insanın, ve toplumun, sağ yanıdır. Dizginlerinden boşanınca, toplumsal kaygı, huzur, sempati dinlemeyen, herşeyi altüst edip, ‘durmayalım düşeriz’i kural haline getiren sağ yan. Aynı zamanda cok da yaratıcı bir eğilim bu, insan yaratıcılığının sınırlarını zorluyor, açığa çıkarıyor. Klasik iktisat geleneğinin son temsilcilerinden Avusturyalı Nobel ödüllü iktisatçı Joseph Schumpeter bu eğilime başka bir bağlamda “yaratıcı yıkıcılık” (creative destruction) adını vermiş. Bugünkü bolluk ve gönenci, maddi zenginliği bu eğilime yani sağa borçluyuz. Peki sol genel kategorisi altında toplanabilecek olan karşı hareket ne? En genelde bu karşı hareket, insanin ve doğanın kaderini mal fetişizmi altında piyasanın işleyişine bırakan ve sonuçta onların tahribine yolaçabilen eğiliminin önündeki toplumsal kontrol mekanizmaları ve toplumsal dokunun kendini savunma güdülerinden oluşuyor. Sol, piyasanin işleyişine müdahele etmek ve onu düzenlemekten tutun da piyasaya topyekün karşı olan her türden eğilimi içeriyor: sendikal hareket, çevreciler, yeşiller, işsizlikle mücadele derneği, barışsever bilimadamlari birliği, yaş ağaca balta vurma kampanyası, düşkünler yurdu, yetimler vakfı, iflas etmiş işadamlarını kalkındırma cemiyeti, çıraklar birliği, yeşilbarış, fabianlar, tüketici kooperatifleri birliği, genç komünistler ve emekli memurlar cephesi, halkocakları, vb., aklınıza gelen tüm sosyal mesajların sahipleri oradadır. Garip ama sol sadece insanları ve doğayı değil, aynı zamanda kapitalist işletmeleri de ‘kendi kendini düzenleyen’ piyasaların yıkıcı etkilerinden korumuş ve korumakta. Örneğin kapitalizmin tarihi boyunca serbest ticaretin sembolü olan pamuklu kumaş sektöründeki üretici firmalar, ABD’de bile korumacı gümrüklerin, ihracat teşviklerinin, dolaylı ücret subvansiyonlarının sayesinde himaye edilerek yaratılabilmiş. Bugün dahi bu firmalar, örneğin Türk tekstil ihracatına karşı, kotalarla korunmaya ihtiyaç duyarlar. Sol karşı hareket ekonomik yaşamda müdaheleciliği yaygınlaştırmış. Tüm çalışanlar için işsizlik ve tüm yurttaşlar için kapsayıcı sağlık sigortası, bütçenin önemli bir kısmını oluşturan sosyal harcamalar, güçlü sendikalar, ve benzeri sosyal-refah devleti uygulamaları olarak bildiğimiz herşey solun eseridir.
Sosyalizm endüstri toplumunun bünyesinde yeşermiş bir sol eğilim, solun en ucu: ‘kendi kendini düzenleyen’ piyasa mekanizmasını iradi bir müdaheleyle demokratik bir toplumun olmazsa olmaz gereklerine tabi kılma eğilimi. Çalışan sınıflar için çok doğal bir tercih gibi görünüyor. Öte yandan piyasalara müdaheleciliğin zenginleşip çesitlenmesi devleti, ve onun bürokratik mekanizmasını giderek büyütmüş. Halbuki solun bir ucundaki komünizmin amacı sınıfların yok olmasıyla birlikte zaman içinde devletin de sönmesidir. Piyasanin yerine ikame edilen merkezi planlama üssel bir hızla artan ve karmaşıklaşan mal ve hizmet çeşitlemesi problemini teknik olarak çözse bile, bu durum pratikte devletin ve bürokrasinin giderek büyümesini de getirmis. Bürokratlar Marx’a göre üretici bir sınıf değil.
Bugün sağ için seküler bir din haline dönüşen ekonomik liberalizmi ve laissez faire’i uygulayabilecek en büyük güç, yani zor, yine devletin kendisi. Başta laissez faire, en çok sayıda insan için en büyük mutluluk (greatest happiness for the greates number) sağlamaya yönelik bir proje ve araç olarak düşünülürken; daha sonra araç amaca dönüşmüş. Devletin görevi toplumun refahını değil bizzatihi laissez faire’i sağlamaktır. Her piyasada bunu gözetlemeye çalışan devletin kaderi giderek ve yine de büyümek olur. Ne sağ ne sol devleti gerçekten küçültmeye niyetli. Doğu Avrupa ve Sovyet deneyimi “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar” düşünü daha yıkılmadan önce bir kenara bırakmıştı. Hatta, 80’lerin sonunda yazan Galbraith’e göre bu sloganın tersini uygulama projesi bile başlamıştı: “Herkesten ihtiyacı kadar, herkese yeteneğine göre” Şöyle düşünün: bir işci bir spor araba ve bir yüzme havuzuna ihtiyacı olduğunu düşünüyor. Bunları elde etmek için çalısmak zorunda: ihtiyacı kadar çalışacak. Ne kadar zamanda ne kadar para kazanacak? Yeteneğine göre. Yeteneğine nasıl değer biçilecek? Basit, arz ve taleple. Ya bütün işciler burjuva olmaya karar verirse ne olacak? Bütün işciler spor araba ve yüzme havuzuna ihtiyaçları olduğunu düşünemeyecek; özellikle sağ yanları gelişmemiş olanlar. 90’li yıllarda sağ/sol tanımlarının yer değiştirmesini işleyen “Soviet Paradox: Left is Right” isimli bir New York Times makalesinin sonunda o dönemin Rus Komunist Partisi şefi I. Polozkov’un İzvestiya’ya verdiği demeçten bir alıntı hatırlarım: “Devran dönüyor, bugün solda duranlar yarın sağda olacaktır” (The world is spinning, and he who stands on the left today will be on the right tomorrow.) Sovyetler Birliği’nin dağılmasında rol oynayan ve o zaman sol gibi görünen muhalefet sağdır aslında. Pastanın büyümesi için sağ tercihi yapan solcular paradoksaldır.
Bu yazıdaki sağ-sol ayrımı çıkar catışmasını yadsımıyor. Onu belki de en önemli ayraç olarak alıp değişik grupların değisik çıkarlara sahip olmasının ötesinde aynı grup içinde gözlenen farklı eğilimleri de açıklamaya çalışıyor. Popüler kullanımdaki sağ-sol ayrımında beni rahatsız eden noktayı şöyle açıklayabilirim: burjuvazi karşısında çelişen çıkarlara sahip işçi sınıfı, ezilen sınıf olarak solda, hakim sınıf burjuvazi ise sağdadır. İşçiler burjuvaziyi devirip onlar üzerinde hakimiyetlerini kurunca politik olarak burjuvazinin ezilen sınıf olarak artık sol olması lazımdır, işçilerin de sağ. Ya da, örneğin, ulus devletler kurulmadan önce, feodalite altında ezilen sınıflardan biri olarak burjuvaziyi solda saymak gerekir, iktidara geldikten sonra sağda. Karikatürize edersek Spartaküs ve isyancı köleler soldur, köle sahipleri sağ; ilk hristiyanlar soldur Romalılar sağ. Aleviler soldur Sünniler sağ, Bahailer sol Hindular sağdır. Sağ ve sol’un bu şekilde politik ayrımında zaman tutarlılığı yok, ve bu rahatsız edici. Fransız devrimi sonrası oluşan modern çağa özgü bir ayırım olduğu için ben kriteri pazar karşısında alınan tavır ve duruş olarak alıyorum. Bu tavırdaki farkları da bir tarafta ego, kişisel çıkar, servet edinme ve zenginleşme eğilimi diğer tarafta toplumun insanı ve doğayı bu eğilimin yıkıcı etkilerinden koruma ve onu kontrol etme, denetleme güdüsü olarak görüyorum. Bu ayrım sosyal sınıfları ve çıkar gruplarını boylamasına kesiyor, üzerinden geçiyor. Sağcı ve bunun bilincinde olan bir işçi rahatsız edici ama pekala olası. George W. Bush kendini çevreci ilan etse bu da çoğumuzu rahatsız ederdi.
Ama gerçek şu ki, Doğu Bloku’nun ‘sosyalist’ işçileri 90’larin başında planlama yerine serbest pazarlardan yana tercih yaptılar. Amerika başkanı da belki doğanın biraz korunması gerektiğini hissedebilir. Ayrımın kabaca karşıt ekonomik çıkar gruplarına indirgenmesine karşıyım. Örneğin, ben balinaların avlanmasına karşı çıksam bundan ne çıkarım olabilir. Hiç balina görmediğim gibi, atalarımdan kimse de görmemiştir. Sadece ve sadece doğa sevgisi ile hareket ediyor olabilirim. Bunlar bir yana, aslında, para kazanma hırsı ile hareket eden tamahkar ve üstelik de çok verimli Japon balıkçılara karşı çıkıyorum. Onların kısa zamanda çok kazanma ve büyüme saiklerine karşı çıkıyorum, çünkü bu doğanın kısmen tahrip edilmesi anlamına geliyor. Bu hırs olmadan balinaların korunmaya ihtiyacı yoktur, büyük ölçüde doğanın da, Japon balıkçının oğlu da karşı çıkabilir babasına, sınıf çıkarlarına ters bir biçimde. Bizler yalnızca kendi ekonomik veya sınıf çıkarlarımız için solcu olmayız.
Benim tanımımda piyasaların kendi kendini düzenleyebileceğine, bunun toplum için en iyi sonuçları vereceğine ve müdahele edilmemesi gerektiğine olan kör inanç sağ ucu, bu sürece inançsızlık sol ucu temsil ediyor. Örnegin, belli bir anda devlet ekonomiye %52 oranında hakim olsun (nasıl anlıyorsanız). Bunun %51 e düşürülmesini isteyenler sağ eğilimi, %53’e çıkarılmasını isteyenler sol eğilimi temsil ediyor olurdu. Aksi halde, planlama yerine serbest piyasa, kamu sektörü firmaları yerine özel teşebbüs firmalarını görmek isteyen, özetle artık-değer’ sömürüsüne uğramak için can atmış olan dün Polonya ve Rus işçilerini, bugün Çinli işçileri salt egemenler gözü ile, yani komünist partisinin gözüyle, bakmadıkları, yani sisteme muhalif durdukları için sol altında toplamak bana ters geliyor. Sol ezilenlerin yanında olmak değildir. Daha uzun bir dönemde ve perspektifte, solda görmeye alıştığımız ve solda görmemiz doğal olan, kapitalizme karşı devrim yapmış bu insanların tarihin bu dönemecinde sağ yanları ağır basmaktadır. Batı benzeri bir maddi refah ve zenginliğe onlar da sahip olmak istemektedirler, her türlü fiyatı ödeme pahasına. Kimsenin şüphesi olmasın, aynı insanlar uzun dönemde yine solda yer alacaklardır. Batıdaki emekçi sınıfların olgunlaşmış deneyimlerinden çıkarım yaparsak, spor araba ve yüzme havuzuna sahip olmak isteyen işçilerin çoğu bunun firsat maliyetini öğrenince halk plajlarının ve toplu taşıma araçlarıyla yetinmenin daha az yıkıcı olduğuna karar verecektir. NEP’in mimarı Bukharin geçici pazar uygulamasındaki tavrı açısından Stalin’in sağındaydı. (Onun yaftasını ‘sağ’ olarak vurmak şüphesiz Stalin’in de işine gelmiş olmalıdır.) İşte benim yaptığım ayrım ve kavramlaştırma çabasında problem burada başlıyor. 60 yılı aşkın reel sosyalizm deneyimi, piyasaları emirle düzenleyen planlama rejimi, doğanın ve insanın tahribinin önüne geçmek için yeterli çabayı gösterdi mi? Özellikle Stalin dönemi neslini hatırlamak yeterlidir. Artık değer sömürüsünden kurtulmak kendi başına yeterli miydi? İş aynı, fabrika aynıyken, sonuç aynı yabancılaşma olmayacak mıydı? Stalin elbette o nesli sömürüp üretilenleri kendisi tüketmedi; birikenler toplumsal servet olarak birikti.
Ortodoks iktisat söylemi içinde “piyasalar çöktüğü zaman devlet müdahelesi ve regülasyon gereklidir” denir. Piyasa çeşitli nedenlerle çökebilir ki en başta serbest rekabetin çöküşü gelir. Örneğin tekelleşme, kartelleşme, iktisadi fesat, stratejik davranış, dışsallıklar (örneğin çevre kirliliği gibi maliyetini üreticinin değil de toplumun ödediği yan ürünler). Bunlar istisna değil norm olmaya başladıkça kamu iktisadından ve ‘sosyal planlamacının probleminden’ daha sık bahsedeceğiz, sol daha sık devreye girecek, kaçamadığımız gibi muhtaç olacağız sol yanımıza ve solculara.
Mehmet Emin KARAASLAN
Işık Üniversitesi
Ağustos 2008, Şile