Tepkini Geçersiz Oy’la Koy!

Aynur Akman
12 Eylül Anayasasıyla AKP Anayasası Arasında Tercih Yapmayacağız!
Emekçi Düşmanı, Baskıcı Anayasalarını Sokakta Yırtalım!
Tepkini Geçersiz Oy’la Koy!

Uzunca bir süredir üzerinde fırtınalar kopan anayasa değişikliği paketi 12 Eylül günü halkoyuna sunulacak. Referandumda evet ve hayır olarak kutuplaşan iki kamp da kitleleri kendi arkasına yedeklemek için hem ideolojik hem de propagandif çalışmalarına son sürat devam ediyor. Demokrasi ve sivilleşme yanlısı, askeri vesayet düşmanı makyajıyla süslenen AKP tarafında Tayyip, işi 12 Eylül’de idam edilenler için timsah gözyaşları dökmeye kadar götürdü. CHP ile cisimleşen diğer kanat ise hayır diyerek gericiliğe karşı Cumhuriyetin temellerinin koruyucusu olduğu iddiasında. İddialar havada uçuşa dursun dananın kuyruğunun koptuğu yer yüksek yargının yeniden yapılandırılmasıyla ilgili düzenlemeler. Onca toz dumana rağmen işin özü askeri-sivil bürokrasinin belini büyük oranda kıran AKP’nin kalan son kale yüksek yargıyı da düşürmek istemesinde gizli.

Anayasa Değişikliği Ne İçeriyor?

AKP, egemen sınıflar arasındaki çatışmada askeri-sivil bürokrasinin gücünü kırdıktan sonra hala sesini yükseltmeye devam eden, muhalefet odağı olarak varlığını devam ettiren yüksek yargıya el atmak için anayasa değişikliği çalışmalarına başladı. Anayasa değişikliğine toplumsal desteği artırmak için de “demokratikleşme” adına makyaj niteliğinde üç beş güdük madde ekledi. Ancak asıl kavga yüksek yargı organlarının kontrolü meselesi üzerinden kopuyor.

Anayasa değişikliği paketi, özel süratle korunması gerekenler için pozitif ayrımcılık; özel hayatın gizliliği; yerleşme ve seyahat hürriyeti; ailenin korunması; dilekçe hakkı; milletvekilliğinin düşmesi; birden fazla sendikaya üyelik hakkı; grevsiz toplu iş görüşmesi hakkı; siyasi parti kapatmanın zorlaştırılması; YAŞ kararlarına yargı yolu açılması ve Anayasa Mahkemesi ile HSYK’nin yeniden yapılandırılmasına yönelik değişiklikler içeriyor. Demokratikleşme adına getirilen maddelerden sadece toplu iş görüşmesi ve grev yasaklarının kaldırılması dişe dokunur gibi gelse de incelendiğinde bu maddelerin de bir aldatmacadan ibaret olduğu ortaya çıkıyor. Gelelim grev yasaklarının kalkması meselesine. Değişiklikle siyasi grev, dayanışma grevi, iş yavaşlatma gibi eylemlerin yapılamayacağı ibaresinin anayasadan çıkarılmasıyla bu tür eylemlerin önünün açıldığı savunuluyor; ancak değiştirilen aynı maddede var olan “İşçiler toplu iş sözleşmesinin yapılması sırasında uyuşmazlık çıkması halinde greve başvurabilir” ifadesi ile açıkça hangi hallerde grev yapılacağı belirleniyor ve “menfaat grevi” dışındaki grevler engelleniyor. Kaldı ki AKP bu konudaki “demokrat” tavrını geçtiğimiz aylarca hazırladığı sendikal yasa değişikliği paketinde yer alan siyasi grevi, genel grevi, dayanışma grevini, işyeri işgalini ve iş yavaşlatma türünden eylemleri kanun dışı sayan maddesiyle ortaya koymuştur. Diğer bir madde, memurlar için getirilen toplu iş sözleşmesi hakkı da bir aldatmacadan başka bir şey değildir. Anlaşmazlık halinde zorunlu tahkim olarak hükümetten çok da farklı bir açılım getirmeyecek uzlaşma kurulunu adres gösteren bu değişiklikle zaten var olan toplu iş sözleşmesi sadece isim değiştirmiştir.

Evetçi Kamp Ne Savunuyor?

AKP öncülüğünde liberal aydınlar ve kimi liberal sol çevrelerce desteklenen evet kampı, bu anayasa değişikliği ile askeri vesayet rejiminin karşısında sivil yönetimin, demokratikleşme ve sivilleşmenin güçleneceği propagandasıyla toplum nezdinde desteklerini artırmaya çalışıyorlar. 12 Eylül darbesi sonrasında idam edilenlere gözyaşı döken Tayyip tepkiyle karşılaşınca biz 12 Eylül ve sonrasının acısını iyi biliriz diye nutuklar çekiyor. Önce bir noktayı açığa kavuşturalım. İslamcılar 12 Eylül mağdurları değil 12 Eylül çocuklarıdır. ABD’nin yeşil kuşak projesine paralel olarak “komünizmin panzehiri din” düşüncesiyle 12 Eylül cuntacıları İslamcıları palazlandırmışlardır. İmam hatip lisesi ve kuran kursu sayısında en büyük artış 12 Eylül yıllarında olması boşuna değildir. Suudi-ABD ortaklığına dayanan Aramco’nun finanse ettiği Rabıta’nın dinsel faaliyetlerine 12 Eylül cuntasının başı Evren tarafından izin verilmiş, Rabıta örgütü aracılığıyla maaşları ödenen kişiler kullanılarak dinci örgütlenmeler desteklenmiştir. İslamcılar sonradan kontrol altında tutulamamıştır o ayrı mesele. 12 Eylül’ün asıl olarak devrimcilere ve sınıf hareketine karşı yönelmiş bir saldırıdır; başka bir hedefe değil.

Referanduma evet kampanyası yapılırken demokratikleşme en çok öne çıkarılan vurgulardan birisi. Anayasa değişikliğini “demokratikleşme” adına süsleyen birkaç maddenin ne kadar güdük olduğunu zaten ele aldık. İşin bir başka boyutu var ki o da demokrasi havarisi kesilen AKP’nin bozuk sicili. Tamamen AKP güdümündeki polis teşkilatı, neredeyse 90’lı andıran işkence, insan hakkı ihlali ve ölümlere imza atıyor. Adalet Bakanlığının kendisinin açıladığı verilere göre 2003-2009 arasında işkence nedeniyle 29 bin 511’i polis, 34 bin 922 ‘kolluk kuvveti’ hakkında suç duyurusunda bulunuldu. Soruşturmalık olan 34 bin sanıktan 20 bin 32’si hakkında takipsizlik kararı verildi. 13 bin 732 sanık hakkında ise 4 bin 508 dava açıldı ve 7 bin 548 sanık beraat ettirildi. 484 sanık hürriyeti bağlayıcı cezalara çarptırılırken, 569 sanığa da para cezası verildi. İşkence yaptığı için şikâyette bulunulan kolluk kuvvetlerinin yüzde 90’ına herhangi bir ceza verilmedi. İstanbul Tıp Fakültesi öğretim üyesi Prof. Şebnem Korur Fincancı’nın “işkence ve polis şiddetinde 2007’den itibaren ise patlama yaşanıyor” diye ifade ettiği durum TIHV verilerine göre şöyle: 2009 yılında 18 kişi faili meçhul cinayetlerde hayatını kaybetti, 108 kişi yargısız infaz/kuşkulu ölümlere kurban gitti. 2008’de bin 546 olan işkence ve kötü muamele sayısı, 2009 yılında bin 835’e çıktı. 2009 yılında 7 bin 718 kişi gözaltına alındı, bin 923 kişi tutuklandı. Mayın ve sahipsiz patlayıcılardan dolayı 22 kişi hayatını kaybetti 41 kişi yaralandı. 36 kişi cezaevlerinde 6 kişi gözaltında hayatını kaybetti. 76 kişi dur ihtarı ve resmi hata ve ihmaller sonucu öldürüldü. Örgütlenme özgürlüğü konusunda 10 siyasi parti, dernek, kapatıldı, 227 dernek, vakıf, parti temsilciliği, belediye binası, sendika binası baskına uğradı. 10 gazete toplam 27 kez, 7 dergi 15 kez toplatılırken düşünce özgürlüğü konusunda 853 kişi hakkında 166 dava açıldı. Aynı yıl içinde 741 kişinin düşüncelerinden dolayı yargılandığı 202 dava sonuçlandı, 110 kişi beraat etti, 569 kişi hakkında bin 78 yıl hapis, 164 bin TL para cezası verildi. 229 gösteri ve yürüyüşe müdahale edildi, aynı gerekçeyle 340 kişi hakkında dava açıldı.

AKP döneminde, hükümeti suçlayan basın açıklamalarına katıldığı gerekçesiyle yargılanan, ceza verilen ve hatta memuriyetten atılan kamu emekçisi sayısında ciddi bir artış var. Muhalefete yönelik sindirme kampanyası çerçevesinde Tekel işçilerine destek amacıyla Lüleburgaz AKP önünde basın açıklaması yapan sendika yöneticisi memurlar 1,5 yıl hapis cezası aldılar. Bu olaya benzer örnekler son dönemlerde sıkça yaşanıyor. Kaldı ki Tayyip Erdoğan’ın hakkında yapılan karikatürlere bile ne kadar tahammül gösterdiği herkesçe malum. Yine AKP’nin ne kadar demokratik olduğu 1-2 Nisan’da Tekel işçilerini Ankara’da Türk-İş önüne almamak için verdiği muhaberede gördük. AKP nere, demokrasi, özgürlük getirmek nere…

Gelelim evet cephesinin diğer büyük iddiasına; sivilleşme. AKP ve liberal demokratların temel vurgusu bu anayasa değişikliğiyle askeri vesayet rejiminin zayıflayıp sivil yönetimin güçlendiği yolunda. Duyan sanır ki sivilleşme denen şey her sorunu çözen bir sihirli formülasyon. Deniyor ki Batı’da askeri bürokrasi sivil yönetimin sadece bir memuru; bizde ise tam tersi yaşanıyor ve bu nedenle de demokrasi yok, insan hakkı yok, Kürt sorunu çözülmüyor… Yani iktidar tam anlamıyla liberal sermayenin(TÜSIAD) elinde toplansın ki demokratikleşelim. Peki, sormazlar mı 12 Eylül darbesini generaller yaparken sizin sivil beyleriniz niye alkış tutuyordu o zaman; niye TISK Başkanı Halit Narin, `Şimdiye kadar biz ağladık onlar güldü. Şimdi sıra onlarda` diyerek sınıf hareketinin ve devrimcilerin ezilmesi karşısında ellerini ovuşturuyordu.

Emekçi sınıflar ayağa kalktıklarında şimdi çatışma halinde olan tarafların nasıl domuz topu gibi birleşip ortak şekilde saldıracakları geçmiş örneklerden aşikârdır. Öyleyse sol liberaller kimseyi aptal yerine koymayın, ha liberal sermaye askeri vesayeti altında, ha asker liberal sermayenin vesayeti altında Türkiye gibi emekçi gençliğe gelecek sunamayan, Kürt sorunu ve Alevi dinamiği gibi türlü çelişki altındaki bir rejimin bu çelişkilerini aşıp istikrarını sağlayacak güce erişmediği sürece o ya da bu kuvvet eliyle baskı, şiddet ve saldırganlıktan vazgeçmesi mümkün değildir. Sömürü rejim kendi iç istikrarını sağlarsa da bu bizim zaferimiz değil yenilgimiz olur. Askeri vesayet rejimi gider polis hükümranlığı başlar. Ki son zamanlarda PKK’ye karşı savaşacak özel birliklerin polisten oluşturulması bile ciddi bir tartışma konusu. Sokakta bira içtiği, parkta sevgilisi ile oturduğu, belirsiz dur ihtarına uymadığı, mülteci olduğu için gözünü kırpmadan adam öldürenlere daha çok güvenmek için gösterilecek bir neden olmasa gerek.

Hayırcı Kamp Ne Diyor?

CHP, yüksek yargı çevreleri ve ulusalcı sol gruplarla şekillenen hayırcı kanat ise gericiliğe karşı, Cumhuriyetin temellerini savunmak için bu duruşu yükselttiklerini savunuyorlar. Laiklik gibi vurgularla bu cephenin öncüleri tarafından kitleler, kendi mücadelelerinin boğazlayıcısı 12 Eylül anayasasının savunuculuğuna itiliyorlar. 12 Eylül anayasası aslen işçi sınıfı ve emekçi halkı ezmek için yaratılmıştır ve çöpe atılmalıdır. Gelelim anayasa değişikliği tartışmanın üzerinde döndüğü yüksek yargı organları meselesine. Anayasa Mahkemesi, kitlelere rejimin temel savunucusu olarak sunulmakta ve yargı sisteminin AKP’den korunması için bu değişikliğin çıkmaması gerektiği söylenmektedir. Peki, emekçi kitlelerden korunması istenen yargı sistemi kimin için çalışmaktadır. İki çarpıcı örnekle ele alalım. Birinci örneğimiz Kemal Türkler’in öldürülmesi davası. DISK Genel Başkanı Kemal Türkler cinayetinin katil zanlısı aynı yargı sistemi tarafından beraat ettirilmeye çalışılmış ama başarılı olunamamıştır. Aynı şahıs Ankara Bahçelievler’de 7 TİP’li genci öldürmekten hükümlü olarak hapishanede bulunmasına rağmen son duruşmaya yine getirilememiş ve dava zaman aşımına uğrama durumuyla karşı karşıya bırakılmıştır. Diğer bir örnek ise hayırcı bloğun en büyük destekçisi olması planlanan Alevilere yönelik Sivas katliamı davasından. 2 Temmuz 1993’te 37 kişinin ölümüyle sonuçlanan Sivas katliamının davasında savcı yakalanamayan bir numaralı sanık Cafer Erçakmak ve 6 kişi için zamanaşımı ve zamanaşımından davanın düşmesini talep etti. Savcının mütalaa ettiği duruşmadan katledilenlerin ailelerinin haberi olmaması da yeterince çarpıcı zanlımızca. Peki, bu örneklerden ve emek cephesine karşı tavrını netleştiren daha nice örnekten sonra yoksul emekçilere mi kalmıştır kendilerini ezen burjuva hukuk sistemini savunmak. Tabii ki değil. Yoksul emekçilerin, Alevilerin üzerilerinden silindir gibi geçen 12 Eylül rejiminin biricik eseri anayasa savunuculuğu yapmaları demek daha nice katliamlara, baskılara, sömürüye mahkûm edilmeyi kabul etmeleri demekten başka bir anlamı yoktur.

Neden geçersiz oy?

İşçi sınıfı ve emekçi halk bir kez daha egemen sınıfın iki kutbu arasında bir tercih yapmaya zorlanmaktadır. Referandumda nasıl tavır alınması gerektiği sorusu, aslında egemen sınıf politikalarından bağımsız bir devrimci sınıf duruşu koyma sorunudur. Egemenler arasındaki çatışmada taraf olmamak ve tarafların kitleleri kandırmak için kullandığı haleleri düşürmek için kendi safımızı örmek bir zorunluluktur. Emekçi halkın önündeki seçenek ne evet ne hayır olmalıdır; kendi yolumuzu kendimiz açmalı, tepkimizi geçersiz oy ile ortaya koymalıyız. Gelelim boykot tutumuna. Kürt bölgelerinde aktif olarak örgütlenebilecek bir boykot başarılı bir uygulama olacaktır; ancak Batı’da devrimci unsurların gücü göz önüne alındığında aktif bir boykot örgütlemek pek de mümkün değildir. Kaldı ki devrimcilerin en kolay etki edebileceği yoksul emekçi kitlelerinin ne yazık ki hayır kampının bir parçası olduğu düşünüldüğünde boykot gibi istatistiksel olarak güçlü olan tarafın(evet kanadının) işine yaracak bir boykot çağrısına bu kesimleri kazanmanın mümkün olamayacağı açıktır. Oysaki hem protesto olarak çok açıkça kendini gösteren hem de hiçbir kanadın oranına etki etmeyecek geçersiz oy yoksul emekçi kitlelere daha uygun gelecek bir çağrı olacaktır.

Referandum orta oyunu deşifre edecek şekilde geçersiz oy protestomuzla egemenlerin iki kanadının da meşru olmadığını ortaya koymuş ve anayasada sahte değişiklikleri değil gerçekten istediğimiz kökten değişimleri ve haklarımızı ancak ellerimizle kazanacağımızı göstermiş oluruz. Egemenlerin orta oyunu bozulmadan sürdüğü sürece o ya da bu kanadın peşine takılan yoksul kitleler ezilmeye mahkûmdur. Ancak geleceğini ellerine almak için kaderlerinin belirlendiği sahaya inen kitleler kazabilir. Referandumda geçersiz oy çerçevesinde yükselteceğimiz topyekûn protesto, 12 Eylül baskıcı anayasasının büyük eylem ve grevlerle sokakta yırtılmasının yolunu da açacak potansiyeller yaratacaktır. 12 Eylül anayasasını da bütün baskıcı uygulamaları da tarihe gömebilecek tek güç de budur.

Kaynak: Sürekli Devrim Hareketi/Marksist Bakış/Bolşevik, 26 Temmuz 2010

Referandumda Niçin Geçersiz Oy?

Veli U. Arslan

12 Eylülde yapılacak olan anayasa referandumu önümüzdeki süreçte Türkiye’de siyasetin nasıl akacağını göstermesi bakımından ufak çapta bir kırılma noktası anlamına gelecek. Eğer AKP, referandumdan galip çıkarsa Kemal Kılıçdaroğlu’nun arkasına aldığı rüzgarı iyiden iyiye yavaşlatmış olacak, bu, gelecek yılki seçim sonuçları açısından etkili olacaktır. Diğer taraftan referandumda anayasa paketi reddedilirse AKP ağır bir yara alarak seçimler öncesi “gidici” iktidar durumuna düşecek ve 8 yıldır Kemalist bürokrasiye karşı yürüttüğü taarruz son noktasına varmış olacak.

Referandum Kavgası Neyin Kavgası?

Gerçekten de referandum kavgası, AKP iktidarı boyunca sürmüş olan aynı kavga. AKP iktidarı boyunca egemen sınıfların iki kanadı birbirleriyle çarpıştılar. Tasfiye edilmeye çalışılan Kemalist bürokrasiydi ve tasfiye olmamak için var gücüyle direndi. Ne var ki Ergenekon operasyonları neticesinde TSK’nın da süngüsünün düşmesiyle mücadelede belirli bir aşamaya gelindi. Bu tasfiye süreci, tarihsel olarak Türkiye liberal büyük sermayesinin işinin görülmesidir. TÜSIAD’ın, AKP’den önce de bu tarz girişimleri olmuştu. Özellikle uzun yıllar alan AB reformları süreci, baştan aşağı böyle bir tasfiye sürecini ifade ediyordu. Gelgelelim TSK’nın başını çektiği askeri ve bürokratik Kemalist katman, uzun süre tasfiye olmamayı başardı. Ama AKP tek başına iktidara geldiğinde iç de dış koşullar bu tasfiye süreci açısından oldukça elverişliydi. Islami referanslara sahip AKP, Kemalist bürokrasinin tasfiye sürecinde büyük bir şevkle başrolleri oynadı. Ama, gerçekte, Türkiye büyük sermayesinin önünde duran çok köklü bir sorunun çözülmesinin vesilesi oldu.

Her burjuva iktidar, hele Türkiye gibi az gelişmiş kapitalist ülkelerde, daima kendi zenginini yaratmıştır. AKP de kendi zenginlerini yarattı iktidarı sürecinde. Buradan kalkarak egemen sınıf içindeki mücadeleyi laik sermaye (TÜSIAD) ile yeşil sermaye arasındaki kavga olarak anlatmak, tarihsellikten uzak, gerçeklerle hiç uyuşmayan şabloncu bir bakış açısını yansıtıyor. Gerek iç dengenin sağlanması bakımından hayati olan Kürt sorunun çözülmesinin gerekse de büyük sermayenin yabancı sermaye ile tam entegrasyonunun önündeki temel engel anlamına gelen Kemalist bürokrasinin tasfiye edilmesi, liberal büyük sermayenin kendi adına alt-emperyalist bir sıçrama yapmasının önkoşulu durumundadır. AKP, bugün vardır, yarın yoktur. Kemalist bürokrasinin tasfiyesinin tarihsel kazanımlarını Türkiye büyük sermayesi tadacaktır. AKP ise kendi Islami arzularını tatmin edecek ne kadar icraat yaptıysa onunla yetinmek durumundadır.
Anayasa değişikliklerinin referanduma kadar giden bir mücadeleye dönüşmesinin arkasında bahsettiğimiz egemen sınıf içerisindeki iç kavga yatıyor. Kavga konusuysa Kemalist yüksek yargının tasfiye edilerek yeniden dizayn edilmesidir. Egemen sınıfın bu iki kanadının politik uzantıları zafer elde etmek için kısasıya bir yarışa girmiş durumdalar. Ve emekçi sınıfların önüne 12 Eylül Anayasası gibi bir konuda kendi taraflarından birisini seçmeyi dayatıyorlar: Evet ya da Hayır. Elbette ki kendi durdukları yeri haklı göstermek için ya demokrasinin ya da laikliğin havarisi kesiliyorlar. Bu iddiaları çürütüp egemen sınıfın fikri hegemonyasının dağıtılması büyük önem taşıyor. Şimdi evetçilerden başlayarak egemen sınıf propagandacılarının ipliklerini pazara çıkaralım.

Tavrımız Neden Evet Olamaz!

AKP’nin esas derdinin yüksek yargıyı da kendi istediği biçimlerde yeniden dizayn etmek olduğunu daha önce söylemiştik. Elbette ki AKP kamuoyuna dürüst davranacak değil, çoğu zaman olduğu gibi hiç utanmadan demokrasinin yılmaz savunucusu pozlarına giriyor. Bu pozları takınabilmek için de anayasa paketinin içerisine bir takım vitrinlik malzeme koymuş durumda. Öyle ya liberallerin ve kendilerini AKP’ye soldan destek vermeye adamış sol liberallerin işlerini görebilmeleri açısından bu vitrinlik maddeler büyük önem taşıyor. Ne mi o vitrinlik maddeler: Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru, ombudsmanlık, kadınların ve çocukların hakları… Bunlar için amiyane tabirler faso fiso desek durumu abartmış olmayız. Bundan başka AKP’liler, liberaller ve sol liberaller anayasa değişikliğini memurlara örgütlenme hakkı veriliyormuş gibi sunuyorlar. Gerçekte memurlar çoktan örgütlenmiş durumdalar, bu haklarını meşru fiili mücadele ile elde ettiler ve halen bunu fiili olarak kullanıyorlar. Eksik olan ve esas önem taşıyan konu ise grevli bir toplu sözleşme hakkı. O çok parlattıkları mevcut değişikliklerde bu yok ki bu da çok manidar, çünkü toplumsal mücadelenin olgunlaştırdığı, belirli bir aşamaya getirdiği bu talep, demokratik gözükmek ve destek kazanmak adına pakete eklenebilirdi. Ama eklenmedi çünkü AKP bu kazanıma geçit vermek niyetinde değil, zira azılı emek düşmanı bir parti refleksleri konuşuyor. Yani bir toplu sözleşme uygulaması getiriyorsunuz ama grev hakkı olmaksızın bunun hiçbir kıymet-i harbiyesi olamaz. Sol liberaller bu maddeye istedikleri kadar tutunmaya kalksınlar, ellerinde kalıyor. Esas olan grev hakkıdır ve eğer demokrasi gerçek bir demokrasiyse dayanışma grevi gibi, hak grevi gibi, siyasi grev gibi haklar da söz konusu olmalıdır. Keza sendikaların örgütlenmesinin önündeki barajlar duruyor, noter şartı duruyor. Kaldı ki günümüzde sendikal örgütlenme bir hak olmasına rağmen bu hakkını kullanan on binlerce yüz binlerce işçi kapıya konuluyor. Sonra kalkıp “bir işçi birden fazla sendikaya üye olabilecek” demenin sahtekarlıktan başka anlamı olamaz.

Pakette işçi hakları konusunda, toplantı, gösteri ve örgütlenme hakları, fikir özgürlüğü konusunda, Kürt sorunu, %10 barajı, Diyanetten, Türk milleti vb kavramlar hakkında en ufak gerçek bir dönüşüm yok. Dolayısıyla “ufak da olsa kazanımlara destek olmalıyız” aldatmacasına karşı emekçiler uyanık olmalıdır. Bu propaganda ile emekçileri evete yönlendirmeye çalışanların derdi AKP’ye destek olmaktır. Diğer taraftan AKP iktidarı, sermayenin Özal’dan beri gördüğü en iyi (saldırgan) iktidardır. Sınıf savaşımında işçilere en azgınca saldıran bir iktidara işçi cephesi gül uzatacak değildir. Ulusalcılara bakıp AKP’yi tercih edecek değiliz.
AKP’nin vitrinlik maddeleri niyetini gizlemeye yönelik, öte yandan vitrine bir takım elle tutulur şeyler konur ki vitrin işlev görsün. Gelgelelim AKP’nin buna dahi tahammülü yok, vitrindekiler tam anlamıyla eften püften. Emekçilerin evete tav olmaması gerektiği çok açık.

Tavrımız Neden Hayır Olamaz!

AKP’nin anayasa değişikliğinin bir aldatmaca olduğu ve buna karşı konulması gerektiği tartışma götürmez. Diğer taraftan bunu Kemalistler ve ulusalcılarla benzeşerek yargı bağımsızlığı üzerine inşa edilen hayırcılık ile ifade etmek büyük bir hata olacaktır. Bir kere yargı bağımsızlığı bir efsaneden başka bir şey olamaz. Yargı, sonuçta sermaye düzeninin organıdır ve doğal olarak sömürü düzeninden yana taraftır. Devrimcileşmiş işçilerin kendi aralarından seçtiği yargıçlar işbaşında olduğunda yargı yine taraf olacaktır, ama bu sefer eşitlikten ve emekten yana.
Referandum tartışmalarının 12 Eylül anayasası üzerinden döndüğü bir ortamda mevcut anayasayı ister istemez onaylıyor ya da onun muhafaza edilmesini istiyor anlamına gelecek hayır oyu emek cephesinin asla istemeyeceği bir sembolizmi ifade etmektedir. 12 Eylül anayasası işçi sınıfının ve özgürlük mücadelesinin baş hedefidir. Ki sınıf bilinçli işçiler bilmektedir ki 12 Eylül anayasası sokakta yırtılmadıkça işçi sınıfının kurtuluşa giden yolda ilerlemesi mümkün değildir. Dolayısıyla 12 Eylül anayasasının değiştirilmesi girişimleri karşısında hayırcı kanat içerisinde bulunmak sınıf mücadelesinin devrimci meşru zeminin aşınması anlamına gelecektir. 12 Eylül anayasasının toptan çöpe atılması yönünde şimdiye kadar gerekli mücadele sergilenemediği için şimdi AKP ve yandaşları biz değiştiriyoruz sahtekarlığına başvuruyorlar. Durum buyken statükocu, devletçi CHP ile aynı gemiye binip referandumda hayır oyu kullanmak büyük bir hata olacaktır. Devrimcilik, en başta kurulu olan düzene meydan okumadır, statükonun yerle bir edilmesini savunmaktır, bu anlamıyla o sihirli sözcüklerin değişim ve dönüşümün gerçek uygulayıcılarıdır. Durum buyken hayır cevabı ister istemez toplumsal algılarda statükoyla uğursuz bir yakınlık olarak algılanacaktır. Bu, ayrıca AKP’nin ve onu destekleyen sol liberallerin kendisini değişimden yana demokrat bir parti gibi bütün karşıtlarını da statükocu gibi göstermesine zemin yaratmaktadır.

Dikkat edilmesi gereken başka bir husus da hayırcı blok etrafında gelişen ulusalcı-Kemalist CHP hegemonyasıdır. AKP’ye darbe indirilmesi gerektiği ortadadır, ama politik duruş sınıf bilincini ifade eden bir çizgiden uzaklaşırsa, emekçi kitleleri CHP-MHP koalisyon hükümetine yedekleyen bir noktaya gelinir. Ulusalcılık yanı güçlü olan, Kemalizmle malul durumdaki sol unsurların yaptığı da budur.

Tavrımız Neden Geçersiz Oy Olmalıdır, Boykottan Farkı Ne?

Referandumda geçersiz oy, egemen sınıfın her iki kanadının evet-hayır cenderesine verilecek en iyi tepki koyma biçimidir. 12 Eylül anayasası sınıf hareketini yok etmek için tasarlanmıştır, bu yüzden de ancak sınıf hareketi tarafından çöpe atılabilir. Bu yüzden ne mevcut anayasa için oy kullanırız, ne AKP sahtekarlığına alet oluruz.

Boykot, elbette ki evet ya da hayıra nazaran çok daha doğru bir tutum olmakla beraber boykotu aktif biçimde örgütleyemediğiniz zaman kitlelerde kayıtsızlık sonucunu yaratır ve bu da sonuçta egemen sınıfın işine yarar. Gerçek bir boykotun örgütlenebileceği Kürt illerinde ise durum başkadır. Böyle bir durumda kitleler boykot tavrıyla kayıtsızlık ve pasifizm yerine tam tersine militanlığa ve aktivizme yönelirler. Lenin’in dediği gibi ancak oy sandıklarını yakacak güçteyseniz boykotun bir anlamı olabilir. Kürt ulusal hareketinin Kürt illerinde bunu yapabilecek gücü var. Diğer taraftan batıda boykot tutumunun kitleleri politikleştirerek militanlaştırması durumu yaşanmayacaktır. Buralarda boykot tutumunun sonuçlarını ayırt etmek ve dolayısıyla çalışmanın meyvelerini toplamak da mümkün olmayacaktır. Çünkü seçime katılımın referandum ve seçimlerde belirli oranlarda salınım gösteren genel seçime gitmeme genel ilgisizliğinin mi yoksa boykot çalışmasının bir sonucu mu olduğunu kestirmek imkansız olacaktır. Söz gelimi Istanbul’da referanduma katılım %65’te kaldı. Ama geçmiş referandumlara ya da seçimlere katılım bazen %70 ya da daha aşağısını, hele hele referandumlarda (2007 referandumunda %56) çok daha düşüklerini görmüştü. Yani, bu bir tepki mi yoksa olağan bir durum mu, bunu anlamak epey güç olacak ve ülkeye yansıması da o oranda cılız olacaktır.

Diğer yandan geçersiz oy, emekçi kitleler açısından gerçek anlamda bir alternatif, 3.bir şık anlamına gelecektir. Sandığa gidip mührü ikisinin birden üstüne basıp geçersiz oy kullanmanın protesto mahiyeti çok daha güçlüdür. Üstelik sandıklar açıldığında bu tavrı benimseyenlerin net tutumunu dost da düşman da görmüş olacaktır. Sosyalistler bu şekilde seçimlerde ulaşamadıkları geniş yığınları referandumda kendi saflarına çekme fırsatına sahipler. Gerçekten de 12 Eylül anayasasına sırf AKP’ye karşı olarak kerhen hayır demek durumunda olan çok geniş emekçi yığınlar geçersiz oy çalışmasına kazanılabilir. Boykotun böyle bir yeteneği yok, zira boykotun sonuçta AKP’nin işine gelme durumu var ve bu durum geniş yığınları hayırcıların kollarına itmektedir. Bu durum, geçersiz oyda(geçersiz oylar sayıma dahil edildiği için) yaşanmayacaktır. O yüzden de devrimcilere çok uzak olmayan sol duyarlılığı sahip hayır demeyi düşünen emekçilerin egemen sınıf politikasından koparılması için geçersiz oy çok kampanyası büyük bir işlev sahibi olacaktır. Bu yüzden güçlü bir protesto çağrısı, geçersiz oy ile birleştirildiğinde büyük destek sağlayarak sınıf mücadelesinde yankı bulacak ve sosyalistlerin büyük prestij kazanmasına ön ayak olacaktır.

Kaynak: Sürekli Devrim Hareketi, 30 Temmuz 2010