mustafa lütfi kıyıcı
yaz geldi. şehit cenazeleri de gelmeye başladı. ocaklara ateş düşmeye devam ediyor. bir yanda üniformalı cenaze törenleri bir yanda taziye çadırları. birileri çıkar da, biri asker biri “terörist”, aynı cümlede nasıl telaffuz edersin!” derse şaşırmayacağım. ayrışma emarelerinin farkındayız. herkes çözülemez olmayan bir sorunun ortasında olduğumuzu biliyor ve bu sorun için çözüm önerisini de açıklıyor. kimi kökünü kazımadan bu sorun bitmez diyor. kimi içeriğini dolduramasa da açılım diyor. ama şehitler gelmeye devam ediyor. “sözün bittiği!” yerde imişiz. belli ki “hepimiz kardeşiz” türküsünün modası çoktan geçti. alttan alta; o benzin istasyonu kürtlerin, o bakkal kürt, o yüklenici kürt” söylemleri yaygınlaşıyor. ters bakışlar rüşeym halinde değil artık.
kimi eğitime önem vermek gerekirdi, kürdistan osmanlıda da kürdistan’dır, ilk mecliste de, diyor. analara türkçe öğretebilseydik bu sorun çözülürdü diyen de var… asimilasyon politikalarına kızan da var, ”ne mutlu türküm!” deyince mutlu olmayan da var. sorun karmaşıklaşıyor.
asimilasyon, zorla olursa karşı olunması gereken bir politikadır. zorla asimilasyon olmadı, olamadı. hem zorla asimilasyon hem “jandarma baskısı”, “şark hizmeti” dönemlerinin olumsuz, ayrıştırmacı politikalarıydı.
eğitim ve iletişim yaygınlaşınca doğal olarak sorunun gün yüzünde apaçık görünmesi kaçınılmaz oldu. hani ilköğrenim yıllarımızda bize öğretilen tarif ile söylersek, ”tasada ve kıvançta ortak” aynı duyarlılığı gösteren biz olmaktan, biz ve siz olmaya başladık. itiraf edelim tasalarımız da kıvançlarımız da ayrıştı. giderek de yoğunlaşıyor.
çözüm? kandil dağını tümden yok etsek, dağdakileri hepten “silahlarıyla birlikte etkisiz hale getirsek” yok olacak mı? sanan varsa yanılır. o nokta geçmişte de çözüm değildi. askeri çözümün çözüm olmadığını aklı başında herkes söylüyor. sivil siyaset ise çözüm üretecek cesaret ve iradeden yoksun. “aldatılmış, dış güçler tarafından kandırılmış gençler” söylemine sığınmak kolaycılığı da fayda etmiyor artık. belki ilk çıkış taleplerinden çok geriye düşüldü zorunlu olarak ve neredeyse uğur mumcu’nun vaktiyle söylediği gibi; ”nato ülkelerinde ne kadar özgürlük varsa onları istiyorum!” taleplerine yaklaşıldı. ama buna da cevap bulunamıyor.
bir polis kafası ortaya çıkıp alacaksın apo’yu karşına, durdur; durdurmazsan asacağım seni deriz, diyor çözüm için. siyaset de odak olması gereken, iktidara aday olmak doğal refleksiyle “parti” olan ise muhatap olmak yerine, kendi iradelerini kullanamıyor. muhatap olamıyor. aşılamayan realite de budur. belirleyici bir muhatap var aslında dur deyince durulan, ben artık karışmıyorum sinyalini verince kan dökülen bir muhatap var. şartlarımı iyileştirin, önümü açın, diyen. yakalandığı günden bu yana annem de türk’tür, diyen. yargılanma safhasında durmadan, ‘benden yararlanın’ diyen, hizmet arz eden, çözümün bir parçası olmak isteyen biri var.
belli ki bizim “hoşça kalın!” deyip ölüme gidenlere benzemiyor. belli ki sözünün geçtiğinden emin ve çözümün kendinde olduğunun bencilliğinde ve bilincinde. belki de kendi şartları içinde daha realist! bu muhataplık, elbette ki dayatmacı politikaları kabul edecek ve kabul ettirecektir anlamına gelmiyor. ama çözüm olmadığı artık anlaşılması gereken yöntemlerden daha az önemli bir uygulama olmamalı.
bunları düşünürken taraf’ta günay aslan’ın yazısı çıktı. kişi ve tarih verilerek yapılan görüşmeleri açıklayan. kimisi dayatmacı kimisi “osmanlının ferasetine akıl ermez” miras söylemini haklı çıkartan uygulamalar nedeniyle başarısızlığa uğrayan girişimler. sanki birileri ortadan kaldırılırsa kürt sorunu bitecek.
günay aslan konumu gereği bu konuların ayrıntılarını da biliyor olmalı. güvenilirliği konusunda kısa bir anekdot; ‘68’li yıllarda’ bir grup devrimci genç bir eylem sonrası sansaryan’da meşhur müteferrikaya atılır. dışarıdan bir bilgi aktarılması ve ifadelerin o bilgi etrafında verilmesi istenecektir. ancak bu bilgi nasıl ulaştırılacak sorusu ortaya çıkar. günay, sansaryan hanın önünde legal bir iki afişi kör parmağım gözüne misali duvara yapıştırır ve doğal olarak yakalanır ve müteferrikaya atılır. içerdekilerle temas sağlanır, amaç da gerçekleşmiş olur. afiş legal bir duyuruyu içerdiği için de başı ağrımadan kısa sürede müteferrikadan kurtulur.
konuya dönersek; tekrar tekrar yinelenen ama çözüm olamayanlar yerine, dünya pratiğine bakmanın, gönüllü birlik şartları odağında, kabul edilebilir çözüm yolları üretmenin sancısında olmak ülkeyi yönetmek iddiasındakilerin öncelikli görevi değil midir?
hani büyük umutlar yaratan, anaların ağlamadığı bir çözüm, ocaklara düşen ateşin olmayacağı içi doldurulmuş “açılım”. miroğlu, dağa çıkan gençlerin dördüncü kuşak olduğu gerçeğine dikkat çekiyor. başbuğ ise, 30 bin pkk’lının öldüğünü ve de 10 bin yaralıdan söz ediyor… köşe yazarı sn. k. gürsel de haklı olarak hesap yapıyor; otuz bin çarpı aile, aşiret ferdi… bu, o kadar ocağa, yüreğe ateş düştü demektir. bu 26 yıldır süren savaş salt “terör” olayı olmaktan çıktı ve kitleselleşti demektir. militarist söylemle giderayak ,”sözün bittiği“ yerde değil. asıl, önce söz vardı deyip çözüm için söyleşmek zamanında olmak gerekli… tv’de ver kurtul savları tartışılıyor. giderek fakir güneyden ayrılmak isteyen zengin kuzey italya partisinin söylemleri de tartışılır olmaya başlarsa şaşırmayacağız.
ateşin düştüğü ocaklarda, ateşin hiç sönmediğini, katmerleştiğini ve asıl nasırlaşmanın onarılmaz olduğunu yaşadıklarımızla, tanıklıklarımızla biliyoruz.
1975 yılında yaşımız tutmadığı için resmi kurucusu olamadığımız türkiye emekçi partisi programına “ana dilde eğitim hakkı” talebini koymuş, on yıl yargılanmış ve sonuçta tep’in kapatılmasına karar verilmişti. daha önce tip de “kürtçülük” isnadıyla kapatılmıştı. ne değişti? bu hakkı tanıyan ülkeler aptal da en akıllı biz miyiz? hani bin yıllık ortak tarih? kahraman, gazi, şanlı tarih! amerika’yı yeniden keşfetmenin zamanı değil, uluslararası deneyimlere açılmanın zamanı geldi de geçiyor bile!
o söylenen “sözün bittiği yer” aslında vur kurtulcuların dikkate yeterince alınmayan şu sözüdür… “türklüğünden şüphe ederim” “türk kanı taşıdığından şüphe ederim” yollu sözleri olmalıdır aslında. ve kafatasçılıktan sonraki en ırkçı söz bu değil midir? hani etnik köken farklılıkları zenginliğimizdi?
mustafa lütfi kıyıcı
sadece vatandaş
mustafa ağabey eline aklına ve kalemine sağlık.
sadece vatandaş olduğuna emin misin?
BeğenBeğen