Hilmi Köksal Alişanoğlu
Mühim bir işadamı taksiyle giderken, radyoda, davudi sesli spiker, darbe dönemlerini andıran bir tonda, sosyalist devrim hükümetinin bir numaralı bildirisi okur:
Bir: Türkiye, emperyalistlerin terörist örgütü NATO’dan ayrılmıştır.
İki: Emperyalistlerin finans örgütlerine 150 milyar dolar aşan dış borçlar kaldırılmıştır.
Üç: Elektrik, gaz, su ve haberleşme ücretsiz olacaktır…
Dört: Herkes oturduğu konutun sahibidir…
Bildiri uzar gider…
Fabrikaları kamulaştırılmak üzere olan bedbaht işadamı, malı mülkü komünistlere bırakmayalım diye başının etini yiyen karısıyla ağız dalaşına girer. Mücadelenin sanıldığı kadar kolay olmadığını, bunu yapmaya güven, özveri, tecrübe istediğini anlatır. Kadın dırdıra devam ederken, zavallı işadamı, içinden, devletleştirmeye karısından başlanıp başlanmayacağını da geçirir…
Ardından devrimden sonra büyük toprakların halka dağıtıldığı bir köy yeri gösterilir. Köyün ağası, apışını püfür püfür esen rüzgâra açmış serinlerken, hâlâ ırgatların ensesinde boza pişirmektedir. Birden… (Siz de her şeyi benden beklemeyin, gerisini de izleyin, görün…)
Ve bir apartman dairesinde kira ödeme zamanı geldiği halde parasını denkleştirememiş biçare kiracı gösterilir. Devrim tam da zamanında yetişmiştir imdadına. Artık mal sahibine, sımsıkı tuttuğu bileğini gösterebilecektir. Hatta başparmağını, iki parmağı arasına sokarak tüm hazırlıklarını tamamlamış, bileğini aşağı yukarı sallama zevkini tatmak için zilin çalmasını beklemektedir.
Akabinde, ülkeye dönüş emri alan Afganistan’daki Türk birliği gösterilir…
Devrimden Sonra birbiriyle hiçbir ilgisi olmayan yedi sekiz farklı öyküden oluşan bir film. Etkilenmemek ve klavyemin başına geçtiğimde torpil yapmamak için yorumları okumadım, Jenerikteki yapımcı, senarist gibi isimlere hiç bakmadım. Buna hiç gerek yokmuş, ekran açılır açılmaz, filmi kendim yapmış olsam bile gaddarlıktan bir adım geri kalmayacağımı anladım…
Bu filmi bir dönemin en geri sosyalistleri olan Kızıl Kmerler yaptırsaydı, ortaya böylesine sıradan ve yavan bir propaganda filmi çıkmazdı. Ne senaryo, senaryo; ne de kurgu, kurgu. Yedi-sekiz fıkrayı art arda dizip, adına roman demek gibi bir şey. İçlerinde bir tanesi gerçekçi olsa, gam yemeyeceğim.
Hiç unutmayacağım bölüm şu: Bir öğretim üyesini vuran faşist katil, sosyalist polis tarafından yakalanır. Muameleyi görecektiniz; katile, insan öldürmenin ne kadar kötü bir şey olduğuna iknaya uğraşmak mı dersiniz, dakikası şaşmayan yemek ikramı mı dersiniz, otel konforunu andıran sorgu odası mı dersiniz…
İnsanın katil olası geliyor!!!
Anlatım o kadar sıkıcı ki, kötü bir imama rastlayıp dinden imandan olan mümin hesabı, bu filmi seyredenin sosyalizme sempati duyması imkânsız.
Oysa konu son derece ilgi çekici. Bu ilginç konu, ancak bu kadar kötü anlatılabilirdi. Hani sosyalizm karşıtlarına, öyle bir film yapın ki, millet seyrederken baygınlık geçirsin ve sosyalizmden nefret etsin deseler, bu film biçilmiş kaftan. Estetiksiz, zevksiz, basit, sıkıcı, inandırıcılıktan uzak…
Dünyaya farklı pencereden baksa da, Elveda Lenin gibi bir politik başyapıt bekliyordum. Hayal kırıklığına uğradım. On üzerinden not verecek olsam, bugün cömertliğim üzerimde, “iki” derdim…
Kaynak: Hilmi Köksal Alişanoğlu