«Peşini bıraksaydım Ahmet’in raporu uyutulacaktı»
Köyün öğretmeni ile gidecektik Değirmenkaşı’na. Ahmet öğretmen aynı zamanda bacanaktı Ahmet Deveci’nin babası ile. Ne ki öğretmen “lokal”de oyunun başından bir türlü kalkamıyordu.
Öğretmenler Kırşehir’de de dertliydiler. Kıyım işlemleri sürdürülüyordu. Baskılar yoğundu. Eğitim Enstitüsü ile Öğretmen lisesi MC’nin üssü durumuna getirilmişti. İlericiler, demokratlar bu okullarda çok zor durumdaydılar. Geçtiğimiz ders yılında 92 öğrenci Öğretmen Lisesinden, 32 öğrenci de Eğitim Enstitüsünden uzaklaştırılmıştı.
Kırşehir Valisi, Demokratik Gençlik Derneğini, Halkçı Gençlik Derneğini, Halkevleri Kırşehir Şubesini “faaliyetten men” etmişti. Hepsinin gerekçesi aynı, bildiri dağıtmak, sol yayın bulundurmak!..
Köy muhtarları da zaman zaman karakola çağırılıyor, öğretmenlerin “Sol faaliyet”lerine ilişkin bilgi isteniyordu. Kışla köyü muhtarı Hakkı Öztürk’ten de sorulmuştu, köy öğretmeni Durmuş’un durumu. Öztürk, tersine öğretmeni överek imzalamıştı ifade tutanağını.
Ahmet öğretmenin oyunu bitmeyecekti. Haber saldı sonunda:
“Köyde beni sevmiyorlar. Birlikte gitmemizin bir yararı olmaz!”
Görünen köy kılavuz istemezdi. O nedenle inanmamak için sebep yoktu! Ancak köyün dolmuşunu da kaçırmıştık. 35 km idi köyle kent arası. Günde tek sefer yapılıyordu. Özel bir taşıtla yollanmak zorunda kaldık. Üzeyir Yılmaz, Ali Baktır’’la birlikte.
Milyon Yağmuru
Hasat ayı. Değirmenkaşı köylüleri tarlalarda. Çoluk çocuk, kadın erkek ter döküyor güneş altında. 200 evli. 1500 nüfuslu köy sessiz, ıssız. Köy okulunda yedi öğretmen var, hiç biri yok. Öğrenciler üretimde… Kahvede üç beş kişi yorgun, argın, yanık. Yüzleri pul pul, kırış kırış, gözleri göz çukurlarında yitik, bulanık. Kavruk toprak kül olmuş, toz olmuş savruluyor bir kıpırtıda.
Kahvede sinekler uçuşuyor. Duvarlarında banka afişleri çarşaf çarşaf. Ne de alımlı sözler var: “Sürü otlakta para bankada ürer.” “İşte bir defada … milyon!”, “Almanya’dan gelecek paralarınız için … Bankası.”, “Köylü vatandaşlar için … liralık özel çekiliş!”
Kasabalarda, kentlerde aradığım adresler yerine hep banka tabelâları çıkardı karşıma iri iri, boy boy. Köylerde de onlar…
Kahveciye sordum:
“Bu köyden bankada parası olanlar var mı?”
“Kati olaraktan bilmiyorum!” dedi. “Lâkin mahsul sonrası üç beş kuruş yatıranlar olabilir. Bir de Alamanya içileri…”
“Banka kredisi ile iş yapanlar?”
“Yok öyle kimse? Hangi işi yapacak fukaralar? Fabrika mı, han mı, apartman mı? Yurtiçi, yurt dışı böyük ticaret mi?..”
Aynı örnek birkaç ayrı “reklam” daha vardı:
“Büyük Hac seferleri. Mekke’de Kâbe-i Muazzamaya en yakın yerde… Mina’da şeytan taşlama yerine yüz metre mesafede!”
“Ya bunlar?” dedim.
Bir delikanlı karşılık verdi:
“Onlar da öldükten sonra cennete gitmek İçin!..”
Her iki dünyası da düşünülmüştü köylülerin. Bu dünya için bankalar, öbür dünya için “Hac seferleri!”
Ancak bu köyün yükseköğrenimde okuyan bir insanı vardı Ahmet Deveci. Devrimci düşünce taşıdığından dolayı siyasal cinayetlerin kurbanı olmuştu, öldürülmüştü!..
“Ahmet Deveci’nin evi nerede?”
Dışarı çıkarak parmağı ile gösterdi genç:
“Şorada!” dedi.
“Babası evde mi?”
“Tarlada olur!”
Tarlada çalışarak okumuştu Ahmet. Yüzü yanık, eli nasırlı dönmüştü okuluna her ders yılı başında. Tam on üç yıl okumuştu, yazları ter dökmüştü tarlalarda, kışları soğuk bir odada ellerine üfleyerek ders ezberlemişti. Köyden getirdiği yağsız peyniri yavan ekmeği yiyerek, tam on üç yıl savaşmıştı!..
Safa geldiniz kardaşlar

Uzun boylu bir köy delikanlısı. Ali Baktır öğretmenin ellerine sarıldı:
“Hoş geldin öğretmenim!” dedi.
Kırşehir Ticaret Lisesinde öğrenciymiş, ikinci sınıfta. Tarihten bütünlemeli, birinci sınıftan da gene tarihten sorumlu! Dersin öğretmeni de Ali Baktır! Öğrenci için de bizler için de iyi bir raslantı olmuştu!.,
“Hele sen bizi Ahmet Deveci’nin evine götür!” dedik.
Kerpiç evler bomboştu. Küçük çocuklar vardı başlarında sinekler uçuşan. Beli bükük yaşlılar duvar diplerinde. Ahmet Deveci’nin de evi boştu, kapısı kilitli… Az sonra bir genç kadın geldi tez adımlarla. Kilitli kapıyı açtı:
“Buyurun kardaşlar!” dedi.
Dört yanı peykeli, sergili serin bir oda. Taban beton. Minder üstünde yastıklara dal verdik. Genç kadın nasıl davranacağını bilemiyordu. Sıcak konukseverlik duygusu içinde fır dönüyordu. Kimlerdik, niçin gelmiştik bilmiyordu? Kimliğimiz önemli değildi. Tanrı konuklarıydık!..
“Ahmet Deveci’nin anası!” dedi öğrenci, “İfakat teyze!..”
İfakat, yoğurt çalkaması sundu. İkiledik, üçledik bardaklarımızı.
“İsmail amca nerede?”
Deveci’nin babasıydı sorulan.
“Tarlada. Haber saldım, gelecek!” dedi. “Konukları duyarsa geç kalmaz, işini bırakır gelir!”
Babasından önce Fatma geldi. Yükseköğrenim yapıyordu Fatma bir kentimizde. Köyde, kardeşinden sonra yükseköğrenime giden ikinci kişi ve tek kızdı. Ağabeyinin yerini boş bırakmamıştı. Zekiydi, çalışkandı. Öğretmenleri anlatmakla bitirememişlerdi Kırşehir’de.
Fatma ağabeyini anlattı uzun uzun. Alçak gönüllüydü. Kinci değildi. Peynir ekmek yer gibi kitap okurdu. Toplumsal konularda ‘yeterli bilgisi vardı. Bildiklerini köylülere, köylü gençlere de anlatırdı. Çevresini uyarmak, aydınlatmak isterdi her zaman. Sanatı severdi, özellikle halk türkülerine karşı büyük bir tutkusu vardı. Türküler dolusu teyp bantlarını bir baştan öbür başa dinlerdi her seferinde…
Fatma’nın okumasında, yükseköğrenime başlamasında Ahmet’in büyük etkisi vardı. Babasını, anasını da o uyarmıştı, inandırmıştı. Değilse okutmak istemeyeceklerdi. Ölümünden üç ay önce Fatma’ya yazdığı mektupta, üniversite sınavlarına yüzde yüz girmesini istiyordu:
“Kardeşim Fatma… Sakın sınavlarını kaçırma. Çok iyi hazırlan. Tıp Fakültesine girmeye çalış… Büyük kentlerin kalabalığı se ni ürkütmesin. İlerde çok iyi arkadaşların olacaktır. İyi arkadaşlar edin. Bütün arkadaşlarından sevgiyi, saygıyı esirgeme… Köyden, Kırşehir’den ayrılmak ilk ağızda seni üzebilir. Şunu unutma ki ülkesini, ülkesinin insanlarını, dünya insanlarını sevenler, nerede yaşarlarsa orası onlara memleket sayılır. Yeter ki kardeşliği bozan insan kılığındaki hayvanlar olmasın!..”
Gavura köle olmak istemedim

Orta yaşlı adam selam verdi. El sıkıştı teker teker:
“Gelişinizi öğrendim, çok sevindim.” dedi, “Unutulmuştuk. Soran eden olmadı. Bu giden bir candı, bir gençti, bir yiğitti. Niye gitti, niçin gitti, sonuç ne oldu?.. Sorulması gerekmez miydi? Gücü olanın, arkası olanın, sesi olanın borusu öter. Bizler kalırız kıyıda köşede. Olay sırasında bir gürültü patırdı, sonra da unutmak, unutulmak zor geliyor!..”
Yanımıza varmadan öğrenmişti niçin geldiğimizi!
Ahmet Deveci’nin nesiydi bu adam? Babası, amcası, dayısı mı, yoksa büyük kardeşi miydi? Ne kendisi söyledi, ne de birisi tanıttı.
“Babasıyım”, dedi, “1933 doğumluyum. Alamanya olmasaydı daha genç kalabilirdim… Dört yıl çalıştım Alamanya’da. 1970’te gittim, 1974’te döndüm. İnşaat işlerinde çalışırdım…”
“Niye döndün?”
“Gâvura köle olmak istemedim. Para veriyor ama insanın iliğini de kurutuyor. Onurunu çiğniyor, peş paralık ediyor adamı. Kendi kendime düşündüm, Dedim İsmail, sen bu gücünü öz ülkende harcasan. aç mı kalırsın? Tutacak bir işi, sürecek bir avuç toprağı olmayanlar için bir sey diyemem. Onlar bir lokma ekmek için attılar canlarını buraya. Ya sen İsmail, ya sen? Babadan kalma üç-beş dönümlük toprağın var. O toprağı hakkıyle işlersen aç mı kalırsın İsmail? dedim. Aldım bir traktör döndüm ülkeme…”
“Şimdi işleriniz iyi mi?”
“İyi sayılır. Daha da iyiye götüreceğim. İş insanın düşmanıdır. Geri durdun mu altında kalırsın. Onun üstüne üstüne gideceksin. Her konuda bu böyledir. Hiç bir zaman korkma, çekilme yok. Sözgelimi Ahmet’in raporu… Eğer peşini bıraksaydım, uyutulacaktı… Haydutlar gün öğle zamanı oğlumu caddenin ortasında döverek öldürdüler. Değnekle, muştayla, tekmeyle öldürdüler. Sonra da doktor efendi rapor yazıyor, diyor ki. “Kalbinin sıkışmasından ölmüş!..”
“Olur mu öyle şey?”
“Bu memlekette neler olmuyor ki o olmasın!..”
Karısına seslendi:
“İfakat, yemek hazırla, çay hazırla!..”
Uzun İş
Sigarasını yaktı:
“Yaz tatilinde gelmişti. Bazı bazı şehre inerdi. Komando mu diyorlar ne karın ağrıları… Çocuğuma onlar musallat olmuşlardı. Belâ gezerlerdi peşinde. Ahmet bana anlatmazdı. Sonradan duydum hepsini bir bir…”
“Rapor konusu ne oldu?”
“Baştan mı anlatayım?”
“Anlat!..”
“Geçen yıl bu zamanlardı, bundan on beş gün sonra… Tarlada çalışıyordum. Bacanağım geldi. Yüzü asıktı, ‘Ahmet yaralı’ dedi, ‘Kırşehir’e gideceğiz!’ dedi. Vurulmuşa döndüm. Şehire nasıl can attığımı bilemem. Hastanenin önü bir mahşer. En azından var beş bin kişi… Bana bakan gözlerden anladım ki Ahmet gitmiş!.. Gözyaşlarımla yanımda gördüğüm efendi kılıklı birine dert yandım. Dedim beyim bu ne zulumdur. Benim çocuğumun suçu neydi, niye öldürdüler, niçin öldürdüler, helebir anlat baban hayrına, anlat da dinleyem?”
Ayaklarını altına çekti İsmail. Biri sönmeden öbür sigarasını yaktı. Avuçları nasır bağlamıştı:
“Efendime söyleyem, adam hınk mınk etti. Söylediklerinden bir şey anlamadım. Benim onunla konuştuğumu görenler, kolumdan çektiler, ‘Sen o adamı tanıyor musun?’ dediler. ‘Ahmet’in ölüm olayına onun iki oğlu da karışmıştır…’ Nice ki bu sözü duydum, kafamın tası attı! Herkesi nasıl bilirsin, kendin gibi?..”
Öğrenci olaylarına ilişkin görüşlerini açıklayan İsmail Deveci, «Okuyan çocuklarımız gidişatı anlıyorlar. 0 yüzden bu çocuklardan korkanlar var» dedi
«Ben öz evlâdımı bilmez miyim?. En küçük bir anarşikliği yoktu. Ama haksızlığa dayanamazdı. Bilmediğimiz pek çok şeyi bize anlatır, zihinlerimizi açardı.»
Ahmet Deveci’nin yakınları birer ikişer odaya toplanıyorlardı. Yorgundular, sessizdiler, oturdukları yerde. İsmail anlatırken arada bir, bir yanardağ gibi patlıyordu her biri bir yerden. Kimler öldürtmüştü Ahmet’i? Caniler nerdeydi? Neden toplanmıyorlardı bir bir, neden hesap sorulmuyordu? Kimlerdi onların sırtını sıvazlayanlar?..
İsmail onları susturuyor, sakince sürdürüyordu konuşmasını:
«Haydutlar öğle zamanı oğlumu cadde ortasında döverek öldürdüler. Değnekle, muştayla, tekmeyle… Sonra da doktor efendi, Kalbinin sıkışmasından ölmüş” diye rapor yazıyor»
“Sonra efendime söyleyem, çocuğun cenazesini vermediler, ‘El ayak çekildikten sonra götürürsün.’ dediler. Bir baktım hastanenin önünde polisler halkı copluyor. Öğretmen Kemal Köksal’ın kızını saçlarından sürüklüyorlar! Babası kızının üstüne attı kendini. Bu sefer aldılar onu ele, yer misin, yemez misin? Öğretmen yüzükoyun baygın kaldı verde…”
Çok ayrıntılı anlatıyordu:
“Raporu o zaman öğrenmiş miydin?”
“Gece öğrendim. Saat 24’te savcıyı yatağından kaldırdım. Dilekçemde yeniden oğlumun muayenesini istedim. Gece saat iki sıralarında emniyet müdürü ile komiser beni buldular, ‘Araba hazır, cenazeyi götüreceksin!’ dediler. Dedim götürmeyeceğim. Yeniden muayenesini istedim. Zorladılar. Baktılar faydasız. Küserek ayrıldılar!..”
Adli Tıb raporunda, Ahmet’in başına vurularak öldürüldüğü saptanmıştı
“İkinci rapor?..”
“O daha ortalarda yok. Çocuktan bir parça et alıp Adlî Tıb’ba yolladılar itirazım üstüne. Gelen yazıda, ‘parça üstünde ölüm sebebi anlaşılamamıştır.’ denmişti. Buna da karşı çıktım. Filmlerini, dosyasını, bilûmum evraklarının incelenmesini istedim. İkinci sefer yolladılar Adlî Tıb’ba. İşte o zaman durum meydana çıktı. Başına vurulan bir aletle öldürüldüğü saptanmıştı!..”
‘Tutuklu sanık var mı?”
‘Tutuksuz yargılanan dört kişi var Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesinde.”
İsmail Deveci, öğrenci olaylarına ilişkin görüşlerini de açıkladı:
“Biz köylüyüz. Gazetemiz yok. Haberleri radyodan izleriz yalan yanlış. Onu da yeterince anlayamayız. Ama olanı biteni sezinleriz. Okuyan çocuklarımız gidişatı anlıyorlar. Biz de onların anlaması için okuturuz. İyi ile kötüyü, akla karayı sezdiler mi, haksızlığı gördüler mi, dayanamıyorlar. Öne çıkıyorlar. O yüzden bu çocuklardan korkanlar, onları hasım belleyenler öldürtüyorlar. Ortada bir sebep yokken bu çocuklar neden canlarını ateşe atarlar? Bunlar deli değildir, akılsız hiç birisi değildir. Çünkü sınav vererek en yüksek okula gidiyorlar, binlercenin içinden seçilip gidiyorlar. Hepsi de aklı başında babayiğit delikanlılar. Ben kendi oğlumdan pay biçerim. Karşımda gelin gibi dururdu. Köylülerin arasında da gelin gibiydi. Bir de anarşik diye çıkarmışlar. Ahmet’ten anarşik mi olur yahu? Ben öz evlâdımı bilmez miyim? En küçük bir anarşikliği yoktu. Ama haksızlığa dayanamazdı. Hele işçi, fakir fukara meselesine gelende hiç dayanamazdı.
“Bilmediğim çok bilgileri Ahmet’ten öğrendim. Tatlı tatlı anlatarak bir güzel zihnimizi açıyordu. Köylülere sor onlar da benim gibi diyecekler… Öyleyse bu çocukları niye öldürtüyorlar? Demek işin içinde iş var?
“Demek korkuyorlar, demek onlardan korkanlar var. Ama onlar pusuda, maşaları ortada… Yazık yazık, çok yazık… Vahşi hayvanlar bile kendi yavrularını yemezler! Ben şimdi kendi çocuklarımı düşünüyorum…”
“Okutuyor musun?”
“Okutuyorum, okutacağım. Ben cahil kaldım, çocuklarım kalmasın istiyorum. Malımı mülkümü de onların yoluna koydum. Lâkin…”
“Nerede okuyorlar?”
“Fatma kızımı söyledim. Nerede okuduğunu yazma!.. Cahit oğlum lise ikinci sınıftaydı. Ahmet’in öldürülmesinden sonra okulu temelli terk etti. Zekeriya ortaokul üçüncü sınıfta. Mustafa İlkokul üçte. Ünal en küçükleri, beş yaşında…”
Akşam olmuştu. Sofra donatıldı. Yağı, yoğurdu, yumurtası, peyniri, ekmeği, sebzesi, meyvesi ile her nesne öz ürünüydü İsmail’in, toprakla, güneşle güreşerek üretmişti Deveci ailesi çoluk çocuk. Hepsinde ellerinin emeği, gözlerinin nuru vardı ayrı ayrı.
Verimli bir köydü Değirmenkaşı. Köylünün geçim kaynağı pancar, buğday. Meyvenin de, sebzenin de her çeşidi yetişiyordu.
Ancak pazar yok, pazarlama yok olduğundan meyvecilik, sebzecilik amatörce bir uğraştı. Ev ihtiyacından fazlasına gerek duyulmuyordu.
İkisini de severiz
Bizi Kırşehir’e götürecek arabanın gelmesini bekliyorduk köy kahvesinde.
Atatürk’le Menderes’in resimleri yanyanaydı. Ecevit de Atatürk’le birlikte camlı bir çerçeve içine özenle yerleştirilmişti.
“Hangi partidensin?” diye sordum kahveciye.
“Halk Partiliyim.”
Menderes’e baktığımı gördü:
“Biz köylüler ikisini de severiz.” dedi, “Menderes’i de Ecevit’i de…”
Akşam işinden dönen köylüler sardı çevremizi. Sessizdiler.
”Niye konuşmuyorsunuz?” dedim.
“Konuşmak yasak, konuşmak tehlikeli!” dedi birisi.
“Neden?”
“Nedeni var mı? Doğru konuşanı dokuz köyden sürmüyorlar artık. Ya mahpusa atıyorlar, ya da öldürüyorlar!..”
Ötekiler de onayladılar:
“Aha bizim Ahmet elimizin cocuğu. Melaike gibiydi. İçimizden çıktı, okudu, gözü açıldı. Öldürdüler…”
“Ahmet’in suçu Halk Partili olmasıydı!..”
“Daha ilerisinden olursa kime ne? Biz izinle mi parti seçeceğiz?”
“Yalanı dolanı söyledin mi. hırsızlığı söyledin mi!.”
Gene sustular. Gözler bizlerin üstüne çevrikti. Bekçi Kadir sandalyesini ortaya çekti. Kafayı iyice bulmuşa benziyordu:
“Siz susun!” dedi. “Ben bağlı olmayarak huzura çıktım. Açık olarak duruşmaya devam edeceğim. Ben Ecevit’çiyim. Var mı yan bakan?..”
“Sen memursun, politika yapamazsın!” diyerek takıldı bir köylü.
Kadir karşı çıktı:
“Ben Değirmenkaşı köyü hükümetinin memuruyum, MC’nin değil, anladın mı? Eğer bilsem ki MC’nin memuruyum, bussat istifa çekerim!.. Hiç kimseden korkum yok!..”
”Bravo!” dediler, alkışladılar.
“Benim korkum da yok, kaybedecek bir servetim de…” diye sürdürdü Kadir, “Bir ineğim vardı, o da borca gitti. Dokuz çocuğun boğazı üstümde. Büyükleri kız, ırgatlık edemez, gurbete gidemezler, öbürleri de bebe! Hepsi elime bakar!..”
“Rakıya vermesen de o çocuklara yedirsen olmaz mı?” dedi birkaçı.
“Kafamı düzeltmek için içiyorum arkadaş!” diyerek karşılık verdi. “Bu bozuk düzende insanın kafası da bozuk oluyor. En azından birini düzeltmezsem yaşayamam! Düzenin yükü üstümde ağır, onu diizeltemeyeceğime göre ben de ber akşam kafamı düzeltiyorum…”
“Bu gidişatı iyi görmüyor musun Kadir efendi?” diye takıldı bir genç.
Kadir bir kahkaha attı:
“Gidişatı çok gözel görüyorum. çok! Hiç bir vukuat yoktur komutanım. Böyüklerimize nazar boncuğu asacağım!..” dedi.
Araba geldi. Gece epeyce geçmişti.
“Güle güle!” dediler peşimizden. “Bugünün yarını da var!”
“Yarın işimiz var!”
Yollandık Kırşehir’e doğru, karanlıkları yara yara motorlu taşıtın farlariyle…
Kaynak: Dursun Akçam – Kan Çiçekleri (1977)