Ulaş Başar Gezgin
Türkiye’de bir hayalet dolaşıyor, genelağda da 1,5-2 yıldır bir öykücük dolaşıyor; metnin altında bir el sanatları profesörünün imzası var. Önce birlikte okuyalım neymiş o öykü; sonra yorumlayalım:
“Olay otistik çocukların eğitildiği bir okulda geçiyor.
Musa öğretmen çocuklara Atatürk´ü anlatırken “O ölmedi içimizde yaşıyor” diyor.
Aradan bir süre geçiyor, küçük çocuğun ailesi öğretmene eskiden çok su içen çocuklarının artık su içmediğinden yakınarak, yardım talep ediyor.
Musa öğretmen çocuğa neden su içmediğini soruyor.
Çocuğun öğretmenine verdiği yanıt yeri göğü inletecek, gözyaşlarını suya-sele çevirecek bir yanıttır.
Küçük çocuk “içinde yaşattığı Atatürk boğulmasın diye su içmemektedir.” Öğrencisini gözyaşlarıyla bağrına basan Musa öğretmen;
“İstediğin kadar su içebilirsin, Atatürk çok güzel yüzme biliyordu” deyince
Hayat normale dönüyor ve küçük çocuk içinde özenle koruduğu
Atatürk´ünün yüzme bildiğini öğrenince yeniden su içmeye başlıyor.”
Olay, kuşkusuz, çarpıcı. Ama kimler için çarpıcı? Otistiklerin özelliklerini bilmeyenler ve onların mecazları anlamakta zorlandıklarından haberdar olmayanlar için. Bu metin, kendini Atatürkçü ya da Kemalist olarak gören sayfalarda paylaşılıyor. Sayfaya yazanlar, çok duygulandıklarını vb. belirtiyorlar. Demek ki, bizim, bu metni Atatürk sevgisini anlatan bir metin olarak okumamız gerekiyor. Oysa, metin, tersten de okunabilir:
– “O ölmedi içimizde yaşıyor”; ne yazık ki yalnızca içimizde yaşıyor, dışımızda yaşayamıyor artık. Eğitimdeki ve başka alanlardaki yeni uygulamalarla, artık Atatürk’ün dışımızda da yaşamasına izin vermiyorlar.
– “Çocuğun öğretmenine verdiği yanıt yeri göğü inletecek, gözyaşlarını suya-sele çevirecek bir yanıttır.” Çünkü eleştirel düşünceye düşman olan eğitim sistemi, bir otistik çocuğu bile, ezbere Atatürkçü yapmayı başarmış ve Atatürkçülük’le ilgili olarak birkaç coşkulu sözcükten başka birşey öğretmemiştir. Böyle eğitim sistemine ağlanır arkadaş.
– “Atatürk’ünün yüzme bildiğini öğrenince yeniden su içmeye başlıyor.” Ta ki çocuk, takıntılar geliştirip “ya içtiğim su, yeterince temiz değilse ve Atatürk, pis sudan hastalanırsa” diyene kadar.
Aslında, bu öykücüğe gerçekten ağlanır; çünkü eğitim sistemi, hepimizi otistik olarak yetiştirdi. Kimimiz sonra gerçek yaşamı öğrenip tedavi olduk; kimimiz, hâlâ iyileşebilmiş değil. Bu durum, Atatürkçü eğitime özgü de değil. Dogmalara dayanan tüm eğitim sistemlerinde aynı sorun var. Dinci eğitim de farklı değil. Bu öykücükte ‘Atatürk’ün yerine dini adlar koyalım; yine aynı hesap. Zaten içinde yaşadığımız Ortaçağ karanlığı, Atatürkçülük adına pompalanan dogmalardan ileri geliyor. Elinde devletin tüm aygıtları varken, öğrencileri çakma Atatürkçü yapmak yerine, eleştirel düşünceye dayalı olarak yetiştirseydin, bugün bu karanlığa mahkum olmayacaktık. Ama işine gelmedi işte; çünkü iktidarının meşru olmadığını, eleştirel düşünceyle yetişen kuşakların senin iktidarını da sorgulayacağını ve gerekirse seni alaşağı edeceğini bal gibi biliyordun.
Bu ülkede son yıllarda şu soru bile sorulmaya başlandı: “Denize Atatürk mü düşse kurtarırsın Hz. Muhammed mi?” Kürt çocuklarına yıllardır şu soruyu soruyorlar: “Atatürk’ü mü daha çok seviyorsun Apo’yu mu?” Daha böyle bir sürü soru var, içimizdeki dışımızdaki Atatürk’ü boğmakta olan. İnsanın içi dışına çıkıyor böyle durumlarda.
Bilimsel bir eğitim sisteminin kutsalı yoktur; herşey ve herkes eleştirilebilir; Atatürk de Muhammed de… Yoksa, eğitimin sıralarda, rahlelerde, kağıt-kalemlerle, tabletlerle vb. yapılması hiç farketmiyor.
(*) Metne dikkatimi çeken Orhan Yalçın Gültekin’e teşekkürler.
Kaynak: Haberajans, 17 Nisan 2012