Orhan Yalçın Gültekin

Trabzonluyuz ya, herkes bizi Laz bilir(di). Anneanneme sorduğumuzda ise, onun cevabı hep aynı olurdu: “Lazlar bizden ileri(de)dur…” Çocukluk merakım gelip geçtikten ve budunsal kökenimle ilgili herhangi bir derdim-tasam kalmayıp kendimi evrensel insan ve işçi sınıfının bir ferdi olarak kabullendikten sonra konunun üzerine hiç gitmedim; hâlâ da gidiyor değilim. Ne var ki, dil, din, ırk, budun, ulus, millet, milliyet farkı gözetmeksizin bütün emekçilerin birliğini savunmanın onların bu alandaki farklılıklarını birliği zenginleştiren renkler olarak görmeden mümkün olamayacağını da atlıyor değil(d)im.

Samatya gibi Bizans’tan günümüze dek gelen ve kilise ile camiinin bazı yerlerde sanki birbirlerine dayanarak var oluyormuş hissi veren yanyanalığı içinde yetişmiş ve kapı komşu ablası Rum, en samimî arkadaşı Ermeni bir Sünni-Hanefi Müslüman Türk çocuğunun bu renkleri sindirmeden kendini var etmesi de pek mümkün değildi zaten. Sünni-Hanefi Müslümanlığın hem de facto hem de jure oluşu ve sorgulanamazlığı başlangıçta ne kadar belingindiyse de, Türk olmak da o kadar kesin, mutlak ve vazgeçilmezdi. Yine de bu sorgulanamazlık ve vazgeçilemezlik, farklılıkların üzerinden atlanılabileceği ve/veya yok sayılacağı anlamına gelmediği gibi öyle ya da böyle olununca “ne mutlu” olunacağına ilişkin yüklemeler de bir böbürlenme ve “ötekiler”i aşağılama-küçümseme eğilim ve devinimi yaratmıyordu. Furoso (Frosso, Froso) Abla ya da has arkadaşım Ardashes, nasıl benden aşağı olabilirlerdi ki? (1)

Kuşkusuz Türkçe dışında duyduğum ilk dil Kur’anî Arapça, Latin-Türk alfabesi dışında gördüğüm ve öğrendiğim ilk alfabe de Arap alfabesiydi. “Elif” ile başlayıp “ye” ile biten bu alfabeyi öğrenmek ve harfleri sırasını şaşırmadan sayıp dökmek olmazsa olmazdı, çünkü benim de ait olduğum milliyetin ayrılmaz bir tarihî parçasıydı. Beni keyiflendiren ve zenginleştiren ise, birkaç Ermenice sözcük ve Ermeni alfabesini öğrenişim olmuştur. Mahallede kovboyculuk oynarken Ardashes ile aynı takım içinde yer almış ve diğerlerini atlatmak için haberleşme notlarımızı Ermeni alfabesiyle yazmaya karar vermiştik. Notlarımızı Ermeni alfabesiyle ama kuşkusuz Türkçe yazıyorduk. Ardashes beni affetsin; o günden bu güne aklımda Ermeni alfabesinin harflerine ilişkin hiçbir iz kalmadı.

İlkokulda bir öğretmenimizin müfredatta olmamasına karşın Cumartesi günleri özel ve dar bir öğrenci grubuna İngilizce öğretme çabası da grup üyelerinin başlangıçtaki merakının birkaç kişi dışında kısa sürede sona ermesiyle Türkçe dışında bir dil “öğrenme” çabam ertelenmek zorunda kalmıştı.

Hayallerimin okulu Darüşşafaka’ya girişim, İngilizce ile geri dönülmez biçimde tanışmamı sağladı. “Simplified” klasiklerle başlayıp da özgün metinleri okuma evresine geldiğimizde ne büyük bir iş başardığımızı düşünür şişinirdik. (Elimde “English Department”ın hazırladığı bir antoloji var. Lise 1’de okumuşuz ders kitabı olarak. Edebî İngilizcem o günlerde çok daha iyiymiş. Şimdi daldık Business English’e, köreldik netekim.)

Zaman ilerledikçe o Sünni-Hanefi Müslüman Türk çocukta bir dizi değişiklik oldu. Sünni-Hanefi Müslümanlık yerini materyalizme terk etti. (Şimdilerde materyalizm=ateizm/tanrıtanımazlık diye algılanıyor ama materyalizm ayrı, tanrıtanımazlık ayrı. Başlıbaşına bir yazı konusudur; geçerken ufak bir not düşeyim istedim.) Türk çocuk ise, artık “anamız amele sınıfıdır, yurdumuz bütün cihandır bizim” (2) diye marşlar söylüyordu, Türk kimliğini unutmadan ama özel olarak öyle olduğunu söylemeye gerek duymadan. Doğuştan gelenin değil de edinilenin, kendini var ederken üretilenin ve yaşarken öğrenilenin önemli olduğunu öğrendiğimiz yaşlardı.

İngilizcenin o günün koşullarında çok büyük iyiliğini, yararını gördüm; hakkını inkâr edemem. Hachette ve Sander’den aldığımız “For the Liberation of Brasil”(3), “Rural Gureillas in Latin America”(4) gibi kitapları okuma ayrıcalığını yakalamıştım. Bir çocuktan bir yetişkine dönüşme ve kendimi yeniden üretme sürecimde İngilizcenin büyük bir yeri vardır.

12 Eylül’de de yararını gördüm İngilizcenin. Şubede geliştirilen/uygulanan ilginç iletişim teknikleri vardı. “Bir grup Kürtçe konuşuyor kendi arasında; diğer bir grup Arnavutça… Biz -garip ve komik belki- İngilizce anlaşıyoruz. Evet, garibime gidiyor. Bu ülke ve bu coğrafyada Türkçeden sonra en çok konuşulan diller Arapça, Farsça, Kürtçe… (Yanlış anlaşılmasın; alfabeik sıraya göre…) Bak işte Arnavutça konuşanı da var. Bu ülkenin en okumuşları sayılanlar ise bu dilleri bilmiyor, ama rivayet bu ya İngilizceyi anadilleri gibi konuşuyorlar. Dil burada önemli; hem de çok önemli. Sorguya karşı direniş diller aracılığıyla sürüyor.” (5)

Zor koşullar, o hep söylenen ama yeterince önemsemediğimiz bir sözün anlamını kavramamızı sağlıyor. Hani denir ya, bir lisan bir insan; iki lisan iki insan…

Oldum olası meraklı olduğum bir alanda –atasözleri ve özdeyişler- iki yerli dildeki atasözlerine de zaman zaman göz atıyorum. Açıkçası malzeme çok fazla değil ama Internetten sınırlı sayıda atasözünü içeriyor olsa da Kürtçe (6) ve Lazca atasözleri/özdeyişler (7) içeren iki listeye ulaşabildim. (Thanks to Internet!)

Lazi do Megreli Nozitape

Naüo nena giçkin heüo üoçi re; mara nananena va giçkin-na çkar mutu va re!” ya da “Naüu nena gişkun hiüu üoçire; mara nananena va gişkun-na çkar mutu var ore” bir Laz atasözü… Lazların ataları demiş ki, “Kaç tane dil biliyorsan, o kadar insansın; ama anadilini bilmiyorsan hiçbir şey değilsin!

Buradaki “anadil”in doğal çevrede öğrenilip kullanılan ve insanın birinci iletişim dili olan dilden -ana dil- farklı olarak budunsal dil olduğunu belirtmem gerekiyor. Yani Amerika’da doğup büyüyen ve yalnızca Amerikan İngilizcesini bilip kullanan bir Türk, Kürt, Ermeni ya da Arap açısından “ana dil” Amerikan İngilizcesidir ama bizde kullanıldığı biçimiyle “anadil” Türkçe, Kürtçe, Ermenice ya da Arapça’dır.

Bu, dille ilgili diğer Laz atasözlerine bakıldığında açıkça anlaşılabilir.

Ğormotis muk na-mekçu nenaten iôaramitare!” ya da “Ğormoti na-mekçu nenate isinapare!”, “Allah’ın sana verdiği dil ile konuşacaksın!” anlamına geliyor.

Bu o kadar önemlidir ki, “Ğormotik na-mekçu nananena üoçik var gogandinapas! / Ğormoûik na-meçu nananena üoçis var gvandinen.” (Allah’ın sana verdiği anadili, insan kaybettirmesin!) diye dua edersin, yoksa felâketin olur; “Nananena gondini-na, ti-ti gondineri giğun!” (Anadilini unuttuysan kendini de unutmuşsun demektir). Ama ne gam: “Nananena va goindinen!” (Anadil unutulmaz), döner gelir derinlerden, çünkü “Nena gurişi neüna ren! / Nena gurişi neüna on!” (Dil yüreğin kapısıdır).

Beyin unutsa da yürek unutmuyor.

***

Peki, bu anadil ne demek oluyor da bu kadar önemli olabiliyor?

Onu da Lazlardan, Kürtlerden önce Türklere sormak gerekiyor.

  • Bir sonraki yazı: Ez ezım tu tuye.
  • Daha sonraki yazı: “Türk” demek “dil” demektir.

Notlar:

(1) Orhan Yalçın Gültekin, Samatya
(2) Avusturya İşçi Marşı
(3) Carlos Marighella, For the Liberation of Brasil, 1971, Penguin edition.
(4) Richard Gott, Rural guerillas in Latin America, 1973, Penguin edition.
(5) Kişisel notlarımdan.
(6) Gotnê Pêşyê Kurda / Kürt Atasözleri
(7) Lazi do Megreli Nozitape / Laz ve Megren Atasözleri
(8) “A first language (also native language, arterial language, L1, or mother tongue) is the language a person has learned from birth or speaks the best, and is often the basis for sociolinguistic identity.” (First Language, Wikipedia)