Ulaş Başar Gezgin, Özgürlükçü Sol İletişim Öbeği üyelerine yanıtlanması dileğiyle bir soru demeti göndermişti. O soru demetine benden başka yanıt veren ne yazık ki olmadı ve UBG’nin bu çabası gök kubbede hoş bir seda olarak kalmaktan öteye gidemedi.

Sorular hem kuramsaldı hem de çeşitli konulardaki konumlanışları saptamaya yönelikti. Yanıtlar gelebilseydi, verimli bir döküm elde edilebilirdi. Geçenlerde “taslak”larıma bakarken bu soruları ve verdiğim yanıtları gördüm. Yeniden okudum ve niye yayınlamadığımı kendi kendime sordum.

Metni gözden geçirip bazı notlar ve alıntılar ekledim ama bunların sonradan yazılmış olduklarını da belirttim.

***

Sevgili Ulaş Kardeş,

Güncel üzerine yazma ve tavır geliştirmenin dayanılmaz, karşı konulmaz cazibesinin hemen herkesi baştan çıkardığı, dahası güncelin sıcak gelişmelerinin daha da kışkırtıcı bir hal aldığı koşullarda buna direnmenin pek de kolay olmadığı bir gerçek.

Türkiye Solunun her yenilgi döneminde kendini içine fırlatıp attığı özeleştiri girdabından çıkmaya çalışırken geride bıraktıkları her zaman kazanımlarından fazla olmuştur.

Kafka’nın o sözünü çok severim:

“There are two main human sins from which all the others derive: impatience and indolence. It was because of impatience that they were expelled from paradise, it is because of indolence that they do not return. Yet perhaps there is only one major sin: impatience. Because of impatience they were expelled, because of impatience they do not return.”

“Bütün günahların türediği iki büyük günah vardır: sabırsızlık ve tembellik. Sabırsızlıkları yüzünden cennet’ten kovuldular; tembellikleri yüzünden de geri dönemeyecekler. Aslında, belki de bir tek günah vardır: sabırsızlık. Sabırsızlıkları yüzünden kovuldular; sabırsızlıkları yüzünden de geri dönmeyecekler.”

Bizim kuşağımız (78) her sızlanmanın kopmalarla sonlandığı, her kopanın da kestirmeden Osmanlı’dan başlayıp o günkü güne (1970’li yıllar) dek getirilen sosyo-ekonomik yapı çözümlemelerine eklemlendirilen özgün devrim kuramlarıyla (ki hemen hepsi ufak ayrıntılar üzerine abanarak oluşturulurdu.) grupsal bağdaşıklık sağlayacak “bildirge”lerin yazılıp piyasaya sürüldüğü bir dönemdi. Genç insanlardaki bu gökleri fethetme ruhu ne kadar övgüye değerdiyse, acelecilikle birleşmiş kestirmecilik de bir o kadar yergiyi hak ediyordu.

12 Eylül çıkışında örgütlü özeleştiri süreçlerinin nasıl işlediği ve oradan buralara nasıl gelindiği hakkında fazla bir bilgim yok. İlginç olan hemen herkesin belli bir grup disiplini ve/veya çevre güdümlenmesi olduğunu çağrıştırır biçimde eski önderlerinin peşinden belli kanallara gitmiş olmasıdır.

Hemen hiçbiri ne Marksist ne de Marksist-Leninist olmuş ve/ama öyle olma savlarını hemen her zaman yüksek sesle haykırmış grupların, büyük ölçüde kendi deneyimleri ve yaşanmışlıkları üzerinden Marksizm, Marksizm-Leninizm vb eleştirilerini ayyuka çıkarmalarının hiçbir kıymet-i harbiyesi olduğunu düşünmüyorum. En azından bana ulaşmış özgün gerekçeli reddiyeler olmadığı sürece bu kanımı koruyacağım.

Amerika’yı her yeniden keşif çabasının körün fili tarifi türünden bir algılamayla sonuçlanması yalnızca bize özgü bir olay mıdır, emin değilim.

Acelecilikleri yüzünden her şeyi yüzlerine gözlerine bulaştıranların, eleştirilerini sağlam temellere oturtabilecekleri okumaları bile aynı sebeple tamamlayamadıkları kanısındayım.

Türkiye Solundaki bugünkü bunalımın da, yönsüzlüğün de sebebinin bu olduğunu düşünüyorum.

***

Sorduğun sorulara gelince…

1) Cinsel kimlikler – çeşitli kimliklerin kabulü mü özgürlükçü sol? Toplumsalcı ülkelerde cinsel kimliklere baskı mı vardı? Cinsel kimliği, yaşamda her şeyin önüne koyan insanların solla yan yana olması nasıl olanaklı olabilir? Ve mantıklı mı?

OYG: Toplumsalcı (sosyalist karşılığı olarak toplumcu değil de toplumsalcı ifadesini kullanmanı takdir ettim ama buna da eleştiri gelmesini bekleyebilirsin.) ülkelerde kadınların durumu ile ilgili Şirin Tekeli’nin önemsediğim bir çalışması (Kadınlar ve Siyasal Toplumsal Hayat) vardır; onu öneririm. Toplumsalcı çevreler söz konusu olduğunda ise ufak bir kaç notla açılımda bulunmak istiyorum.

Engels, “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”nin 1. baskısına yazdığı önsözde şöyle diyordu:

“Maddeci tarih anlayışına göre tarihteki egemen faktör, son tahlilde, maddî hayatın üretimi ve yeniden-üretimidir. Ama bu üretim, ikili bir tabiata sahiptir. Bir yandan, yaşam araçlarının, beslenmeye, giyinmeye, barınmaya yarayan şeylerle bunların gerektirdiği aletlerin üretimi; öbür yandan bizzat insanların üretimi, türün üremesi.”

Bu sözlere ilişkin editör notu ise şöyleydi:

“Engels, burada, türün üremesiyle yaşama araçlarının üretimini, toplumun ve toplumsal kurumların gelişmesindeki belirleyici şartlar olarak, aynı plana koyarak hata yapıyor. Ama eseri boyunca, tersine, somut belgeleri tahlil ederek, esas faktörün, toplumun ve toplumsal kurumların gelişmesini belirleyen şeyin, maddî üretim biçimi olduğunu da, gene bizzat Engels gösteriyor.”

Editörün görevinin bu tür dipnotlarla okuyucuyu koşullandırmak olmadığını düşündüğümden, derdim de editörün nasıl gördüğünü değil de Engels’in neyi, hangi bağlamda söylediğini keşfetmek olduğundan kitabı öyle okuduydum ve o uyarıyı geçerli kılacak bir şeyler de bulamadıydım.

Ne ki zihniyet önemlidir. Editörün notunda iki zihniyet iç içe yer almaktadır:

1) Yaşam-beslenme-giyinme-barınma araçlarının üretimine vurgunun ardına gizlenen erkekegemen zihniyet, kadınların türün üremesine hapsedilmiş-hasredilmiş yaşamlarının ikincil bir öğe olarak algılanmasında kendini göstermektedir;

2) Egemen düşüncenin bir ifadesi olarak insanın kendisi, bir üretici güç olarak aracın ardına itilmiştir. İnsanı ikincil kılan bir üretici güçler kuramı, sömürücü sınıf ideologları tarafından da çok makbul kabul edilecektir, nitekim öyle de olmaktadır.

[3. Bu iki zihniyete bir üçüncüsünü, Engels ile editör arasındaki farkı ortaya koyan bir zihinsel farklılığı, eklemek gerekir. Engels, “maddî hayatın üretimi ve yeniden-üretimi”nin iki yönünden – yaşam araçlarının, beslenmeye, giyinmeye, barınmaya yarayan şeylerle bunların gerektirdiği aletlerin üretimi; öbür yandan bizzat insanların üretimi, türün üremesi- bahsederken, Editör, maddî üretim biçimden yalnızca “yaşama araçlarının üretimini” anlamaktadır.]

Öte yandan, bir cinsiyet kategorisi olarak kadınların nüfus içindeki payının yüzde ellilerin altına düşmediği, dahası savaşlarla azalan erkek nüfusu dikkate alındığında daha yüksek oranlara ulaştığı ve/ama muhayyel bir anaerkil dönem dışarıda bırakıldığında insanlık tarihi boyunca nüfusa oranının nüfuza yansımadığı inkâr edilemeyecek bir gerçeklik olarak ortaya çıkmaktadır.

Mao’nun Çin’deki devrilmesi gereken dört dağı emperyalizm, komprador burjuvazi, feodalizm ve kadınlar üzerindeki baskı olarak sayışıyla şaşkınlığa kapılmadık desem yalan olur. Emperyalizm, komprador burjuvazi ve feodalizmle eşit öneme sahip ya da aynı kategoride tanımlanan bir erkekegemenlik…

Türkiye solunun (muhtemelen dünya solunun da) kadınları eşit saydıkları ve bu eşit sayma temelinde ayrımcılık yapmadıkları ama fırsat eşitliği sağlayacak mekanizmaları oluşturmadığı, dahası o kadar da önemsemediği söylenebilir. Böylelikle alışageldik işbölümü Türkiye-Dünya Solu nezdinde de değişmeden kalmıştır.

Toplumsalcı ülkelerin de bu zihniyetten azade olmayan insanlarca yönetildiğini unutmamak gerekir.

Kaldı ki cinsel kimlik yalnızca erkek ve kadından ibaret değildir. Eşcinselleri unutmamak ve atlamamak gerekiyor. erkekegemen zihniyet, belki de kadın konusundan daha çok eşcinsellikle ilgili olarak ortaya çıkıyor; zira bizzat kadınlar bu konuda erkekegemen zihniyetin en önemli kaleleri oluyorlar.

Sorun, cinsel kimlikleri her şeyin önüne koyan insanlarda değildir; sorun, cinsel kimliklere duyarsızlıkla yaklaşan ve erkekegemen zihniyetten kurtulamamış komünist soldadır. Söz konusu sol, söz konusu zihniyetten kurtulsa bile, cinsel ayrımcılığa dayalı sömürüye karşı gelişen bir feminizm yine de var olacaktır; dahası olmalıdır da. Nasıl işçilerin kurtuluşu ancak kendi eserleri olabilirse, kadınların kurtuluşu da kendi eserleri olabilir.

2) Gerçel toplumsalcı ülkelerin neyine karşı özgürlükçü sol?

OYG: Kişisel olarak sosyalizmi bir hedef olarak görmüyorum. Sosyalizm, kapitalizmden komünizme geçiş evresidir ya da aynı anlama gelmek üzere komünizmin alt evresidir; henüz komünizmin burjuva ufkunu aşamadığı bir evresi. Marx’ın 1844 el yazmalarında dediği gibi “henüz demokratik ya da despotik, siyasal nitelikte”dir. Bu evre bir “kader”dir ve katlanılması gerekir. Ne ki sürecin değişik biçimlerinin kader olup olmadığı tartışmalıdır. Şimdiye değin (Paris Komünü hariç) demokratik biçimine rastlanılmamıştır. Despotik biçimi ise mebzul miktar ve türde mevcut olmuştur…

Olumlu despotizmi iktidarı ele geçiren sınıfın henüz türdeşliğini sağlayamadığı (kendisi için sınıf durumuna gelmediği) ve iktidara yükselişinin kendi olgunluğunun değil karşıt sınıfın çürümüşlüğünün ürünü olduğu tarihsel koşullarda sınıfın organik aydın katman-lar-ının erki ele geçirerek sınıfın olgunlaşması doğrultusunda kullanması olarak algılıyorum. Organik aydın katmanları, geleneksel aydın katmanlarıyla birleşerek devleti yeniden ihya edebileceği gibi, sınıfla birleşerek komün tipi bir devlete dönüşümü de sağlayabilir. Gerçel toplumsalcı ülkelerde olan, sınıfın organik aydın katmanları ile geleneksel aydın katmanlarının karışması ve organik aydın katmanlarının geleneksel aydın katmanları tarafından soğurulmasıyla sonuçlanmıştır. Bu dönüşümün toplumsal yapıyla ilişkisi ise ayrı bir tartışma konusudur.

Gerçel toplumsalcı ülkelerde işçi sınıfının olgunlaş-tırıl-ması ve küçük üretici köylülüğün kolhozcu köylüler biçiminde örgütlenerek dönüştürülmeye çalışılması, onların siyasal yaşamdan uzaklaş-tırıl-ması ile koşut biçimde gelişmiştir. (Bu konuda Lucas’ta kimi ipuçları bulabiliriz. Önemsediğim bir metni daha sonra geçerim; “Devrim Sonrası Toplumlarda İktidar ve Muhalefet” içinde bulunuyor.)

[“Ya proletaryayı oluşturan bireyler, kendilerini ancak gönüllü olarak iş disiplinini güçlendirmekle kurtarabileceklerini kavrarlar, dolayısıyla üretim artışını sağlanır; ya da bunu başaramazlarsa, bu gerekli durumu oluşturacak kurumları yaratırlar. İkinci durumda proletaryanın kendi üyeleri olan bireyleri, yani proleterleri, sınıf çıkarlarına uygun biçimde davranmaya zorlamasını sağlayan bir hukuk sistemi meydana getirirler: Proletarya, diktatörlüğünü kendine karşı yöneltir. Sınıf çıkarlarının doğru olarak kavranıp bunlara yönelik gönüllü eylemliliğin olmaması halinde, bu önlem zorunludur. Ancak, bu yöntemin, gelecek için büyük tehlikeler taşıdığı gerçeğinden kaçmamak gerekir.”
George Lucacs, “Devrim Sonrası Toplumlarda İktidar ve Muhalefet”, s. 127]

3) Sosyalizm kadın haklarının en ileri olduğu koşulları sağladı. Neden ayrıca dişilci (feminist) bir harekete gereksinim duyuyoruz o zaman? Evet, sosyalizmin kadına bakışı, 2. ve 3. dalga dişilci hareketlerle hesaplaşıp kendini yenilemiş değil ama sosyalizm, yapısı gereği kadın eşitliğini yok saymıyor ki. 2. ve 3. dalgayla hesaplaşmak için ayrı bir dişilci harekete gerek yok. Sosyalizmin çözebileceği sorunlar bunlar.

OYG: Nasıl sosyalizm ve/veya komünizm, esas olarak işçi sınıfının haklarıyla doğrudan ilgili değilse, feminizm de esas olarak kadın hakları sorunu olarak algılanmamalı diye düşünüyorum. Zira haklar, hukuksal ve/veya siyasal-toplumsal düzeyde tanımlanır ve/ama bu da gerçek ilişkilerin üzerini örten şallar derekesindedir. İlk toplumsal işbölümü, tarımcılık-hayvancılık ayrımı olarak tanımlanır ve cinsiyete göre işbölümü ise “doğal işbölümü” olarak adlandırılır. Cinsiyete göre işbölümünün “doğal işbölümü” olarak adlandırılması ve buradan muhayyel bir anaerkil altın çağ üretilmesi de erkekegemen zihniyetin bir tezahürü olarak görülmelidir. “Doğal işbölümü”, gerçekte ilk toplumsal işbölümü olarak, ilk sömürü biçimini de oluşturmuştur: kadın cinsinin erkek cinsi tarafından sömürüsü.

Kuşkusuz sosyalizmin değil ama komünizmin çözeceği sorunlar bunlar ama cinsiyet sorununu çözecek bir komünizmin de cinsiyetsiz bir komünizm olması gerekiyor. Örneğin, “kadınlar katılmaksızın gerçek devrim olamaz” ifadesi iki kere sakıncalı erkekegemen bir ifadedir. Öncelikle zımnen devrimi erkekler (erkek işçiler) yapacaktır ama kadınlar (kadın işçiler) katılmadıkça bu başarıya ulaşamaz anlamına gelmektedir. Öte yandan cinsiyeti erkek ve kadın ayrımı olarak ele alarak “cinsel tercihler” denilen nankör alana kendini kapamaktadır. Sosyalizm tarihi, barikatlarda çarpışan yeterince eşcinseli not düşmüştür. Onları yok sayan ya da yalnızca not olarak muhafaza edecek bir komünizm, yeterince komünist olmayacaktır.

[Burada ve başka yerlerde, tam da ne anlama geldiği belli olmayan ve/ama hala erkek-kadın biçiminde tanımlanan bir cinsiyetçi kabulü yansıtan “cinsel tercihler” gibi bir kavramı kullanmışım. Şimdilerde eşcinselliği “cinsel yönelim” ya da doğrudan “cinsiyet” olarak ifade eden yaklaşımlar öne çıkmaktadır.]

Türkiye’de kadın haklarının Kemalist dönemdeki örnek gösterilen yükselişi bile kadın hareketinin gömülmesi temelinde ortaya çık-artıl-mıştır. Gerçel sosyalizmdeki ileri kadın hakları da benzer biçimde gelişmiştir: ailenin kutsanması ve kadınların geleneksel rollerinin sürdürülmesi temelinde toplumsal-siyasal yaşama katılması.

4) Toplum mühendisliğine karşı olmak mıdır özgürlükçü sol? Bunun ‘yerine’si, “bırakınız yapsınlar” ve halk kuyrukçuluğudur. Özgürlükçü sol adına, devletin dönüştürücü, geliştirici niteliğini çöpe mi atacaksınız? O zaman geriye İngiliz işçi partisi gibi ucube bir yapı kalır

Toplum mühendisliğini içermeyen herhangi bir siyasal hareket olabileceğine ihtimal vermiyorum. Dönüştürücü ya da devrimci herhangi bir hareketin toplum mühendisliğini dışlamasını ise anlayamıyorum (kişisel eksiklik ve yetersizliğimden olabilir). Toplum mühendisliğini dışlayan yaklaşımları ne gerçekçi ne de ütopyacı buluyorum. İktidarsızlık ideolojisidir ve oradan da iktidara boyun eğmeye evrimleşir.

5) Özgürlükçü sol, post-Marksistler gibi, sınıfı çelişkilerin yalnızca biri olarak mı görür? O zaman, işçi sınıfının tek özne olma niteliğini tartışmaya açmak, özgürlükçü solcu olmak için yeterli midir? Öyle ise, burada sınıfı hala temel çelişki olarak görenler, özgürlükçü solculuk dışında kalıyor.

OYG: Post-herhangi bir şeyi anlamakta zorlandığımı itiraf etmeliyim. Kendi özgün terminolojimizle söylemek gerekirse, zorunluluktan özgürlüğe geçişte kavranılacak ana halkanın “sınıf savaşımı” olduğunu; sınıf savaşımının bütün sınıfların ortadan kaldırılması ve sınıfsız bir topluma geçişten başka bir şey olmayan proletarya diktatörlüğüne dek götürülmesi gerektiğini hala savunuyorum. Bunu özgürlükçü solda yer almayı engelleyen bir şey olarak görmüyorum. Benim özgürlükçü solculuğum sınıf savaşımı düşüncesini proletarya diktatörlüğüne dek götüren bir özgürlükçü solculuktur. Bu tür bir özgürlükçü solculuğun liberalizme karşı dik duruşu muhafaza edecek en önemli mevzi olduğunu düşünüyorum.

6) Her tür darbeye karşı olmak mıdır özgürlükçü sol? Özgürlükçü sol, halk hareketine dayanmayan bir sosyalist darbeye karşı çıkacak mıdır? ‘Ulusalci’ demiyorum, ‘sosyalist’ diyorum, dikkat…

OYG: Ekim Devrimi denilen de bir sosyalist silahlı sivil darbe değil miydi? (bkz. OYG, 27 Mayıs üzerine, 2004) iktidara bir darbe ile tutunan bu sosyalistlerin daha ilk aşamada Kronstad’ın kara-kızıl bahriyelileriyle hesaplaşmak durumunda kalması ve Brest-Litovsk’ta Alman emperyalizmine teslim olması rastlantıyla izah edilecek gelişmeler olmasa gerekir. “Halk hareketine dayanmayan bir sosyalist darbe” ile ilgili sorgulamayı “Ekim’de Rusya’da olsaydık ne yapardık?” sorusuyla birlikte ele almak gerekir.

Sanırım darbeyi yalnızca askeri çevrelerin bir edimi olarak algılamadığım yeterince açıktır. Askeri çevrelerin bir darbesinin sosyalist içerikte olmayacağı ise bence kesindir; ya da o sosyalizm farklı bir sosyalizmdir (!) ve ayrı ele alınmak durumundadır.

7) ÖDP ve Ufuk Uras’la ilgili soru: Ufuk Uras, ÖDP’de bir dikta düzeni mi kurmuştur yoksa aldığı kararlarda ve yaptığı açıklamalarda vb. aşağıdan yukarıya yönetimi mi uygulamaktadır? Görebildiğim kadarıyla, Ufuk Uras’ın partisiyle ilişkisinin herhangi bir partidekinden farkı bulunmamakta. O zaman Ufuk Uras’ın hangi yönü özgürlükçü solcu?

OYG: Uzun yıllar önce despotizmin ya da kişiye tapmanın ya da önder fetişizmi temelinde “sahibinin sesi” tavrının kaynağını bizzat önderliğin kendisinde değil de uyrukların halet-i ruhiyesinde aramaya başladığımdan, sorunu Ufuk Uras’ın özgürlükçü solcu olup olmamasında değil, herhangi bir partinin 2 ve 3. kademelerinde konuşlanmış insanların özgürlükçü solcu olup olmadıklarında arıyorum. (Parti yapısıyla ilgili olarak Gramsci’nin ilgili metnini esas alıyorum.)

Bu soruya vereceğim yanıt, “hayır” olacaktır; ne Ufuk Uras ne de ÖDP’nin kendisi benim anladığım anlamda özgürlükçü solcu değildir.

[Bu yanıtlar hazırlandığında Ufuk Uras, ÖDP içindeydi. Henüz Özgürlükçü Sol Hareket oluşmamış, Ufuk Uras ÖDP’de kaybedip ayrılmamıştı.]

8) Dinle ilgili sert görüşler islamofobi olarak yorumlanıyor; “ateizm bu değildir” vb deniyor. Oysa İspanya İç Savaşı’nda başsızlar (anarşist) kilise yakıyordu. Camilerin kutsallığına ne diyor özgürlükçü sol? Din, özgürlüklerin temel düşmanı değil midir? ‘Dinimi yaşama özgürlüğü’ aslında özgürlükle çelişmiyor mu? Neden camileri yıkma özgürlüğü yok örneğin?

OYG: Din ile ilgili sert görüşler ne islâmofobi ne hıristiyanofobidir… Bunun ateizm (tanrısızlık) olup olmadığı bir kenara, Engels’in ifadesiyle “ilkesel ateizm anarşizme özgüdür”. Lenin’in en zor olanın halkın duygu, düşünce, inanç, alışkanlık, davranış kurallarını değiştirmek olduğu yönündeki saptamasını dikkate almak gerektiğini düşünüyorum. İnsanların düşüncelerini, inançlarını vb zor ile, emir ile, yasa ve kararnamelerle değiştiremezsiniz. Kat edilmesi zorunlu uzun bir yol olduğunu, bu yolda sabırla yürünmesi gerektiğini düşünüyorum.

“Din”i özgürlüklerin temel düşmanı olarak görmüyorum.

“Dinsel sıkıntı bir yandan gerçek sıkıntının ifadesi, bir yandan da gerçek sıkıntıya karşı protestodur. Din, aklın içinden atıldığı toplumsal koşulların ruhu olduğu gibi, ezilmiş yaratığın iç çekişidir, taş yürekli bir dünyanın ruhudur da. Din halkın afyonudur.”
(K. Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi)

Hâsılı din, ezilen sınıfların sisteme verdiği bir yanıttır; özgürlüksüzlüğe verdiği bir yanıt… Özgürlüğün düşmanı olarak “din” ise bizzat özgürlüğün önündeki temel engel olan sisteme uyumlaştırılmış, eklemlenmiş ve/veya soğurulmuş “din”dir. Bu din, “din” olarak “din”den farklı olarak, aslında şu ya da bu biçimde ruhban sınıfına dayanır. Ruhbanlar tarafından biçimlendirilen dine karşı savaşım ise laikliğin alanıdır; ateizm ve/veya materyalizmin değil. Laiklikle kutsal ile kul/inanan arasındaki aracılar ve örgütlenmeler ortadan kaldırılır ve kutsal-kul ilişkisi olması gerektiği biçimde bireyselleşir; bireysel bir konu olur.

Camileri, kiliseleri, havraları, Buda tapınaklarını vb yıkma özgürlüğü yoktur, çünkü bunları yıkarsan yerine yenileri daha güçlü ve görkemli biçimde gelir. Tıpkı devletin yıkılamayıp söneceği yaklaşımı gibi, ibadet yerleri de yıkılamaz, söner…

Kafayı değiştirmektense kırmayı yeğlemek bir yöntem olabilir ama sağlıklı bir yöntem değildir. Gönülleri fethetmek yerine kırmak da bir yöntemdir ama hayra sonuç vermez.

İspanyol anarşistlerin kiliseleri, Hocacıların camileri yıkmasıyla Taleban’ın Buda heykellerini yıkması arasında ilkesel bir ayrım yoktur. Bunu ilericilikle filan açıklamak da mümkün değildir, zira nasıl “ateizm” (tanrısızlık) “teizm”e (tanrılılık) göre ileriyse, tek tanrıcılık da putataparlığa göre ileridir.

9) Çoğumuzun azınlıklarla ilgili çok çarpık görüşleri olduğunu düşünüyorum, bu da ulusların kendi kaderini tayin hakkı’nın solda yarattığı kafa karışıklığının bir urunu bana göre: örneğin, Ermenileri ya da Hrant Dink’i anmak için Malatya’da Ermeni kilisesine çiçek bırakılıyor. Dolayısıyla aslında Ermeni kimliğini kiliseye hapsediyoruz. Ancak unutuluyor ki, Ermeni tarihinde de başka tarihlerde de, kilise, gericiliğin simgesidir. Üstelik ‘Ermeni kilisesi’ ne demektir, camilere de ‘Türk camisi’ mi diyeceğiz… Hem de, Ermeniler arasında çok çeşitli mezheplere hatta Alevilik’e bağlı olanlar bulunmasına karşın…

OYG: “Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” kavramı, “ulusların devlet olarak örgütlenme hakkı” [ya da “ayrılma hakkı”] olarak değiştirilmişti ama bunun çok fazla dikkate alınmadığı görülüyor. İkincisi birincisinden daha sorunlu olmakla birlikte somut koşulların dayatmaları sonucu ortaya çıkmışlardır. Unutmamak gerekir ki insanlık önüne çıkan sorunları çözme temelinde örgütlenir; o somut koşullarda gereksinim olarak algılanan sorunlar neyse, onları çözmeye yönelir. Ekim devriminin can alıcı savsözü “barış” idi; unutmamak gerekir.

Solun önemli bir kesiminin “kimlik siyaseti”ne teslim olduğu anlamında yorumladığım yaklaşımına katılıyorum. “Kimlik siyaseti”, şu ya da bu kimlik altındaki emekçi kitleleri, mensup oldukları kimliklerin sömürücü-hâkim güçlerine tabi kılmanın siyasetidir. Böyle olunca da ortaçağ kimlikleri sökün etmeye başlıyor. Zira ortaçağ’da siyaset dâhil her şey kendini din kisvesi altında ifade ediyordu. Kimi Türk milliyetçilerinin “Türklük bedenimiz, İslâmiyet ruhumuz” söyleminin bir benzeri de Ermeni kimliği için söylenebilir: “bedenleri Ermenidir, ruhları Hıristiyan”… Bu yüzden ayrı bir “Ermeni kilisesi” vardır.

Sol, a) Türk-İslâm sentezine karşı durduğu gibi Ermeni-Hıristiyan, Kürt-Sünni, Kürt/Türk-Alevi sentezine de karşı durmalıdır; b) Budunsal ve/veya dinsel kimliklerin emekçilerin çıkarlarını sömürücü sınıfların çıkarlarına eklemlemesine karşı çıkmalıdır; c) Egemen kimliklerin azınlık kimliklerini baskı altında tutmasına karşı çıkmalıdır ama d) Bunu ne anlama geldiği belli olmayacak biçimde kullanılan kimlikler temelinde değil eşit ve/veya korumacı olumlu haklarla da desteklenen bireysel haklar [ve bireysel hakların toplu kullanımı] temelinde ele almalıdır.

Solun, kimi Kürt çevrelerinin “töre cinayetleri”ni “namus cinayetleri” olarak ifade etmelerine ses çıkaramıyor hale gelişinin sorgulanması gerekiyor.

Sol, kimliksel kültür nerede başlar nerede biter konusunda henüz berrak bir düşünceye sahip olmaktan çok uzaktır. Kimlik, kültür gibi kavramların içeriğini doldurmadan kimlik ve kültürlere destek olmak ve/veya savunmak türü siyaset ve siyasaların sağlıklı bir zemine oturması mümkün görünmemektedir.

Sevgiyle kal,

OYG – Orhan yalçın Gültekin
http://www.simurg.info

Özgürlükçü Sol, 13 Eylül 2008