Orhan Yalçın Gültekin

Gözaltı… Sorgu… Tutukluluk… Sonra tutuksuz yargılanma kararı… Gökyüzünü göz alabildiğince seyredebilme… Ne yazık ki benimle birlikte gözaltına alınan kitaplarım benim kadar şanslı değillerdi. Onları SEKA’ya kâğıt yapmak üzere gönderdiler. Annemlerdeki kitaplarım ise banyo sobasının alevli eleştirilerine maruz kalmışlar. Kolları sıvayıp yapacağım ilk iş iş bulmaksa, diğeri de yeniden kitaplara kavuşmaktı.

Yeniyetmeliğimden beri Sahaflar Çarşısı, büyülü bir atmosfere sahipmiş gibi beni içine çekerdi. Kütüphanemi yeniden kurma çabamda bu büyülü atmosphere dalmamak olmazdı. Bir yandan yeni kitaplarla tanışmak, diğer yandan eski doslarımı bulmak için haftasonları Sahaflar Çarşısını mekân tutmuştum. Üstelik artık daha da keyifliydi, çünkü oğlum Özgür Taylan da benimle birlikte giriyordu bu kitap dünyasına.

Özgür Taylan sekiz-dokuz yaşında olmalı. Yine böyle bir Sahaflar Çarşısı ziyaretindeyiz. Sahaflar Çarşısının Sedefçiler Kapısı girişinden sonraki ikinci merdivenlerin sol tarafında, tam köşede, yere açılmış 1 liralık kitaplar sergisinde yığılmış kitaplar arasında siyah deri ciltli bir cep kitabı dikkatimi çekti. Birisi önem vermiş, kitabı ciltlemiş ama elinde tutamamış ve kitap 1 liralıklar arasına düşmüş olsa gerekti. Eğilip kitabı elime aldım. Ön yüzünde herhangi bir yazı yoktu ama sırtında altı harflik bir kelime dikkatimi çekti. Heyecanlandım, acaba diye merakla kitabın sayfalarını çevirdim. İlk sayfasındaki söz –“Kimsesiz hiç kimse yok, her kimsenin var kimsesi, / Kimsesiz kaldım medet kıl ey kimsesizler kimsesi.”– hemen dikkatimi çekti ve içimden “Evreka…” diye haykırdım.

Oğlum Özgür Taylan’a döndüm ve “Bak, bu kitap senin yaşındayken okuduğum kitap” dedim ve “okuduğum siyaset temalı ilk kitap…” diye tamamladım sözümü.

Benden beş yaş büyük annemin dayısının oğlu Mesut ağabeyim, Cumartesileri Darüşşafaka’dan gelir, büyüklerle selamlaştıktan sonra oturur benimle söyleşirdi. O gün elinde bir cep kitabıyla gelmiş ve bana okumam için vermişti. Benden iki yaş daha büyük olan bu kitap, sonrasında bir daha da basılmamıştı. Aradan geçen onca yıldan sonra, o kitabın ciltli bir nüshası elimdeydi ve bu sefer ben onu oğlum için alıyordum.

Kitap, edebiyat tarihimizde iz bırakmamış, özel bir yeri olmamış bir yazara ait. Fikret Arıt (1918-1987), 1944 yılında başladığı edebiyat serüvenini uzun süre “yetişkin romanları” ile sürdürdükten sonra “çocuk kitapları”na yönelmiş, çeviriler yapmış, araştırma kitapları yayınlamış bir yazar.

Bizim kuşağımız, yazar olarak adını belleğine kazımamış olsa da “Transfer Ahmet” adlı çocuk kitabını bilirdi ve “Transfer Ahmet” herhalde çokça okunmuş bir kitaptı. Yoksul bir ailenin 12-13 yaşlarındaki iyi futbol oynayan Ahmet adlı çocuğunun en büyük hayali olan kramponlu futbol ayakkabısı karşılığında kaptanlığını yaptığı mahalle takımı “Ataryemez”den zengin çocuklarının takımı olan “Papatyaspor”a transferi çerçevesinde gelişen öykü, hem dönemin ruhuna uygundu hem de zaten bahis konusu futbolsa okunmaması olanaksızdı.

Fikret Arıt’ın dördüncü kitabı Muhtar, Varlık Yayınlarından Ağustos 1957’de basılmış. İkinci bir baskısının yapıldığına dair herhangi bir bilgiye sahip değilim; araştırdım, bulamadım. Romanı tekrar okuduğumda, edebî değerinin olup olmamasından bağımsız olarak konusunun hâlâ güncel olduğunu ve yeni bir baskısının 56 yıl sonra bile olsa yapılmasının gerektiği düşüncesine vardım. Kitapla olan duygusal bağımdan dolayı böyle söylüyor da olabilirim.

Simurg Kitabevi, “Tükendi” notuyla birlikte kitabı şöyle sunuyor:

“Fikret Arıt romanında, İstanbulun ücra bir köşesindeki muhtar seçimi konusunu işliyor. Burada karşılaştığımız tipler, aşağı yukarı son yıllarda politika hayatımızın memleket çapında tutturduğu gidişin küçük ölçüde bir şemasını çiziyor bize.

“Elle tutulacak kadar canlı tipler, iyi görülmüş ve canlandırılmış vakalar…”

1955 yerel seçimlerinden hemen sonra yazılmış olması muhtemel “Muhtar”da, Tek Parti İktidarı döneminde muhtarlık yapmış, 1950 yerel seçimlerinde Demokrat Parti’ye geçip muhtarlığını devam ettirmiş olan Hasan Efendi’nin 1955 yerel seçimlerinde Demokrat Partililerce devre dışı bırakılması ve buna karşı halkın tavrı ve tepkisi, toplumun değişik katmanlarının siyasete dair yaklaşımlarıyla birleştirilerek anlatılıyor.

Roman şöyle başlıyor:

“Muhtar Hasan Efendi senelerden beri karargâh kurduğu küçük mahalle kahvesinin camı ardındaki kontrplâğı çatlak muhtarlık masasına serdiği gazeteye eğilmiş yarı uyur, yarı uyanık vaziyette başmakaleyi okuyordu. Kahveci Yakup Efendi ocağın yanındaki peykede bağdaş kurup oturmuş, başını da duvara dayıyarak gözlerini yummuştu. Karşısındaki peykede bahçıvan Kasım Ağa bir ayağını yukarı çekmiş elindeki tesbihle oynuyor, onun yanında outran şerbetçi Hüsmen Ağa da çenesi göğsüne düşmüş, hafif horultularla uyuyordu.

“Ocağın üstüne, Arap harfleri ile:

“Kimsesiz hç kimse yok, her kimsenin var kimsesi,
Kimsesiz kaldım medet kıl ey kimsesizler kimsesi.”-

“yazılı camsız bir levha iliştirilmişti. Duvarda rakkaslı bir saat vardı, durmuştu. Çivide bir saz asılı idi, telsizdi. Başka ne taş basması bir resim, ne de gazete ilâvesinden kesilmiş renkli bir fotoğraf. Yedi sekiz adım uzunluğu bile olmayan kahvede müşteriler karşılıklı peykelere oturdukları zaman dizleri bir birlerine değerdi. Yakup Efendi’nin keyfi olmadığı zamanlar herkes çayını, kahvesini kendisi pişirirdi. Sayılı olan bu müşterilerin yaşlılığı ve zamanın dahi durmuş olduğu hissini veren hareketsizliği yüzünden halk kahveye Musalla adını takmıştı. Muhtarın masası olmasa Yakup Efendi belki kapıya kilit de vurmayacaktı.”

Bir dönemin aynası

Yazıldığı zaman kim, nasıl değerlendirdi, bilemem ama bugünden bakınca, bugünün tartışmaları, dönemle ilgili araştırma ve incelemelerle karşılaştırınca romanın döneminin aynası olduğundan kuşku duymanız zor olacaktır. Üstelik romanın hiç de şu ya da bu etkin tarafın yanında yer almadığı dikkate alındığında bu aynanın önemi de ortaya çıkacaktır. Belki bu yüzden roman “bîtaraf olan bertaraf olur” sözüne uygun biçimde tek baskıyla yetinmek zorunda kalmış ve kendine ancak tarihin tozlu raflarında bir yer bulabilmiş.

Roman, Muhtar Hasan Efendi’nin nasıl CHP’den DP’ye geçtiğinden (hiç de siyasî gerekçelerle değildir ona göre) iktidara geldikten sonra DP’nin nerelere evrildiğine ve içinde ne tür çelişkiler barındırdığına dek bir sürü malzeme sunan ve bunu siyasetin yüksek katlarından değil de sıradan insanların dünyasından örneklerle yapan ve sahicilik hissini başından sonuna koruyan bir dil ve kurguya sahip.

“Hâlâ muhalefette imişler gibi mücadele halindeler. Iktidara alışamadılar bir türlü.”
“Çok hizipleşme var. Karadenizlileri çekemiyorlar. Onlar kendilerini yüksek görüp idareyi ellerine almak istiyorlar. Bir mücadeledir gidiyor.”

Hakkı Çiçekçi:
“Bir de münevver dâvası var.” dedi.

“Evet münevver dâvası ve ondört mayıstan evvelkilerle sonrakiler çekişmesi. Içlerine kat’iyyen münevver girsin istemiyorlar. Partide münevver adedi çoğaldıkça, idareyi onlara kaptıracaklar diye ödleri kopuyor. Yok efendim on dört Mayıstan evvel nerede imişler? Hepsi kelle koltukta mücadele ederken onlar karılarının koyunundan çıkmıyormuş. Hepsi birer siyasî kahraman.”

Bugünlerde de sık sık gündeme gelen Tek Parti Dönemine dönük eleştirilerle CHP’lilerin DP’ye yönelik eleştirileri de sıcağı sıcağına öğrenme ayrıcalığınız da var.

“Ekmek diye süpürge tohumu yemekten anası ağlamıştı milletin. Yol parası diye millet hapishanelerde çürüdü. Dinimizi, imanımızı şaşırdık. Cephaneliğe döndü camiler. Efendilerimiz otomobillerden inmezken ölülerimiz kefensiz yatarlar toprak altında.”

“Bugünkü iktidarın en az Halk Partisi kadar bile tenkide tahammülü yoktur. Biz hatalarımızı itiraf ediyor ve huzurunuzda af diliyoruz. Fakat halka demokratik bir rejim, ucuz hayat vâdeden ağızlar niye susuyor? Kalkınma halinde olmak bir taviz midir? Bu kalkınma bir kısım vatandaşlara büyük imkânlar sağlarken, diğerlerine de büyük mükellefiyetler yüklememeli idi. Ne zaman tenkid etmeğe kalksak, siz şunu yapmadınız mı, siz bunu yapmadınız mı diyorlar. Biz suçunu da, sevabını da bilen insanlarız…”

Romanda yalnızca CHP’liler ve DP’liler yok elbette. Muhalif Ahmet, hem CHP hem DP’ye karşı bir karakter olarak farklı bir yerde durur.

Hakkı Çiçekçi güldü:
“Demokratların da içi karıştı be Ahmet. En iyisi seninki. Her zaman muhalif.”
Muhalif Ahmet de güldü:
“Onların içi karıştı amma sizin de içiniz geçti. Haftaya seçim var. Neredesiniz?”

Kimin tarafında olmak?

Öte yandan roman, pek de tarafsız değildir; tuttuğu bir taraf vardır: etkin siyaset içinde yer almayan sıradan insanlar.

Hani şair onları anlatırken “Onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar; korkak, cesur, câhil, hakîm ve çocukturlar ve kahreden yaratan ki onlardır…” der ya… Romanın gerçek kahramanları da “yeşil bir ağaç gibi gülen ve merasimsiz ağlayan ve ana avrat küfreden” sıradan insanlardır.

Bu sıradan insanlar, şu ya da bu sebeple, gider oylarını kullanır ve iktidara kimin geleceğine “karar” verir.

Bağımsız tavır alış? Kendine yol açış?

CHP ve DP’lilerin birbirleri hakkında söyledikleri benim için yeni şeyler değildi. Yaşlı berberim ve her daim dükkânında hazır ve de nazır olan arkadaşlarının CHP-DP çekişmelerinden, takılmalarla dolu atışmalarından bütün o sözlere aşinaydım. Ne var ki okumak farklı bir şey; kafanıza nakşediyor. Sanırım kendimi “düzen partileri”nden uzak tutuşumda “Muhtar”ın büyük etkisi oldu.

Romanı okuduğumda Nazım Hikmet’i bilmiyordum. Okusaydım da “Onlar ki uyup hainin iğvâsına sancaklarını elden yere düşürürler ve düşmanı meydanda koyup kaçarlar evlerine” dizelerinin ne anlamı olabilirdi ki? Onların yaşamlarında hiç kendi sancakları olmuş muydu ki elden düşürmüş olsunlar. (Şeyh Bedreddin ne kadar uzaktı, unutulmuş tarihin bir parçasıydı.)

Sahi muhtar seçimini kim kazandı; CHP mi, DP mi?

Gidin bir yerlerden bulup okuyun “Muhtar”ı diyeceğim ama onu bulmak zor.

İstanbul, 27 Mayıs 2013

Not: Bu yazı Gündoğusu dergisi için hazırlanmıştı. Ne var ki araya Gezi Direnişi girdi. Gündoğusu dergisi de herhalde derginin yeni sayısının çıkışını erteledi. Muhtar, zaten yeterince beklemişti. Gezi için bekledi, hiç şikâyetim yok.