Ahmet Bakır

Keskin bir frenle tam ayaklarıma sıfır santimde durdu el ettiğim taksi.
“Acele etmeni anlıyorum ama bu kadarı da tehlikeli” dedi taksici, duymuyordum.
“Acele çek kiliseye” dedim.
“Hayrola ayine mi yetişeceksiniz”
“Hayır, cenazeye” dedim.
Taksici yapay bir kederi yüzüne maskeleyerek “Allah taksiratını affetsin, mekanı cennet olsun, yakınınız mıydı?”
Bu Allahlı, bu cennetli cümlelere gülmemek elde değil ama acım izin vermiyor ki!
“Annemdi” dedim.
Aniden başını çevirdi, beni süzdü iyice.
“Önüne bakar mısın” dedim, “az daha kaza yapıyordun”
“Korkma abi biz deneyimliyiz, ama hiç Hıristiyanlara benzemiyorsun?”
“Hıristiyan değilim, ama o benim annemdi”…
İnsan, kederli ve üzgün olduğunda, yüzünde ve gözlerinde bir yetimlik, bir öksüzlük oturur ki o anda hiç kimse seni teselli edemez.

Taksici de bu halimden konuşmak istemediğimi anladı.
Kilisenin önünde durdu taksi, parasını vererek hızla girdim, kiliseden içeri.
Bu kadar kalabalık beklemiyordum.

Çöp toplayarak yaşamını yürüten o yaşlı kadının bildiğim kadarıyla kimi kimsesi yoktu.
Cenazede Bulgarların değil de Yunanların olması daha da ilginçti. Konsolos bile vardı. Ben şok olmuş tuhaf tuhaf sağa sola bakıyordum….

Tatyana’nın öyküsü ilginçti.
Hızlı hızlı Cumartesi annelerinin eylemine gidiyordum. Elimde bir kağıt mendil çöp kutusu arıyordum. Tepebaşı’ndan yürürken aradığım şeyi bulmuştum. Tam çöpü atıyordum ki, kutunun kenarına yığılmış birden çok çöp torbalarını titizlikle açıp içine bakan o yaşlı kadını gördüm.
Asil ve çok yıpranmış bir yüzü vardı, gülümsedim… O da bana gülümsedi ve hafif doğruldu.
O da ne?
Yakasında Bulgaristan’ın büyük devrimcisi Dimitrov’un rozeti.
“Merhaba anne” dedim. “Tanıyor musun bu rozetteki resmi?”
“Tanırım oğlum, Bu insan Bulgaristan’ın büyük devrimcisi, Dimitrov.
Reichstag yangınını üstüne attılar ama Dimitrov dünyaca ünlü o meşhur savunmasıyla faşizmi yargıladı”…
Şaşkınlıktan dilim tutuldu.

“Bu hayatın yüküyle kamburlaşmış yaşı 80′in üzerindeki kadın kimdi, ne ilginç öyküsü vardır kimbilir” dedim kendi kendime
Biraz da ben, Dimitrov’un Bulgaristan devrimindeki rolünü anlattım.

Bulgaristan’ın Lenin’i olduğunu ve hatta yargılanırken, Nazi zindanlarındaki hücresinin tavanına “unutma ki sen bir komünistsin” yazmış bir devrimci olduğunu söyledim.

Kadın çok mutlu olmuştu ellerime sarıldı, sanki yıllar önce yitirdiği bir yakınını bulmuştu.
Ben de onu orada bırakıp gitmek istemiyordum. Ne var ki dostlarımla da birlikte olmam gerekiyordu.
“Teyzeciğim ben bir saate kadar gelirim buralarda olur musun” dedim.
“Tamam evladım 5 saat bile beklerim” dedi. gülerek.

Cumartesi anneleri gözlerine kimsenin tarifine bile yeltenemeyeceği o büyük hüzünle geliyorlardı yavaş yavaş.

İlginçtir, aynı keder çöp toplayan o yaşlı annede de vardı..
Sevgili Hasan Ocak’ın ailesi, Güzel ve Gülmez analar, Rıdvan Karakoç’un ailesi, Berfo ana ve daha birçok yakınlarını kaybetmiş ya da bu acıyı yüreğinde duymuş dostlar vardı, gelenlerin arasında.
Kayıpların akibetini takip eden bu gökyüzlü insanlara duyduğum saygıyı bir kez daha gözlerimle ifşa ettiğimi fark ettim.
Eylem bitmişti, karşılıklı ‘hoşça kal’ diyerek ayrıldım dostlarımdan. Hızla Tepebaşı’na doğru gittim.
Çöplerde işe yarayanları almıştı yaşlı kadın, geri kalanların dağılmaması için torbaları yine itinayla düğümlemişti.
Tarlabaşı’nda yıkılmaya yüz tutmuş loş ve nemli bir evde kalıyordu, komşularının Nermin teyze dedikleri bu yaşlı kadın.
Eşyalarını taşımaya yardım ediyor hem de sohbet ediyorduk ve böylece gelmiştik evine.
Merdivende oturduk evine çağırmadı beni, nedenini anlamıştım.
Çöplerin arasında konuk etmek istememişti belli ki, utangaçla ve yarım ağızla “İstersen eve gidelim” dedi. Kabul etmedim.

Sonraları her gidişimde uğrar oldum yoldaş Tatyana’ya.
Her geçen gün daha da güvenmeye başlamıştı bana.

Öyküsü uykularımı kaçıracak kadar heyecanlıydı ve giderek hüzünlendiriyordu beni.
Eşi ve kendisi Bulgaristan Komünist Partisi üyesiymişler, eşinin adı Vladislav’mış.
Benim Tatyana yoldaşımdı artık bu yaşlı kadın.

Ve bir gün ömrümde anlamlı bulduğum az miktarda bir şokla karşılaştım.
Tatyana bir gün bana uzun uzun Bulgaristan halk savaşını anlatırken “Kod adı Ogniyana olan Mitka Gribceva’yla karşılaştık, ‘Ogniyana yoldaş; enternasyonal dayanışma gereği Yunanlı yoldaşların yardımına gitmemiz gerekmiyor mu” diye sordum…

“Ne diyorsun, sen” diye gayri ihtiyari haykırdım büyük bir heyecanla.” Şimdi Mitka’yı tanıyor musun yani, hani şu ‘Seni Halk Adına Ölüme Mahkum Ediyorum’ romanını yazan Mitka Gribçeva’yı.
“Evet” dedi, “iyi arkadaşımdı.”
Ben donmuştum. Kimdi bu kadın, Mitka Gribçeva’yı tanıyor ama İstanbul’da kağıt topluyor. Nedir bu öykü?
“Bana öykünü anlat Tatyana anne, sevgili yoldaş.”
Uzun uzun öksürdü, bir sigara daha yaktı ve “Çok yorgunum be oğul” dedi, kaldıramam başka güne”…
O günü sabırsızlıkla bekledim, artık her gün Tatyana yoldaşın yanında alıyordum soluğu.
Nasıl bir merak içinde olduğumu anlıyordu.
Bir yaz sabahı yine o metruk evin merdivenlerinde oturuyorduk, hazır gibiydi, anlatmaya başladı.
“Viladislav bir gün bizim birime heyecanlı bir ajitasyon çekti:

‘Yoldaşlar Yunanistan partizanları çok büyük sıkıntıdalar, bizden yardım bekliyorlar. Biz ki ‘yurdumuz bütün cihandır bizim diyoruz’ o halde yoldaşlarımızın yardımına koşmalıyız”…
Ben atıldım “evet yoldaş gitmeliyiz Atina’nın kırlarına, yoldaşlarımıza yardıma koşmalıyız” dedim.
“Viladislav’la evli değildik o zaman ama birbirimizden hoşlanıyorduk.”

Sonra Parti’ye ilettik talebimizi, Parti kabul etti.
Gidecekleri bir hafta sonra bildirecekti. Viladislav kesindi ama ben de onunla birlikte olmayı çok istiyordum. Gitmek istediğimi yoldaşlara ilettim, ‘peki’ dediler”…
7 devrimciyle yola çıkmışlar içlerinde Tatyana ve Viladislavda varmış.
Uzun ve çetin bir yolculuktan sonra varmışlar Yunanistan’a.
Viladislav büyük yararlılıklar göstermiş, Yunan partizanları onu onur üyesi yapmışlar.

Bu arada Tatyana’yla evlenmiş Viladislav.
Durdu, uzun bir iç çekti Tatyana yoldaş. Bulutların gözlerine dolduğunu kötü bir öyküye başlayacağını anladım.
“Anacığım istersen burada bırakalım, seni çok yordum” desem de Tatyana “Yok yok iyiyim, sana hayatımı anlatmak istiyorum”.
Uzun uzun çatışmayı, 28 partizanın nasıl hayatlarını kaybettiklerini, bunların içinde Viladislav’ın da olduğunu, kendisinin yaralı olarak kurtulduğunu anlattı, o uzun günde bana.
Sonra iyileştiğini, sevdiğini kaybetmenin yıkıntısını uzun süre taşıdığını, Yunanistan partizanlarının kendisine yardımcı olduklarını, onur madalyası verdiklerini ve Yunanistan vatandaşlığıyla taçlandırdıklarını anlattı.

Zamanımı Tatyana, Viladislav ve Mitka dolduruyordu artık. Hatta Mitka Gribçeva’nın “Yaşadım diyebilmek için” kitabını yeniden okumaya başladım.
Bir sonbahar günüydü. Kardeşimin çok hasta olduğunu öğrendim, alelacele memlekete gittim. Bir ay kadar kaldıktan sonra döndüm İstanbul’a, zira giderken Tatyana çok hastaydı ve aklım hep ondaydı.
İner inmez soluğu Tarlabaşı’nda aldım. Sokakta bir gariplik vardı. Tatyana’nın evine yürüdüm hızla.

Birileri durdurdu beni.”Tatyana gece fenalaştı ve sabaha karşı öldü” dediler.
Birden bir yerlere tutunmak ihtiyacı hissettim. Bulduğum bir yükseltiye oturdum.

“Doğru mu, ama nasıl olur?” gibi anlamsız cümlelerle ne olduğunu anlamaya çalışıyordum.
Gerçekti ve Tatyana yoldaşım, annem ölmüştü ve yarın kiliseye gidip son görevi yapmalıydım.


Kiliseden çıktım, oldum olası ölüm üzerine yapılan bu ritüellerden hoşlanmıyordum, bu kilisede de olsa camide de olsa, cemevinde de olsa böyleydi.
Üzgün üzgün Tatyana’nın evine gittim. Sanki orada bana bir şeyler fısıldayacaktı. Aynı yerde aynı merdivenin basamaklarında oturdum.
“Hayat ne garip”, ” Ne bilinmez büyülü öykülerle dolu” dedim sessizce.
Birden gözlerim yan taraftaki beyaz küçük toparlanmış kağıda gitti.
Hızlıca açtım toparlanmış kağıdı ve…
Poşette bir not vardı:

“Lütfen, bu rozetin maddi değeri yoktur, alıp satmaya çalışmayın. O evladım Ahmet’e ulaşırsa çok mutlu olacağım”…
Alel acele açtım o topaç gibi kağıdı.
İçinde Dimitrov’un rozeti vardı.
Gözlerimdeki yaşlara engel olamadan akşam karanlığına kadar orada oturdum öylece…

Kaynak: Devrimci Karadeniz, 4 Ağustos 2013