Ulaş Başar Gezgin

“Çok heyecanlı bir maç oldu” dedi birinci arkadaş. İzleyenler, izlemeyenlere anlatıyordu.

“Alman-Yunan Düşünürler Maçı’ndan sözediyorum. Gerçi, Fransız-Arap Düşünürler Maçı’nın daha ilginç olduğu duydum, ama onu izleyemedim. Çinli-Hintli düşünürlerin maçı da daha sonra oynanacak; sonra, diğer takımların da katılımıyla, yenenler, kendi aralarında eşleşecek. (Ya da eşleşecekti.) En güçlü felsefe kiminkiymiş böylece göreceğiz. (Ya da görecektik.) Ne diyordum? Hah, izlediğim maçı anlatıyordum size. Alman-Yunan Düşünürler Maçı’nda, bir tarafta Hegel, Nietzsche, Wittgenstein ve Leibniz; bir tarafta Aristo, Plato, Sokrates ve Arşimed vardı. Almanlar, beyefendi giysileriyle; Yunanlılar, başlarında zeytin taçlarla, üstlerinde geleneksel giysileriyle katılmışlardı maça. Maç başlayınca, topa dokunan olmadı. Hepsini aldı bir düşünce. Almanlar’ın elleri çenelerindeydi, bir biraraya geliyor bir de ayrılıyorlardı. Yunanlı oyuncular da aynısını yapıyordu. Böyle bir süre geçtikten sonra, Arşimed, birden “Evraka!” diye bağırarak topa vurdu; Yunanlılar, hızlı bir atakla gol attılar. Hegel, golün gerçekliğini sorguladı; Nietzsche’yse sarı kart yedi. Taze kan arayan Alman teknik adamlar, oyuncu değişikliğine gittiler. Ne başladıysa böyle başladı: Wittgenstein çıktı, Marx girdi.

Marx’ın oyuna girmesinden kısa bir süre sonra, Nietzsche’nin can sıkıntısından vurduğu top, gol oldu. Hegel, bu golü Alman takımı attığı için, bu sefer, golün gerçekliğini sorgulamadı. Marx ise, sahada, elinde bir kalemle, tarih yazmak ve tarih yapmak arasındaki farkı düşünüyordu. Gol olunca, hakeme sordu: “Bu gol, burjuvaziye mi proleteryaya mı atıldı?” Hakem, “bu gol, Yunanistan’a atıldı” diye yanıtlayınca, Marx, “gol atan da gol yiyen de burjuva” dedi. Yunan ve Alman takımlarındaki düşünürlere baktı; içlerinden, ezilenlerin felsefesini yapan bir insan evladı bile bulamadı. Ayrıca, milli bir takımda oynamak istemiyordu. “Dünyanın tüm ezilenleri birleşin” diyerek, tribünlerin kapılarını açtı; birçok işçi, köylü ve köle, Alman ve Yunan takımlarına karşı oynamak için, Marx’ın kaptanlığındaki takıma katıldı. Karşılarında işçileri, köylüleri ve köleleri gören Alman ve Yunan düşünür takımı, düşünmeyi bırakıp oynamaya başladılar; çünkü gördüler ki, ezilenler kazanırsa, ezilenleri görmeyen felsefeleri de, ezenlerin düşünürleri olarak tüm ayrıcalıkları da suya düşecek. İşte dişe diş, göze göz maç, bu noktada başladı. Ezilenlerin varlığı, ezenlerin düşünürlerini gerçekçi olmak zorunda bıraktı.

17. dakikada sahaya inen seyirciler, proleterler gol yemesinler diye, proleter takımının kalesini söktüler ve binlerce emekçi, burjuvaların kalesini doldurdu; burjuva kalesinin ağları, bu kadar emekçiyi bir arada görmeye dayanamayarak yırtıldı. Bunu Marx’a sormaya gerek yoktu. Bu, burjuva kalesine atılmış en büyük goldü; ama hakem, golü saymadı; yok efendim, Marx, ofsayta düşmüşmüş. 23. dakikada, kimi yabancı oyuncular, sarı kart gördü. 55. dakikada, iki takımdaki Rum ve Ermeni oyuncular, sahadan uzaklaştırıldı. 60. dakikada, burjuvazi, kendi kalesine gol attı; ama hakem, golü saymadı. 68. dakikada, proleterlerin şutu, direkten döndü. 71. dakikada, burjuvaların kalecisi, kalesine doğru roket gibi gelen topu son anda kurtardı. 75. dakikada, burjuvaların daha önce sarı kart görmüş Amerikan oyuncuları, Vietnamlı oyunculara yaptıkları faul nedeniyle, bir sarı kart daha görerek sahadan atıldılar. 80. dakikada ise, proleter takımındaki bir oyuncu (Sokak Çalgıcıları Sendikası başkanı olanı), “suçu saz çalmak” olduğu için, kırmızı kartla oyundan uzaklaştırıldı. 89. dakikada, tribünün duvarını yıkan burjuvalar, maçı, tribünden değil saha kenarından izlemeye başladılar. O zamandan beri, onları, kimse, oradan uzaklaştıramadı.

Burjuvalarla proleterlerin maçı, çekişmeli olsa da 0-0 bitti. Uzatmalara gidilecekken, Marx, kazananı belirlemek için, oylama yapılmasını önerdi; ama toplum içinde bir azınlık olan burjuvalar, demokrasiye karşı çıktılar; askeri darbe düzenleyip işçileri sahanın dışına, tribünlere geri oturttular. Orta hakemi general, yan hakemleri imam ve rahip yaptılar. Stadyumun her yanına da şöyle yazdılar: “En iyi işçi, seyirci olan işçidir.”

Soyunma odasında ısınan proleterler, Marx’ın imdadına yetişti. Darbenin kovalayıp seyircileştirdiklerinin yerine, bu idmanlı proleterler geçti. Uzatmalar başladı başlayacaktı; ama proleterlerin bu koşullarda kazanması, daha en başından bile, olanaksız görünüyordu. General olan orta hakem ve din adamı olan yan hakemler, biraraya gelip maçın kurallarını değiştirdiler; burjuvaların kalesini küçültüp proleterlerin kalesini büyüttüler. Ayrıca, burjuvaların her golü, beş gol yerine geçecekti. Proleterler, bu konuda ikiye ayrıldı: Kimisi, “bu koşulları kabul etmeyelim, maça kendi kurallarımızı koyalım; kabul etmiyorlarsa, maçı boykot edelim; gollerimizi gizli gizli atalım” diyordu. Diğerleri ise, “sahayı onlara bırakırsak, onlara herşeyi bırakmış oluruz; biz gidersek, burjuvalar, bizimle maç yapmak yerine, kendi aralarında maç yapar; böyle olursa, insanlar, asıl maçın bizimle burjuvalar arasında değil, burjuvaların kendi aralarında olduğunu sanır. Üstelik, bu durumda, burjuva amigolar, tribünlerdeki binlerce emekçi kardeşimizi kolaylıkla kandırabilir” diyordu. Aralarında anlaşamadılar ve kimisi maçı boykot etti, kimisi “maça devam” dedi.

Burjuva-proleter maçının 1. dakikasında, işçilerin binyıllık emeklerini vererek kurdukları, yeraltından uzaya dek uzanan orak-çekiç heykelinin yıkıldığı haberi geldi. Burjuvalar, bunu fırsat bilip proleter takımına gol attı; gol, beş gol yerine geçti. Maçın 18. dakikasında, burjuvaların kimilerinin iflas ettiği haberi geldi. Moral bozukluğu içindeki burjuvalar, özellikle Fransız ve Güney Amerikalı yıldız oyuncuların yürüttüğü ataklarla, kalelerinde beş gol birden gördüler. Proleterlerin attığı beş gole sinirlenen general hakem, oyunu durdurarak, skoru yazanlara düzeltme yapmaları için haykırdı: “Bu saha da top da tribün de hatta benim düdüğüm de, burjuvaların malıdır. O halde, burjuvaların attığı gol de yediği gol de burjuvaların hanesine yazılmalıdır. Skoru düzeltin! 5-5 değil 10-0.” Skor düzeltildi; şaşkınlık içindeki proleterleri, yan hakemlik yapan imam ve rahip yatıştırmaya çalıştı: “Üzülmeyin, evet, bu maçta attığınız goller size sayılmıyor; ama öbür dünyada, tüm goller sizin hanenize yazılacak.” Bu açıklama, kimi proleterleri rahatlattı.”

Maçı izlemiş olan diğer bir arkadaş söz aldı: “Hah, bu konuyu açmışken, ben de, atladığın bir gelişmeyi aktarayım. Sen herhalde önemsiz bulduğun için anlatmadın bunu; ama başkaları, önemli bulabilir. Marx’ın, proleter takımını kurarken, aklından geçirdiği bir düşünce daha vardı: “Bir de, materyalist düşünürlerden bir takım kurayım.” Öyle de yaptı; materyalist düşünür takımıyla idealist düşünür takımı arasında, kimi maçlar yapıldı; ama bunların hiçbirisi, burjuvalarla proleterlerin maçı kadar heyecanlı olmadı. Yine de, bu materyalist-idealist takımlarının etkisiyle olsa gerek; idealistler, kendilerini materyalistlerden ayırt etmek için, kafalarına bir başlık geçirmeye başladılar. Materyalistler, şapka takarken; idealistler, başlık takıyordu. Bu “şapka mı başlık mı” kavgası, proleterleri de burjuvaları da ikiye böldü. Örneğin, 98. dakikada, başlıklılarla şapkalılar birbirine girdi. Bunu da ben eklemiş olayım, maçı izlememiş arkadaşlar için. Bir de, 101. dakikada, burjuvaların kendi aralarında, başlık-şapka kavgasına benzer bir zıtlaşma da oldu. Onu da analım ki tamam olsun.”

Dinleyen arkadaşlardan biri meraklıydı: “Peki maç, kaç kaç bitti? Sonunda ne oldu?”

“Maç bitmedi. Sürekli olarak uzatmalar oynanıyor. Kimisi, “proleterler, general olan orta hakemi alt edip, yerine Hakemler Sendikası başkanını atamazsa, bu maç, böyle çok sürer” diyor. Fakat size bunu neden anlattım, ona geleyim: Burjuva-proleter maçının her hafta oynanan uzatmalarında, burjuva takımı, hep aynı oyunculardan oluşuyor; proleter takımında ise, herkes, burjuvalarla çarpışmayı öğrensin diye, her hafta başka oyuncular oynatılıyor. Spor yorumcularına göre, proleter takımının sürekli olarak uzatmaları oynamak istemesi, tüm proleterleri maçta oynatarak, onları, hakemin değiştirileceği o büyük güne hazırlama çabasından ileri geliyor. Proleter takımının oyuncuları her hafta değişse de, takım kaptanı değişmiyor: Marx. Çok yaşlı olsa da; burjuvalar, onu, her hafta, hacı sakalından çekiştirse de; ona “yaşlısın; emekliye ayrıl artık; biz sana para verelim; bu takımı bırak; gel bizim takımda oyna; gollerini bize değil karşı takıma at” deseler de, yeşil sahaların bu kramponsuz, yalınayaklı solaçığı, ataklarını sürdürüyor.

Bu haftaki uzatmalarda oynamak ister misiniz dostlar? Size bunları boşa anlatmıyorum. Desteğiniz gerekiyor; çünkü en iyi işçi, sahaya inen işçidir…” (*)

(*) Bu öykünün ilk bölümcesinde geçen Alman-Yunan Düşünürler Maçı, Monty Python adlı İngiliz topluluğun ‘International Philosophy: Germany vs Greece’ adlı kısa güldürüsünden alınma. Bu güldürü, “düşünürler maç yapsa ne olurdu?” gibi yalın ve güzel bir düşünce üstüne kurulu. Ama bu, işlenmemiş bir güldürü. Örneğin, yedek oyuncu olarak Marx giriyor; ama hiç bir etkisi yok. Monty Python’un zayıflığı, gönderme yapmayan, düz bir güldürü biçimine sahip olmasından ileri geliyor. Bu öykü, bu düz güldürüye, Aziz Nesin’in memleketinden bir yazarın yanıtı olarak değerlendirilebilir. Monty güldürüsüyle, bu öykü arasındaki farklar, Aziz Nesin’in neden büyük bir gülmece yazarı olduğunu bir kez daha gösteriyor: Monty, içinde Marx geçen bir güldürüde bile gönderme yapmıyor; yüzeysel kalıyor. Aziz Nesin ise, sinekten yağ çıkarırcasına, küçücük bir ayrıntıdan bile taşlama çıkarabiliyor. Aziz Nesin’in izindeyiz…

Kaynak: UlaşTeori, 10 Haziran 2010, Ho Çi Min Kenti, Vietnam
Ayrıca: Red Dergisi, sayı 44 (Mayıs 2010), s.31.