Anayasa Mahkemesinin Kararı ve Referandum

Akın Erensoy
Anayasa Mahkemesi’nin, hükümetin Meclis’ten geçirdiği anayasa değişikliği paketinin kimi maddelerine ince ayar çekmesi, fakat statükocu cephenin beklediği gibi bazı önemli maddeleri toptan iptal etmemesi ve referandum yolunu açması üzerine, burjuva siyaset 12 Eylülde yapılacak referandum ekseninde gelişmeye ve şekillenmeye başladı. Her alanda kıran kırana süren burjuva iç kapışma, anayasa değişikliğinin Meclis ve Anayasa Mahkemesi ayağından sonra, şimdi de referandum cephesi üzerinden gelişmektedir. Hiç kuşku yok ki referandum, aynı zamanda gelecek yıl yapılacak genel seçimin pek çok açıdan provası olacaktır. Bu durum, burjuva iktidar kavgasına da bağlı olarak hem referandum sürecini sertleştirmekte ve kutuplaştırmakta, hem de kitlelerin gündemine politik gelişmeleri daha fazla sokmakta ve onları bir tavır almaya zorlamaktadır.

Statükocu cephe, Kemalist asker-sivil bürokrasinin devlet üzerindeki geleneksel vesayetçi konumuna darbe vuracak olan anayasa değişiklik paketine “hayır” kampanyası başlatmış bulunuyor. Anayasa Mahkemesi üzerinden değişiklik paketinin yolunu kesemeyen Kemalist-darbeci cephe, kitleleri statükoculuğa omuz vermeye çağırıyor. AKP ise, geniş kitleleri etkilemek amacıyla “12 Eylülde 12 Eylül’le hesaplaşma” sloganına dayalı bir strateji benimsemiş durumda. Hiç uzatmadan söylersek, AKP’nin “demokratlığı” 12 Eylül’le hesaplaşmaya yetmez. Paketin gerçekliğiyle örtüşmeyen ve oldukça abartılı bu slogan emekçi kitleleri aldatmaya dönüktür. Söz konusu anayasal değişikliklerin kabul edilmesiyle 12 Eylül’ün hesabı sorulmuş ve onunla hesaplaşılmış olunmayacaktır. İşçi sınıfı açısından 12 Eylül ile hesaplaşmak demek, her türlü siyasal ve sendikal örgütlülüğünü dağıtan, devrimci yükselişi ezen ve ağır bedeller ödeten sermaye düzeninden ve onun generallerinden hesap sormak demektir. Bu bakımdan 12 Eylül’ün hesabını sorma ve onunla hesaplaşma hâlâ işçi sınıfının önünde bir görev olarak durmaktadır.

Ancak referanduma sunulan anayasal değişikliklerin tümüyle anlamsız, yararsız olduğunu, ya da verili burjuva demokratik düzeye göre bir gerilemeyi ifade ettiğini söylemek ve buradan kalkarak statükocu çizginin “hayır” cephesine yuvarlanmak işçi sınıfı siyasetiyle bağdaşmaz. Kısmi de olsa demokratik haklar içeren anayasal reform, işçi sınıfı açısından mevcut duruma göre bir olumluluk ifade etmektedir. İşçi sınıfının en bilinçli kesimlerini oluşturan komünistlerin bakış açısı bu olmalıdır. Komünistler, örgütsüzlüğün ve dağınıklığın hüküm sürdüğü günümüz benzeri süreçlerde, sınıf hareketinin verili düzeyini dikkate alarak, gündeme gelen kısmi demokratik haklara sınıf hareketinin ileriye çekilmesi noktasından yaklaşırlar.

Ne var ki sosyalist hareketin referandum karşısında geliştirdiği çeşitli tutumlar bu perspektiften son derece uzaktır. İster “hayır”cı isterse “boykot”çu olsun; bu tutumların gerekçelendirilmesi maksadıyla ileri sürülen tezler işçi sınıfından kopukluğu, kendinden menkul, ayakları yere basmayan bir devrimciliği bir kez daha gözler önüne sermiştir. Kürt hareketinin ise özel bir durumu söz konusudur. Bu nedenle, Kürt hareketinin boykot kararıyla sosyalist hareketin kimi kesimlerinin boykot kararı aynı içerik ve kapsamda değerlendirilemez.

Anayasa Mahkemesi’nin kararı ne ifade ediyor?

Anayasa Mahkemesi, anayasa değişikliği paketi içinde yer alan ve statükocu cephenin şiddetle karşı çıktığı en önemli iki maddeye müdahalede bulundu. AKP hem seçim usullerine yönelik bir değişiklik öngörüyordu hem de Anayasa Mahkemesi’nin ve Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun üye sayısını ve seçmen tabanını genişletiyordu. Anayasa Mahkemesi seçim usullerine ilişkin düzenlemenin bir kısmını iptal etti.

Ancak Kemalist asker-sivil bürokrasi, üzerine bastığı, güç aldığı ve adeta güvenli bir kale konumunda olan geleneksel vesayetçi kurumların yapısının değiştirilmesi girişimini engelleyememiştir. Anayasal değişikliklerin referandumda kabul edilmesi halinde, Kemalist bürokrasinin güvenli kalelerinde büyük gedikler açılmış olacaktır. Bundan ötürüdür ki, söz konusu maddelerin tümüyle iptal edilmesini bekleyen statükocu-darbeci cephenin bir bölümü, Anayasa Mahkemesi’nin kararı karşısında sükût-u hayale uğramıştır. Kemalist elitin sözcüleri, hayal kırıklıklarını ve Anayasa Mahkemesi’ndeki cephe arkadaşlarının yeterince savaşmadan teslim olduklarını açıktan dile getirmekten geri durmamışlardır. Peki, statükocu-devletçi cephenin Anayasa Mahkemesi kolu, neden söz konusu maddeleri tümüyle iptal etmedi? Hiç şüphesiz ki, alınan kararı belirleyen pek çok etmen bulunmaktadır.

Önüne gelen anayasal değişiklikleri yalnızca biçim yönünden inceleme hakkına sahip olan Anayasa Mahkemesi, değişiklikleri esastan görüşmeye ve bu kapsamda müdahalelerde bulunmaya başlamıştı. Böylece hikmetinden sual olunmayan, en üst iktidar organı edasıyla sahne alan, korsanca kararlarıyla parlamentoyu devre dışı bırakan ve onu kendine tâbi kılmaya çalışan bir Anayasa Mahkemesi gerçeği ortaya çıkmıştı. Anayasa Mahkemesi’nin tümüyle iptal kararı verememesi, açıktan anayasa suçu işlemekten ve kendilerinin de bir parçası oldukları burjuva rejimi içinden çıkılmaz bir kaosa sürüklemekten duydukları korkudan kaynaklanmıştır.

Bunun yanı sıra, uzun bir dönemdir darbe girişimleri dâhil çeşitli yöntemlerle AKP’yi götürmeye çalışan, ama başaramayan statükocu cephe ya da bu cephenin hâkim kesimleri taktik değiştirmiş bulunuyorlar. Baykal’ın tasfiye edilmesi ve “halkçı” bir söylemle Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığa oturtulması bu yeni taktiksel sürecin bir parçasıdır. Olağanüstü yollarla gönderilemeyen AKP’nin karşısına bir iktidar alternatifi olarak CHP hazırlanmaya başlanmıştır. Bu çerçevede, biteviye bir şekilde bürokratik ayrıcalıkları savunan CHP yerine, halktan, yoksulluk ve yolsuzluktan, işsizlikten söz eden, cilalanmış ve parlatılmış bir CHP geçirilmeye çalışılıyor. Eğer CHP ile özdeşleşen yüksek bürokratik yargı kastı tümüyle iptal kararı verseydi, AKP erken seçime gidecek ve mazlum rolü oynayarak muhtemelen kazanacaktı. Dolayısıyla emekçileri kandırmak amacıyla cilalanmaya ve parlatılmaya çalışılan CHP büyük bir darbe alacaktı ve oluşturulmaya çalışılan yeni imajı da bir işe yaramayacaktı. Oysa şimdiki durumda, referandumu da fırsata dönüştürerek hem mümkün mertebe AKP yıpratılmak ve hem de seçimlere kadar “halkla kucaklaşan CHP” imajı güçlendirilmek isteniyor.

Anayasa değişikliği ve işçi sınıfının tutumu

Anayasa değişikliği ve referandum son derece karmaşık bir siyasal sürece denk gelmiştir. Yaşanan kavga egemen kesimler arasında olsa da, tepede kalmıyor, toplumsal alana uzanıyor ve kitleleri somut olaylar karşısında tutum almaya zorluyor. Ağırlaşan Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Alevi sorunu ve benzeri sorunlar da bu iktidar kavgasının ve siyasal alandaki gelişmelerin içine oturuyor ve siyasal alanı şekillendiriyor. İşte bu karmaşık siyasal ortamda, anayasa değişikliği hazırlanmış ve referanduma sunulmuştur. İşçi sınıfının bu karmaşık siyasal süreçte hem burjuva kesimlerden birisinin payandası olmaması, hem de bağımsız sınıf çizgisini geliştirerek kendi çıkarlarının takipçisi olması için komünistlere büyük görevler düşüyor. Konunun bu boyutu, sosyalist ve sendikal hareketin referandum karşısında aldığı tutumların irdelenmesini de gündeme getirmektedir.

Öncelikle altını kalınca çizmek gerekiyor ki, kapitalist düzende anayasa, burjuvazi tarafından iktidarın nasıl paylaşılacağını ve kitlelerin nasıl yönetileceğini düzenler. Parlamenter sistem kuvvetler ayrılığı ilkesine dayanır. Yasama, yürütme ve yargı biçiminde ifadesini bulan bu kuvvetler ayrılığı, aynı zamanda iktidarın nasıl paylaşıldığını da anlatır. Anayasanın nasıl şekilleneceğini, meselâ, bu kuvvetlerden hangisinin öne çıkacağını ise güç dengeleri belirler. Olağan bir burjuva parlamenter sistemde öne çıkan ve belirleyici olan yasama organı olan parlamentodur, seçilmişlerdir. Fakat özele inersek, Türkiye’de daha baştan asker-sivil bürokrasinin vesayeti altında şekillenen burjuva cumhuriyet rejiminde anayasaya damgasını basan da bu vesayetçi-bürokratik anlayış olmuştur. Zaten burjuva kesimler arasında süren kavganın nedeni de, iktidarın bu şekilde paylaşılmış olmasıdır. Bu noktada hatırlatmak gerekir ki, AKP çok demokrat olduğu için ya da halk kitlelerinin, işçilerin demokratik haklarının çerçevesini genişletmeyi çok istediği için değil, kendi iktidar alanını daraltan vesayetçi sistemi tasfiye etmek için anayasa değişikliği yapmak istiyor. Uzun süredir burjuva rejimin tepesinde yürüyen iktidar paylaşımı kavgasında halk kitlelerini yanına çekmeye çalışan AKP, anayasa değişikliği paketi çerçevesinde bazı demokratik adımlar atmak zorunda da kalıyor. Meselenin özü budur.

Marksizm, olayların maddi temeline inerek ve toplumsal-tarihsel gelişim seyrine bakarak çözümleme yapar. Burada, değerlendirmemizin konusu somut alandaki burjuva siyasetidir. Şu an siyasal alandaki burjuva iktidar kavgasına baktığımızda, Kemalist bürokrasinin bazı tarihi özel şartlardan dolayı edindiği ayrıcalıklarını bırakmak istemediğini, değişime ayak dirediğini ve bu nedenle de gerici olduğunu görürüz. Dolayısıyla statükocu burjuva kesimlerin anayasa değişikliğine karşı çıkmalarının ve referandumda “hayır” demelerinin nedeni bellidir. Asıl üzerinde durulması gereken, sosyalist ve sendikal hareketin tutumudur. Sosyalist hareketin büyük bir bölümü, özellikle de milliyetçi-devletçi-reformist kesimleri, burjuva iç kapışmada olduğu gibi referandum sürecinde de statükocu-darbeci güçlerin çizgisine yuvarlanmış bulunuyorlar. Yalnızca “hayır” dedikleri için değil, ileri sürdükleri gerekçeler noktasında da büyük ölçüde statükocu cepheyle örtüşmekteler. Gerek “hayır” gerekse “boykot” diyen sosyalist kesimlerin işçi sınıfının somut örgütlülük durumunu dikkate almadıkları ve işçi hareketini ileriye taşıma gibi bir dertlerinin olmadığı bu vesileyle de açığa çıkmıştır. Somut siyasal gelişmeler karşısında alınan bu tutumlar, proleter sınıf temelinden yoksunluğu, bilinç çarpılmasını, devletçi Kemalist damarın ne denli kuvvetli olduğunu gözler önüne sermektedir.

“Hayır”cı ve “boykot”çu sosyalistlere göre, AKP anayasa değişikliği yapıyor ama “samimi değil”. Yani AKP’nin başka niyetleri var, onun için değişiklik yapıyor diyorlar. Peki bundan doğal ne olabilir, elbette AKP’nin başka niyetleri var ve bu niyetlerin ne olduğunu yukarıda ortaya koyduk. “Samimiyete” göre tutum almayı önermek tam anlamıyla apolitik bir yaklaşımın tezahürü. Zira işçi sınıfı açısından mesele, hangi burjuva partisinin samimi (ve samimi olan burjuva partisi var mıdır?) olduğunu tespit ve test etmek değildir. Somut siyasal alanda hangi adımların atıldığı, örneğin yapılan değişikliklerin verili demokratik çerçeveyi şu ya da bu ölçüde genişletip genişletmediğidir. Devrimci işçi sınıfı politik gelişmeleri kendi sınıf ekseninde değerlendirir.

Başbakan Erdoğan’ın referanduma destek isterken partisinin grup toplantısında 12 Eylül faşizminin darağacına gönderdiği gençleri anması, sosyalist şair Nevzat Çelik’in o günler için yazdığı Şafak Türküsü şiirini okuması ve ağlaması meselesine de bu perspektiften bakmak gerekiyor. 12 Eylül faşizmi işçi sınıfının örgütlülüğünü dağıtmış, toplumu sindirmiş, güvensizleştirmiş ve apolitikleştirmiştir. 12 Eylül rejiminin getirdiği kurumlar ve bunların uygulamalarının olumsuz etkileri hâlâ devam etmektedir ve bu nedenle işçi sınıfı belini bir türlü doğrultamamaktadır. Dolayısıyla Erdoğan’ın niyetinden bağımsız olarak, hesaplaşılması gereken bir dönem olan 12 Eylül’ün kitlelerin gündemine girmesi ve tartışılması olumlu bir gelişmedir. Aynı zamanda yürüyen tartışma, yine burjuva siyasetçilerin niyetlerinden bağımsız olarak demokrasi bilincini geliştirmekte, korkan, geri duran kitlelerin bu konuda konuşma cesaretini artırmaktadır.

Komünistler, oluşan ortamı sınıf hareketinin ileriye çekilmesi için kullanırlarken, beri taraftan da uyanıklığı elden bırakmadan, AKP’nin getirdiği değişikliklerle 12 Eylül’le hesaplaşmanın bitmiş olmayacağını da kitlelere açıklarlar. 12 Eylül faşizmi birtakım generallerin gaddarlığından doğmuş değildir: Generaller sermaye düzeninin yalnızca cellâtlarıdırlar. 12 Eylül faşizminin amacı yükselen işçi hareketini ezmek, sermayeye dikensiz gül bahçesi ortamı yaratmaktı. Bu nedenle, devrim korkusuna kapılan burjuvazi, ordusunu “göreve” çağırmıştır. Dolayısıyla işçi sınıfı için 12 Eylül ile hesaplaşmak, onun koyduğu yasalarda birtakım değişiklikler yapılmasıyla ve darbecilerin yargılanabilirliğinin önünün açılmasıyla sınırlı değildir. İşçi sınıfı bir bütün olarak sermaye düzeninden hesap sormalı, yalnızca generalleri değil diğer sorumluları da sanık sandalyesine oturtmalıdır. Ancak açıktır ki, demokratik haklara sahip çıkmayan, genişletilen demokratik çerçeveyi bir basamak olarak kullanmayan ve daha ilerisi için mücadele vermeyen bir işçi sınıfı akşamdan sabaha bu hedefine varamaz.

Mesele bu şekilde kavrandığında, “hayır”cı ve “boykot”çu sosyalist çevrelerin “AKP 12 Eylül’ün çocuğudur, anayasayı değiştiremez” söylemi anlamsızlaşmaktadır. Zira değindiğimiz üzere, 12 Eylül sermayenin ihtiyaçlarını karşılamak üzere gelmiş ve burjuvazi bu dönemde sağlı sollu partilerini feda etmiştir. İster İslami renklere bürünen burjuva partiler olsun, ister faşist MHP olsun, isterse sözde solcu ve laik kisveli CHP olsun, hepsi de sermaye düzeninin çocuğudur. Sermaye işini görmüştür, gelinen aşamada ise günün ihtiyaçlarını CHP ve MHP değil, AKP karşılamaktadır. İşçi sınıfı, burjuva partilerden birisini seçerek “sen yapabilirsin”, “sen yapamazsın” demez. Damarlarında Kemalizm kanı dolaşan söz konusu sosyalist çevrelerin CHP’yi ilerici, AKP’yi ise İslamcı gerici olarak gördükleri malûm… Eğer bu çevreler anayasayı AKP’nin değil de CHP’nin değiştirmesini istiyorlarsa bunu açıklamalılar. Yok, “anayasayı ancak biz değiştirebiliriz” diyorlarsa, bu, her şeyi sosyalizme havale etmenin diğer bir adıdır. Reformlar bizi ilgilendirmez, hiçbir değişim olmasın demektir, “durdurun dünyayı” bizi bekleyin demektir, mevcut 12 Eylül rejiminin uzantısı anayasa yerli yerinde kalsın demektir. Yani “nerden baksan tutarsızlık, nerden baksan ahmakça!”

Esasında içinden geçtiğimiz dönem pek çok açıdan öğreticidir. Toplumsal gelişmelerin basıncı ya da ayıklayıcı özelliği, köhneyen, ayak bağı olmaya başlayan ve tasfiye edilen Kemalist cenahla, SSCB’nin yıkılmasıyla boşluğa düşen, her geçen gün toplumsal zeminini yitiren, Stalinist-Kemalist, devletçi küçük-burjuva sosyalizmini aynı cepheye fırlatıyor. Milliyetçi-devletçi-reformist kesimlerin öne çıkan aktörleri (TKP, ÖDP, Halkevleri) Kemalizmin çözülmesinin kendi zeminlerini de boşalttığının farkındalar. Bu çevrelerin, yapılan değişikliklerle hiçbir ilişkisi olmayan ve iler tutar bir yanı da bulunmayan şu dediklerine bir bakalım. ÖDP: “Bu pakette yargının yerinden denetimini ortadan kaldırarak özelleştirmelerin, piyasalaştırmanın önü açılmaktadır. …özelleştirmelerin engellenmesine dönük kısmi önlemler kalkıyor. Piyasa düzeninin önü açılıyor.” TKP: “AKP’nin hazırladığı Anayasa değişiklik paketi kendi siyasi hedeflerine ve çıkarlarını savunduğu piyasacı güçlerin ihtiyaçlarına göre hazırlamıştır.” Halkevleri: “AKP iktidarının Anayasa düzenlemeleri halkı sermayeye tutsak etmekte ve sermaye özgürlüklerini güvence altına almaktadır. …piyasalaştırma ve tüm temel hizmetlerin paralılaştırılması ve emeğin güvencesizleştirilmesine yönelik uygulamalarına anayasal güvence sağlayacak olan bir düzenleme yapılmaktadır.”

Köklü demokratik değişiklikler isteyen (!) bu çevreler, gerçekte Kemalist bürokrasinin tasfiye edilmesine karşılar. Uzun bir dönemdir Cumhuriyetin sözümona kazanımlarının elden gittiğini söyleyerek feryat figan ediyorlar. Piyasalaştırma meselesine geleceğiz, ama geçerken, kendine sosyalist diyen bu çevrelerin, 12 Eylül faşizminin ürünü olan anayasadan ve Kemalist bürokrasiden nasıl medet umar hale geldiklerine dikkat çekelim. Ayrıca, özelleştirmelere doğru bir temelde karşı çıkmak, işçi kitlelerini bu doğrultuda mücadeleye çekmek başkadır, kapitalist özel mülkiyete karşı kapitalist devlet mülkiyetini savunmak, bu devlet mülkiyetinin güvencesi olarak da Kemalist bürokrasiyi görmek başkadır. Bu devletçi görüşler sosyalizm değildir, aksine sosyalizm düşüncesini kirleten görüşlerdir. Bu çevrelerin üzerinde yükseldiği zemin küçük-burjuvazinin toprağıdır.

Dünya ekonomisine entegre olmuş ve alt-emperyalist konuma yükselmiş bir kapitalist ülkede, yapılan anayasa değişikliğinden hareketle “piyasalaştırmanın önü açılıyor” diyen sözümona sosyalistler! Şimdiye kadar piyasalaştırmanın önü açık değil miydi? Eğer anayasa değişiklikleri piyasacı güçler içinse, eğer halkı sermayeye tutsak etmek amacıyla hazırlanmışsa, bu durumda 12 Eylül anayasası piyasacı güçlerin ihtiyacına göre hazırlanmış değil miydi? Halk şimdiye kadar sermayenin tutsağı değildi de şimdi mi tutsağı oluyor? Tam da sermaye, 24 Ocak kararlarını uygulamak, piyasalaştırmanın sınırlarını genişletmek amacıyla darbe yaptırıp 12 Eylül anayasasını yürürlüğe sokmadı mı? Deniyor ki, “AKP piyasa diktatörlüğünü savunuyor.” Peki, şimdiye kadar piyasa diktatörlüğü yok muydu?

Burada, DİSK’in tutumuna da değinmek gerekiyor. DİSK’in tepesine çöreklenen Çelebi şürekâsı, bir kampanya eşliğinde, işçi kitlelerini “tuzağa düşmeyin” diyerek CHP’nin tuzağına çekmektedir. Altını kalınca çizelim, Hak-İş ve Türk-İş yönetiminin bir bölümünün AKP’nin getirdiği değişikliklere boyundan büyük anlamlar yüklemesi, statükocu-devletçi güçlerin tüm argümanlarını kullanan Çelebi denetimindeki DİSK’in “hayır”cı tutumunu haklı çıkarmaz. Sınıf hareketini şu ya da bu burjuva partisinin peşine takmaya çalışan, işçi sınıfı içindeki bu burjuva ajanları teşhir etmek komünistlerin daima görevidir. Üstelik Çelebi önderliğindeki DİSK, somutta geri bir durumu savunmaktadır. Çelebi, işçi kitlelerini tuzağa düşmemeye çağırıyor. Anayasa değişikliklerine evet demek 12 Eylül anayasasını meşrulaştırmak demekmiş! Duyan da DİSK bürokratlarının anayasayı meşru görmediğini sanır! Acaba 12 Eylül yasalarına göre yeniden kurulan DİSK, daha baştan bu yasaları gayri meşru ilan etmiş, bir kampanya eşliğinde kitleleri bu gayri meşru yasaları tanımamaya mı çağırmıştır? Acaba bu kampanya sonucunda kitlelerde 12 Eylül yasalarını toptan çöpe atmak gerektiği bilinci oluşmuş ve DİSK kitlelerin desteğini arkasına mı almıştır? Duyan da sanki 12 Eylül yasalarının toptan değişimi yönünde hükümeti sıkıştıran güçlü bir yığın hareketi var ve bunun karşısında sıkışan hükümet kısmi bir değişiklikle basınçtan kurtulmaya çalışıyor sanır. Ve dolayısıyla şimdi 12 Eylül yasaları toptan değişebilecekken AKP bunu sekteye uğratmak için bir tuzak mı hazırlamıştır da Çelebi, “aman ha bu tuzağa düşmeyin” diyor? Hayır, bunların hiçbirisi olmamıştır. Çelebi şürekâsının derdi, işçi kitlelerini CHP’nin peşine takmaktır. 1980 öncesinde Abdullah Baştürk önderliğinde DİSK’i CHP’nin arka bahçesi yapmaya çalışanlar görevlerine devam etmektedirler.

Çok açık ki, anayasa değişiklik paketi verili burjuva demokratik çerçeveye göre bir ilerlemeyi, bir reformu ifade etmektedir. Anayasa Mahkemesi’nin ve HSYK’nın üye sayısının çoğaltılması; meclisin Anayasa Mahkemesi’ne üye seçilmesinde devreye girmesi; tabandaki savcıların HSYK’nın üyelerinin bir bölümünü seçmesi; Yüksek Askeri Şura ve HSYK kararlarının yargı denetimine açılması; askeri suçlara sivil yargı yolunun açılması; sivillerin askeri mahkemelerde yargılanmasının önüne geçilmesi; Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkının getirilmesi; siyasi amaçlı grevin, dayanışma grevinin, genel grevin önündeki anayasal engelin kaldırılması; memurlara ve emeklilere “toplu sözleşme” hakkının tanınması; bir sektörde birden çok sendikaya üye olmayı yasaklayan maddenin kaldırılması; yurt dışına çıkış kısıtlamasının daraltılması; anayasanın geçici 15. maddesinin kaldırılarak 12 Eylül darbecilerine yargı yolunun açılması; kadınlar, yaşlılar, çocuk ve engelliler için pozitif ayrımcılığın önünün açılması bugünkü siyasal ortamda neden işçi sınıfının çıkarına aykırı olsun? Bunlar küçük de olsa reformlardır. İşçi sınıfı reformları ret mi edecek?

Bugünkü şartlarda boykot işçi sınıfının çıkarına mıdır?

Sosyalistlerin bir kısmı ise referandumda “boykot” tutumunu savunmaktadır. Yukarıda da değindiğimiz üzere, Kürt hareketinin “boykot” kararıyla bu sosyalist çevrelerin “boykot” kararı pratikte bambaşka şeyler ifade etmektedir. “Boykot”çu sosyalistlerin tamamı, tutumlarını diğerlerinin tutumundan ayırmaya ve kendi “boykot” gerekçelerinin daha devrimci olduğunu vurgulamaya çalışıyorlar. Kimileri, değişikliklerin “sivil anayasa” ihtiyacına karşılık vermediği gerekçesiyle; kimileri, “işçi sınıfının sivil anayasaya değil üçüncü cepheye ihtiyacı var” gerekçesiyle; kimileri ise “burjuvazinin oyununu bozmak ve maskelerini düşürmek” için referandumda boykot çağrısı yaptıklarını söylüyor. Ama Leninci geçinen bu çevreler, boykotun bir teşhir taktiği olmadığını, boykotun bir saldırı çağrısı, bir savaş çığlığı olduğunu unutuyorlar. Yani ordusu olmayan generaller olarak ahkâm kesiyorlar! Lenin pek çok yazısında olduğu gibi, 1907’de kaleme aldığı Boykota Karşı yazısında da Bolşevizm’i “boykotçuluk”la karıştıranları eleştiriyordu. Bu eleştirisi Sol Komünizm eserinde doruğuna vardı. Lenin bıkıp usanmadan, “boykot”un özel şartlara uygun bir mücadele aracı olduğunu, bu özel şartlar olmadan “boykot”un gayri ciddi olacağını, özel şartların ise devrimci yükseliş koşulları olduğunu anlatıyordu.

1905 sonbaharında Rusya’da devrimci yükseliş doruktaydı. İşçi sovyetleri devrimci kitlelere öncülük yapıyordu ve daha o zamanlar ikili iktidar bir nüve olarak ortaya çıkmıştı. Devrimci kitleler Çar’ın gitmesini, eski rejimin kalıntılarının temizlenmesini ve demokratik bir anayasa yapılmasını istiyorlardı. Buna mukabil, işçilerin karşısına Çar’ın yerli yerinde durduğu, monarşi-polis işbirliğine dayanan yetersiz bir anayasa çıkartılmıştı. Amaç kitlelerin istekleri karşılanmış gibi bir yanılsama yaratmak ve devrimi pörsütmekti. İşte bu ortamda, kitleleri yanılsamaya karşı uyarmak ve devrimi ilerletmek amacıyla seçimlerin boykot edilmesi gündeme geldi. Lenin bu dönemi, hiçbir yanlış anlamaya mahal vermeyecek şekilde ortaya koyuyor: “Boykot sloganı özel bir tarihsel dönemin ürünüdür. 1905’de ve 1906 baharında, nesnel koşullar, çatışan toplumsal güçleri, dolaysız devrimci yol ile anayasacı monarşist dönemeç arasında ani bir tercih yapmak durumu ile karşı karşıya getirdi. Boykot kampanyasının esas amacı anayasal hayallere karşı mücadele idi. Boykotun başarısı devrimin geniş kapsamlı, yaygın, hızlı ve güçlü bir kabarmasına bağlı idi.” Devam eden satırlarda ise Lenin, bu kez 1907 seçimlerinde boykotu savunanlara karşı çıkıyordu, çünkü sınıf hareketi geri çekilmiş ve boykotun toplumsal zemini ortadan kalkmıştı.

Lenin, şartlar oluşmadan ileri sürülen özel dönemin mücadele çağrılarının boş bir çığlık olmaktan öteye geçemeyeceğine dikkat çekiyordu. Bu nedenle Lenin, daima işçi sınıfının mevcut bilinç ve örgütlülük düzeyini dikkate almış ve ona göre bir mücadele hattı önermiştir. Şöyle yazıyordu: “Mücadele devam ederken, yayılırken, büyürken, her yandan gelişirken böyle bir “ilan” [boykot] meşru ve gereklidir; o zaman devrimci proletaryanın böyle bir savaş çığlığı atmak görevidir.” Ancak “bütün çağrıların kitlelerde bir cevap bulmadığı, devrimin uyuşukluk” döneminde ise boykot savunulamaz: “Geniş devrimci bir kabarış dışında aktif boykotun bir anlamı yoktur.” Tekrar pahasına bir alıntı daha yapalım. Lenin devrimci yükselişi kast ederek şunları diyordu: “Söylediğimiz gibi, bu dönemde Rusya’da bir anlama sahip yegâne boykot, aktif boykottur. Bu sadece seçimlere katılmaktan kaçınmak değil, doğrudan saldırı amacı uğruna seçimleri inkâr etmek anlamına gelir. Bu anlamda boykot kaçınılmaz olarak en enerjik ve kati saldırı için bir çağrı demektir. Böyle yaygın ve genel yükseliş, o olmadan söz konusu çağrının anlamsız olacağı bir yükseliş bugünkü durumda var mıdır? Elbette hayır.”

Döne dolaşa geniş kapsamlı, yaygın, güçlü ve hızlı bir devrimci tırmanışın olmadığı koşullarda boykot çağrısı yapılamayacağı üzerinde duran Lenin, bu çağrıyı yerli yersiz yapanların, anlamını bilmeden büyük sözler ettiğine ve üstelik bu durumun ajitasyonun etkisini kırdığına vurgu yapıyordu. Zira somut hayatta karşılığı olmayan, kitlelerin kulak asmadığı bir boykot çağrısı, boşlukta kaybolmaktan ileri gitmeyecek ve üstelik sınıfın mevcut örgütlülük ve mücadele düzeyi dikkate alınarak yapılacak bir düzen teşhiri imkânı da heba edilecektir.

Buna karşın, Kürt hareketi söz konusu olduğunda “boykot” başka bir düzleme oturmaktadır. Ulusal mücadele çerçevesinde ayağa kalkan bir Kürt halkı olduğunu unutmamak gerekiyor. Özerkliği gündemine alan Kürt hareketi, haksız savaşa devam eden, Kürt sorununun çözümünde atılması gereken adımları atmayan burjuva devlete karşı Kürt halkını seferber etmeye ve gücünü göstermeye girişmiştir. Bir başka anlatımla, “sen beni tanıyıp dikkate almazsan, ben de seni tanımam” denmek istenmektedir. Ayrıca boykot kararının Kürt hareketi için bir pazarlık kozu olduğu da akıllardan çıkarılmamalıdır.

“Boykot”çu sosyalist çevreler anayasa değişikliğinin karşısına hiçbir şey koymuyorlar. Getirilen değişiklikleri ya da reformları aşıp geçen bir devrimci kabarma yoktur. Bu durumda, verili demokratik çerçeveyi şu ya da bu ölçüde genişleten bir reforma karşı kitleleri “boykot”a çağırmak ve “boş verin reformları” demek sorumsuzluktur. Sınıfın somut durumunu, ihtiyaçlarını ve kendi gücünü hesaba katmayan, buna uygun anlamlı ve uzun vadeli bir çalışma yapmaya girişmeyen, ama büyük laflar edenler, Lenin’in altını çizdiği gibi, ne dediğini bilmeyen lafazanlar konumuna düşerler.

İşçi sınıfının en bilinçli kesimleri olan komünistler, her siyasal gelişmeyi somut bağlamı içinde ve geleceğe nasıl açılacağı noktasında değerlendirmek zorundadırlar. Devrimci işçi sınıfı, olağan burjuva parlamenter rejim ile faşizm gibi olağanüstü burjuva rejimleri aynı sepete koyup, “bunların hepsi aynı” demez. İşçi sınıfının örgütlenmesinin koşulları açısından olağan parlamenter rejim ile olağanüstü burjuva rejimler arasında çok ciddi farklılıklar vardır. Bu nedenle, 12 Eylül faşizminin koyduğu anayasanın olduğu gibi kalmasındansa, ona vurulan her demokratik darbenin desteklenmesi işçi sınıfı açısından demokratik bir görevdir. Elbette komünistler 12 Eylül anayasasının toptan çöpe atılmasından yanadırlar. Ancak sınıf hareketinin cansız olduğu bir dönemde “ya hep ya hiç” yaklaşımı işçi sınıfının çıkarına değildir.

Yukarıda ortaya koyduğumuz çerçeveden de anlaşılacağı üzere yapılması gereken, bir taraftan referanduma sunulan anayasa değişikliklerine sandıkta evet demek, beri taraftan da demokratik hak ve özgürlüklerin genişletilmesi için mücadeleye devam etmektir. 12 Eylül anayasasının toptan çöpe atılması, Kürt sorununun Kürt halkının istemleri doğrultusunda çözülmesi, işçi sınıfının örgütlenmesinin önündeki her türlü engelin kaldırılması, kamu emekçilerine toplu sözleşmeyle birlikte grev hakkının verilmesi, sınırsız toplanma ve basın özgürlüğü, seçme ve seçilmenin antidemokratik yapısına son verilmesi, seçim barajının kaldırılması, üniversitelerde başörtüsü yasağının kaldırılması gibi demokratik talepler için mücadele sürmelidir. Elbette tüm bu talepler işçi sınıfı mücadelesinin nihai hedefi değildir. İşçi sınıfı kapitalist düzenin yıkılması, burjuva demokrasisinden bin kat daha yüksek bir demokrasi olan doğrudan işçi demokrasisinin kurulması ve sosyalizme yürünmesi için mücadele etmelidir. Ancak kabul edilmelidir ki, siyasal sorunlara ilgi göstermeyen, yukarıdaki talepler etrafında demokrasi mücadelesi vermeyen ve dolayısıyla Lenin’in deyimiyle “demokrasi okulu”ndan geçmeyen bir işçi sınıfı sosyalizm için de mücadele veremeyecektir. Mesele bu kadar açıktır. Enternasyonalist komünistlerin önünde duran görev, referandum sürecinde oluşan siyasal ortamı mümkün mertebe kullanmak, 12 Eylül’ün teşhirini yapmak, mücadeleyi kitlelerin gündemine daha fazla sokmak ve sınıfın bilinç ve örgütlülük düzeyini ilerletmektir.

Kaynak: Marksist Tutum, 30 Temmuz 2010