Elif Sudagezer

Oğuz Atay’ın ‘Tehlikeli Oyunlar’ kitabının özsözünde Cevat Çapan’ın çok güzel bir bölümü var: “Oğuz Atay’ın ‘düşünen insan’ı ne tam anlamıyla organik bir parçası olabildiği, ne de büsbütün kopabildiği bir toplumda yaşamaktadır. Bu toplum eski-yeni, Doğu-Batı, düş-gerçek, duygu-düşünce, kadın erkek gibi çatışmalardan kaynaklanan yoğun bir kargaşanın içindedir. Bu toplumdaki insanların yaşama biçimlerini, duygu ve düşünce yapılarını bu sayısız ayrıntı koşullamaktadır.”


Bu ifade aklımda kocaman bir soru işaretinin belirmesine neden oldu. Acaba insan hakikaten düşünen bir varlık mıdır yoksa düşünce şablonlarını ustalıkla taklit eden mi? Düşüncemizi doğrudan şekillendiren bazı kalıpların varlığı göz ardı edilemez. Ama sonuçlara varmak için seçenekleri eleyip onları mantığımızla ve duygularımızla meşrulaştırma yolundaki çabalarımız da göz ardı edilemez. Düşünmek, şüphesiz hareket halinde olan ve biçim değişikliklerinden oluşan bir süreçken, toplumsal ön kabuller ise sabit kalıplardır. Toplumdaki bu sabit kalıplar maalesef çoğu zaman düşünsel süreci içine alıyor. Bu durumda insan düşünce kalıpları içinde düşünme süreci yaşayan varlığa dönüşüyor.

Düşünce kalıpları içinde düşünme eylemi gerçekleştirmek, insanı tekerlek içinde koşan fareye benzetiyor. Zaman ve diğer kaynakları harcama yönünden düşünen insana benzeyen ama mesafe kat etmemesi yönüyle de sorgulamayana benziyor. Düşünme ve düşünmeme arasında kalan, düşündüğü halde yol kat edemediği zaman duygularının onu engellediği yönünde tüm yükü duygulara atan insan grubunun nüfusu hiç de azımsanacak ölçüde değil.

Ancak Tutunamayanlar romanının başkarakteri Selim Işık ya da ‘Tehlikeli Oyunlar’ ın Hikmet’i kalıpların içinde değil bu kalıpların kıyılarında düşünen insanlar olarak yaşıyorlar. Hem hayatlarının kıyılarındaki çelişkileri görerek hem de onları içselleştirmekten korkarak incecik bir çizginin üzerinde… Bu iki karakterin de hayatının intiharla bitmesinin nedeni belki de hayatı aşırı içselleştirmekten kaçıp yalnızlığa tutulmuş olmak. Çünkü birçok insan bir şekilde kendilerini yaşam kalıpları içinde buluveriyor ve kalıbın içine girdikten sonra akvaryumdaki balık misali orada olduklarına dair farkındalıklarını bile yitiriyorlar.

Bir de düşünmekten ve farklı olmaktan dili yanmış karakterler var hayatta. Bu karakterler düşünce kalıplarının kıyılarında yürümüş ama bu yalnızlığın yarattığı sıkıntıyı kaldıramamış, eskiden oldukları sorgulayan ve farklı biçimlerde düşünen kişi olmaktan kurtulmak için daha fazla ezberci, daha fazla taklitçi hale gelmişler. Bu karakterin en çarpıcı örneklerinden biri Woody Allen’in yarattığı Leonard Zelig karakteri. Bu karakter farklı düşündüğü için toplumda ötekileştirilmekten yorulmuş ve bu onda karşısındaki kişi her kimse o kişinin aynısı olduğu bir hastalığa dönüşmüş. Bu yüzden Zelig kiminle konuşuyorsa bir anda onunla aynı meslekten oluveriyor. Hatta kendisini tedavi etmeye çalışan doktorla bile! Filmin türü komedi diye kabul ediliyor ama film komedi olduğu kadar trajik de. Çünkü kendi olamayacağını anlamanın trajik boyutu belli ki bu karakteri gülünçleştiren! Hem Zelig’in oyununu daha küçük rollerle oynamıyor muyuz birçoğumuz hem de gizleyerek ve daha planlı? Pink Floyd hayranı ile Pink Floyd’çu, filmkolikle filmkolik, dünyaya tepkili olanla tepkili oluveriyoruz anında. Önemli olan kısa bir süre için dönüştüğümüz yeni ‘biz’in iyi ya da kötü olması değil, önemli olan bir başkasının düşünerek vardığı sonuçları anında her yönüyle kendimizin sanmamız…

Bu yüzdendir ki birçoğumuz başkalarının ezberleri içinde fikir yürütme mücadelesi verirken kimimiz de Leonard Zelig gibi tamamen kolaya kaçıp, her durumda karşımızdaki kişi haline geliyoruz. Kimimiz de Oğuz Atay’ın Selim Işık’ı ya da Hikmet Benol’u gibi başka bir çizgide yürüyüp erken yoruluyoruz. Kimimiz ise her ikisi olmaktan da korkup kendimize sınırlarında rahatça düşünebileceğimiz ezberler yaratıyoruz.

Kaynak: Elif’ Sudagezer, 27 Şubat 2009