Cüneyt Özyer
– Satıci galiyer, Satıciiiiiiii…
– Ola kimdur oğulcan!..
– Ana Cillo bağıriyer… Tam ağniyamadım ama onun sesidur. Biri galiyer diyer!…
– Sus hala, dehtduşah… (dikkat kesilerek anlamaya çalışalım)
– Pevaz galiyeeeerrrr… Pevaaaaaz… Satıci galiyerrrrr Pevaaaaz.
Anam “Pevaz galiyer herhal ki” dedi, ben koptum.
[ Üç gündür babamın -o çalışırken ruhunu okuduğum- bakışlarından gizli etkileşimlerle bana geçen el becerimi sabırla sergilediğim Pırpıramı (ahşaptan dört kanatlı, ortadan birbirine geçmeli, rüzgar gülü) yapıyordum. Yaylanın ok odununun başına çakmaya az kalmıştı. Üç gündür nasıl tatlı esiyordu rüzgar… Nasıl pırıltılıydı acı zehir yeşili yayla kıvrımlarını maviyle buluşturan ufuklar… Bulutlar!.. Nasıl yakın!.. Elinizi uzatsanız tutacak kadar başınızda… Bir o kadar da beyaz. Geceler silme yıldız… İşte o gecelerde baca aydınlığından ocağımızın baş taşına ay beyazı düşerdi… Anam başımı yorgan altında göğsüne yaslar, onun kulağı Çoban Kadir’in türkülerinde, benimki pırpıramın sesinde, birlikte ayrı-ayrı düşlere dalar giderdik. Kaç kez sormuşumdur ne düşündüğünü, yani cevabını ezbere bildiğim soruyu anneme, kimbilir kaç kez!..
– Baban na ediyer aca oğul. Etmegıni yedi mi!… Aca ağartısi var hala!.. Yorğun olur şimdi o… Çayirda tırpan sallamiştur. Çohtan yuhlamiştur belki da!.. ]
İşte böyle… Bu dalmışlığımı bozdu Pevaz. Poşa Mikayil Usta işi, –ağzına saç teli düşse kesip iki yana düşürecek kadar keskin– sapı manda boynuzundan bıçağımla kanatlarını ince-ince yonttuğum pırpıramı yarım bıraktım… Koştum.
Pevaz; kovboy filmlerinde gördüğümüze benzeyen geniş kenarlıklı eskimiş buruşuk deri fötr şapkası, kaytan bıyıkları, fötr şapkasının renginde ama daha eski deri yeleği, kendi sol, zincirinin ucu sağ cebinde duran köstekli saati ve elinde tahta bavuluyla güzel havalarda yayla-yayla gezen bir satıcıydı. Şaşortiler ona, aslında gelişini içten içe bir hasretle bekledikleri halde biraz böbürlü küçümser bir eda ile, lakabıyla Pevaz, çocuklar Satıci derdi. Asıl adı Yusuf’tu. Önceleri yayan gezerdi. Sonra bir atı oldu. Sonra bavullarını ikiledi. (Bu anlattığım gelişi, tek bavulla… Yayan.) Bavulunu -manda derisinden kendi imalatı- bir askı sistemi ile taşırdı. (Gördüğüm ilk sırt çantası, Pevaz Amcanınki idi.) Omuzlarından iki yana taşardı bavul… Hafifçe kamburunu da eklerseniz, uzaktan silueti; Raj Kapoor’un Avare’si veya John Wayne’ın Yalnız Kovboyuna benzerdi. Doğrusu ben; Pevaz adıyla, -biraz da kaytan bıyıklarının etkisiyle- Avare karakterini daha çok eşlemişimdir.
Ardahan’da dükkânlardan veresiye aldığı incik-bocuk-ayna-tarak-jiklet, kibrit v.s. ile dolu bavulunu çevresini saran çocukların merak dolu, heyecanlı bakışları arasında yaylalarımızın orta yerindeki tuz yalatma taşı üstünde açardı. Annelerimiz için en değerli eşya piska (kibrit) idi. 6-10 yaş arası, kızlı-erkekli biz cili-bili (çoluk-çocuk) takımı için o anlar, benzeri olmayan bir heyecandı. Bavul açılırken ilk gören olmak, içindekilerden daha önemli olurdu. Pevaz da bunu bilir, bavulu açma işini iyice ağırdan alır, uzattıkça uzatırdı.
Yeleğinin sağ göğüs cebinden bavulun sağ kilidinin anahtarını çıkarır, eğilir kilide takar, çevirmez, doğrulur bıyığını sıvazlar, şöööyle bir çevresine bakar, elini sol göğüs cebine atar bavulun sol kilidinin anahtarını çıkarır sol kilide takar beklerdi. Biz tuz taşının kenarlarında birbirimizin üstüne çıkar, o açılış anını kaçırmamak için kıran kırana mücadele ederken kızlar Pevaz’ı gaza getirmek için tempo tutardı…
– Kör köçti, titan uçti… İfaze bibi kaç, kaç, kaç…
Pevaz amca, Pevaz amca… Aç bavuli aç, aç, aç…
Bazı sabırsız ve huysuz kızlar, tülbentinin kunçuluyla (ucuyla) ağzını kapatır, yarım ağız ama iman-i bir (olanca hırsla) söylenirdi.
– Aşindi na nazlaniyer soyinacağın oğli!.. Açacaysan aç daha allaise.
Bavulun alt dikdörtgeni taşa yatmış dururdu… Pevaz; bir sihirbaz gibi insanların hayret ve hayranlık dolu bakışlarını üstünde toplamanın kibirli hazzını derin bir doygunlukla yaşar, iki eli iki anahtarda beklerdi… Tepişmelerimiz arasında başını saat yönünde çevirip, sınırsız, sonsuz ve koşulsuz gülen göz bebeklerimize gözleriyle tek-tek aynı soruyu sorardı.
– Deyin bakım hele, sevahil çocukları… Açam mı, ha açam mı bu tükanı?
Kızlar ve erkekler, koro halinde tek ses cevap verirdik…
– Aç Pevaz amca, aç, aç, aç…
Halâ iki eli anahtarlarda ama açmıyor bir türlü.
– Bak hele… Boşaltcanız mı tükânımı deyin bakım…
Muhabbete başlardı:
– Sen ne alcan len?
– Tarak
– Sen?
– Ayna
– Sen?
– Cinpul
– Sen?
– Artisli sakız var mi Pevaz Amca?
– Var len? Kim çıksa eyi, ha?
– Mamçakoğlu Cüneyit.
– Hadi len, hadi gidin annelerinize söyleyin… Bolca odun yollasınlar. Eyisinden haaa, yarmaça çam odunu… saz gibi olacak.
– Pevaz amca odun kolay… San aç hala bir… Bir bahah nalar var ya!
Son bir kez gözü gözlerimizde dolaştı. Bu sefer sağdan sola… Başını öne eğdi, sol elindeki anahtarı sola, sağ elindeki anahtarı sağa çevirdi bıraktı. Ortadaki tel zırzanın halkaya geçen ucunu çıkardı. Başını kaldırdı… “Pevaz’ın tükanıııı, açıldııııı” dedi ve bavulun üst kapağını bir sihirbaz zerafetiyle açtı. Üst kapak, yine kendi geliştirdiği menteşeli çubuk sistemiyle, tam açılıp taşa yatmadan hafifçe arkaya yatık durdu. Hep öyle dururdu. Üst kapakta çoğunlukla ipe dizili-incik boncuk, takılar ve süs eşyaları asılı olurdu. “Yaşa Pevaz Amca, yaşa” diye bağıra-çağıra birbirimizin üstünden eğilip bakarak o anın bütün coşkusunu biz erkek çocuklar yaşardık. Yaşıtımız kızlar bizden sonraki halka olurdu. Biz gözümüze kestirdiğimizi almak için annelerimizi ikna edip, odun, mısır unu, sepet, kalat, kızılcık değeneği, bedevra vb. malzemeler koparmak üzere evlere dağılırdık. Pevaz kızlarla baş başa kalırdı.
– A bu mavi boncuhli koliya kaçadur Pevaz Amca?
– Kız sana kırk kuruş cimcime…
– Pevaz Amca arkasi kuşli aynan vardur?
– Var kızım var. Hele bak. Hem de ötiir… Bülbülli mübarek bah!…
– …
– …
Yanaklarımız fena halde rüzgâr yanığı olurdu… Ve kim ne derse desin, o yanaklar en çok bizim kızlara yakışırdı. Beline kemer yerine ip bağlanmış al basmalı entarileri, rengarenk yatay çizgili el örgüsü orlon çorapları, Trabzon lastiği ayakkabıları, bazen uçları arkada düğümlenmiş oyalı yazmaları, bazen açık ve dağınık saçları, bazen sümük kurumuş üst dudakları… Fıldır-fıldır kara gözleri… Ama ille de, ille de elma yanaklarıyla bizim yayla kızları… Kendini görmeyeli bir aydan fazla olmuştur Senem… Senem ayna alacak, Nurten tarak. Cemile Kolye, Ayten küpe… Satıcı Pevaz’ın tükânında ilk seans, cimcimelerin ne alacağına karar verme seansı olurdu. Küçük kızlar da evlere koşunca, Pevaz Amca şöyle bir çekidüzen verirdi bavuluna ve ilk alıcılarını beklerdi.
Annelerini ikna eden öncü morbetlerin yaylalarından çıkıp Pevaz’ın tükânına gidişini, Gülinaz Nine ile Şahnali Amcagilin yaylaları arasındaki kayaların üstünden izlemenin bambaşka bir keyfi vardı. Aslan heyecandan, önündeki yüksek galo yapraklarını görmez, iki-seksen uzanır, burnunu davar kurkilerine (yeni koyun gübresi) sürterek dururdu. Ceketinin muşambaya dönmüş sağ kolu, sümüğünün bir kısmını yüzüne bulaştırsa da çoğunu alırdı burnundan. Dört tane odunu düşe kalka kucağında tutmaya çalışarak koşardı. Cengiz bir tas mısır ununun yarısını yolun yarısında yere saçar, en az üç kere tamamlamak için geri dönerdi. Taner’in yaylana-gerine efeleme gelişine bakarsanız alışverişi nakitle yapacak. Ziyo, üç tane keser sapı kapmış koşuyor, kendine artisli jiklet, Kurbani Dede’ye jilet alacak… Selim, Zihni Amcanın dokuduğu küçük sepeti sapından tutmuş, eli havada sallaya sallaya geliyor. Bastığı pürüzsüz tek parça manda bokunu ağır çekim izlemek lazım… Ama tahmin edersiniz işte.
– Ana…
– Can Oğulcan!
– Ana ben balon alacam…
– Nedacan baloni ay oğul, ya yüzgerda uçar, ya patlar gedar.
– Ama benım heç balonum olmadi…
– …
Gözleri doldu anamın… Belli etmemek için eğilip külekteki sütü peynir kazanına doldurdu. Doğruldu, sütlüğe gitti. Bir kucak dal odunu ile geri geldi. Yazmasının bağı açılmıştı. Kollarını uzattı, kollarımı uzattım, odunları kucaktan kucağa yuvarladık. Yazmasını düzeltti, başımdan tutup çekti göğsüne, okşadı…
– Etegımdan tutup gezacah kadar boyusan derdım ben sana. Get ta al oğul. Get. İki tane da piska (kibrit) al ama var isa!..
Kucağımda odunlar, Pevaz’a koştum… İkisi galo yaprakları arasına düştü. Durup aramadım. Çıplak ayağıma giydiğim Trabzon lastiğimin burnu yarıldı. Dil yaptı. Koştum.
– Pevaz Amca balon var mi?
– Var yegenım, de bakem neyle alacan?
– Aha odunarım…
– Onlar olmaz
– Niya?
– Dal odunu onlar… Ben yarmaça alıram yegenim…
Omuzlarım düştü. Odunlarım kucağımdan döküldü. Dizlerimin üstünde çöktüm. Ağlamamak için zor tutuyorum kendimi. Fadime üç tane yarmaça oduna boncuktan küpelerini aldı gitti. Şahinder bir tas mısır ununa bir kelebekli, beş tane de siyah tel toka aldı. Alaattin yaylanın çatısından çektiği iki eski bedevra verdi, beş tane Golden sakızı aldı. Birinin içinden Mamçakoğlu Cüneyit çıktı. O an bittim ben. Fena sinirliyim.
– Pevaz Amca balon ver…
– Veremem yegen…
– Piska ver…
– O odunlara iki piska verem sene.
– Olmaz dört piska eder…
– Hadi üç olsun yegen.
– Tamam ver. Pevaz amca baloni göstarusun bir!.. Nasıldur, heç görmamişım!..
Pevaz anladı yanıp yakıldığımı. Balon dediğin ne? Kaç balon bir odun eder? Aslına bakarsan Sarzep’li için odun altın değerinde… Ama iyisini istiyor işte.
[ Yaylalara çıkıldığında erkeklerin ilk işi, Karaköy’ün üstündeki ormandan odun temini idi. İlk gün toplu olarak balta ve hızarlarla ormana inilirdi. Çoğu köylüler yaşlı ama yaşayan ağaçları keser, öküz arabasıyla taşınacak tomruklar haline getirir başlarına balta ile kendi işaretlerini yontar öylece bırakırlardı. Hatta bazıları, gözüne kestirdiği çamları burar, (ağaçların gövdesini gelecek yıl yayla çıkışına kadar kurusun diye, baltayla çepeçevre derince yontmak) işaretini de koyarak rezerve ederdi. Hazır edilen odunlar ertesi güne kadar üstü dallarla örtülerek gizlenirdi. Ertesi gün öküz arabalarıyla inilir, hazırlanan odunlar iki veya üç seferde yaylaya taşınırdı. Babam hiç bir zaman dik duran ağacı, kesip devirmedi. Ormana her indiğimizde uzun gezintilerle kardan, rüzgardan, kırılıp yere yatmış ağaçlar arardık. (Bu arada bolca çam sakızı toplardık. Kimsede olmaz, bizde olurdu.) Eğilip, kırılıp kurumuş ince gövdeli bu genç ağaçlar bize yeterdi. Aslında koca bir çamı baba-oğul hızarla keserek devirmeye fena özenirdim!.. Öncelikle bir kulpundan babamın tuttuğu hızarı sesle desteklenen ritmik hareketlerle çekip bırakmak, sonra da ağacın devrilmeye başladığı anları seyretmek hoşuma giderdi. Ama iyi ki yapmamışız. Bizim yarmaça yerine, dal odunumuz olması bundandı.]
Pevaz, bavulunun incik boncuk astığı, kontrplaktan üst kapak içinin mini zırza çengellerini, geçirdiği halkalardan çıkardı. Arkada bir bölüm daha vardı. Oradan bir balon çıkardı!.. Hiç bu kadar büyüğünü görmemiştim. Kırmızı-sarı-yeşil, parçalı renkliydi. Mekiğe benziyordu. İki başı oval olarak inceliyordu. Ortası elips misali genişti. Gözlerim ömrümün en parlak ve en açık halini almıştı. Ucunu ağzına götürdü. İnanılır gibi değil,… Kapağı vardı.
– Bak sana bu balonu verem ben yegenim. Camuş derisinden. Patlamaz.
– Pevaz Amca san buna bir furgun (at arabası) odun iştarsın (istersin) şimdi.
– Yok yeğen. Baktım sen balonu sevirsin… Ben de seni sevmişem. Bir kolopa mısır unu, bir avuç çam sakızı, beş tane de has çıra getir, al götür balonu…
“… çıra getir”en sonrasını Şahnali Amcagilin yaylaya yakın bir yerlerde duydum. Bağırdım;
– Anaaaa….
– Haccaaan can… Canan ölem Oğulcan.
– Ana piska aldım sana…
– Hani balonun?
– Ana vermadi… Bir kolopa çadi uni, meşa sakızi, üç da çira istiyer.
– Vay vurgunçi…
dedi yine sütlüğe yöneldi. Sekinin üstünde pırpıram (ahşaptan rüzgar gülü) duruyordu. Bir tek pervanesinin ortasındaki delikten çivi çakıp kaidesine bağlama işi kalmıştı. Çivi yok. Duvardaki gaz lambasının asılı olduğu çiviyi söktüm, çaktım. Lamba sekide kaldı, pırpıram hazır. Annem sütlükten çıktı. Bir elinde kolopa öbür elinde sambağı (kıl ip) ile bağladığı çıralar ve düğümlediği mendilde çam sakızları vardı.
– Hayde get al oğul.
Pırpıra, mendil ve çıraları bir elime, kolopayı öbür elime alıp bu sefer kontrollü koştum.
– Al Pevaz amca…
Pevaz Amca, kolopanın kapağını açtı. Elini mısır ununa daldırıp parmakları arasından geri akıttı. Bir daha; daha derin daldırdı, akıttı bıraktı. Unu davarcuğuna (deriden heybe benzeri torba) boşalttı. Çıraları özenle odunların yanına koydu. Mendili açtı, çam sakızlarını sağ elinin baş parmağıyla karıştırdı.
– Tamam yegenim… Al balonu… Camuş derisidir. Ayakla vursan da patlamaz, sen yine de elle oyna… Dur sana şişirem. Şişirem mi yeğen?
– Şişir Pevaz Amca… (Bir bakalım patlak, delik olmasın değil mi?)
Bir deniz topuydu balon dediği… Kendi de bilmiyordu Pevaz Amca. Şişirdikçe büyüklüğüne ve kalınlığına kendisi de şaşırdı. Camuş derisi değildi ama gerçekten hemen patlamazdı. Şişirdikçe şaşırdık. Aldıklarını azımsadı ama söz verdi bir kere, verecek.
– O arkanda sakladığın ne?
– Pırpıra… Oğlun var Pevaz Amca?
– Var…
– Adi na?
– Nail… Niye?
– Kaç yaşindadur?
– Senin kadar.
Deniz topu şişmişti. Muhteşem görünüyordu. Yaylanın cümle morbetleri ve cimcime kızları başımızda toplandı. Herkes şaşkındı. Kocaman gözlerle, deniz topuna balon niyetine bakıyorduk.
– Pevaz Amca, bunu oğluna ver.
Arkamdaki pırpırayı Pevaz Amcanın bavulunun yanına koydum. Sol elinde deniz topu, kalakaldı Pevaz Amca… Sağ elini uzattı, çenemin altından tutup yukarı kaldırdı. Gözlerini dikti gözlerime, bakıyor. Gözleri doldu. Gözlerim doldu.
Deniz topunu kapıp kaçtım yanından.
Arkamda bir cili-bili ordusu. Bizim yaylanın üstündeki sırta çıktık. Ortalarda bir yerde öküzlerin tuz taşı var. Düz bir taş. Çevresinde halka olduk. Deniz topunu atıyoruz, karşıdaki tutuyor. Herkes gözünü kestirdiğine atıyor. Kimin kimde gözü var ayan-beyan ortaya çıkıyor bu arada. Taner hep Yasemin’e atıyor, ben Cemile’ye, Cemile bana, Alaattin Nurten’e.
Taş çevresinde atıp tutmaca bitti, dağılıp istop oynamaya başladık. Hafif bir rüzgar çıkmış biz de Kesiktaş’ın önündeki derenin yamacına epeyce yaklaşmıştık. Ben attım, Nazlı dedim, Nazlı attı, Nihat dedi… Nihat attı, Senem dedi ama… top uçuyor… Senem koşuyor top uçuyor. Baktım, balonum gidiyor… İçim gidiyor… Aklım balonda, bu sefer ben uçuyorum… Deniz topu dereye yöneldi. Yamaç çalılarla dolu. Arada sivri kayalar var. Birine değerse patlayacak. Ama değsin, dursun da patlarsa patlasın diyorum. Yere inse, dursa… Nerede durursa dursun inip alacağım. Arkadaşlar, yamacın kıyısında durmuş çırpınıp ağlıyor. Hepimiz deliye dönmüşüz. Bir kayanın üst tarafındaki küçük bir Kayın ağacına doğru alçaldı ve dalına takılıp kaldı top. Çalılıklardan (Şavşat deyimiyle domuz topu gibi) yuvarlana, yuvarlana indim bayırdan. Top dala takıldı ama her an kurtulup savrulacak gibi. Tam Kayının dinine indim, rüzgar aldı yine… Daldan kurtuldu. Uçtu… Gitti.
Dere boyu süzüldü balonum. Gözden kaybolana kadar izledim, ağladım. Patlamadı.
Üç Boyutlu Rabat Hikâyeleri’nden Tam Metin
Mebusevler, 1998 – Ankara