Orhan Yalçın Gültekin

Adı Feride’ydi. Güneş ışığı saçan yemyeşil gözleri vardı. Ahh, o gözler! Ne kadar da ürkek bakardı ve güvensiz… Dokuz, bilemedin on… Yaşını yoksa göstermiyor muydu? Omuzları çökük; sanki bütün dünyanın yükünü sırtlamış. Anası ve küçük erkek kardeşiyle damları akan kulübeden hallice bir evde yaşarlardı.

Bazı bazı komşu kadınların, ellerinde bir bohça, menteşeleri gevşek kapıyı tıklattıklarını ve sanki kimseye görünmek istemezmişcesine büyük bir sessizlikle içeri süzüldüklerini görürdüm. Kapı kapanır, on-onbeş dakika sonra konuk dışarı çıkardı elinde bohçası olmadan. Ertesi gün yeni bir esvapla çıkardı dışarı Feride. Yeni dediysem yeni değil; kimbilir kaç çocuktan arta kalmış bu esvaplar, Feride’nin üzerinde yeni gibi dururdu. Gözlerine bu kez bir de hüzün kondururdu Feride.

Evimizde onlarla ilgili büyüklerin her konuşması fısıltıyla olurdu. Kulak kabartır, kırık dökük duyduklarımı bir öyküde birleştirmeye çalışırdım. Selanik’ten gelmişler İstanbul’a. Bütün yolu neredeyse yürüyerek katetmişler. Babaları Salim usta, çok iyi bir demirciymiş; yolda ölmüş. Neden kalkmış İstanbul’a gelmişler, bilmiyorum; öğrenemedim de. Bizim mahalleye ne zaman taşındılar, onu da anımsamıyorum.

Babam o gün her zamankinden neşeli geldi eve. “Feride” diyordu “belki kurtulacak.” Bir okul açılıyormuş; leyli bir okul. Kızları da alacaklarmış; öyle söyleniyormuş. Anam pek uygun görmedi bu leyli okulu. Sanki Feride onlann kızı, bizimkiler başladılar tartışmaya. Hiç kız kısmı okur muymuş, hem de leyli! Babam, kurucuların çok muhterem kişiler olduğunu söylüyor, Kapalıçarşı esnaf çıraklarını nasıl okul açıp eğittiklerini anlatıyor… Hatta devlet dairelerinden de gelip derslere katılanlar olduğundan dem vuruyor; anam Nuh diyor, peygamber demiyor.

Beni aldı bir düşünce. Vay, ben şimdi Feride’yi uzaktan da olsa göremeyecek miyim? Ama iyi de olur Feride için. Hem okul esvap da veriyormuş, aş da.

Anam ikna olmuş herhal, bir gün Feridelere gittik. Babamdan duyduklarını anlattı Seniye teyzeye. Seniye teyze ağlar ki ne ağlamak! “Olmaz” diyor, “kuzumu bırakamam” diyor. Anam inanmasa da, babamın korkusundan, anlatıyor da anlatıyor. Sanırsın Feride zengin konağına gidiyor. Ama ana yüreği dayanamıyor. Seniye teyze kabul etmedi Feride’yi leyli okula vermeyi.

Bir gün anamla babam birlikte gittiler Seniye teyzeyle konuşmaya. Babam demiş ki “Namussa namus, ben kefilim. Çocuk burada kalsa daha mı iyi? Ziyan olacak; zeki de üstelik. Hem eve de gelecek, göreceksin kızını. belki sonra oğlanı da kaydederiz yaşı tuttuğunda.” Babamın ağzı laf yapardı. Allem etmiş, kallem etmiş, oluru almış Seniye teyzeden.

Feride ürkek ve güvensiz bakardı. O bakış hiç silinmedi. Şimdi bir de heyecan desem heyecan değil, korku hiç… Belli belirsiz bir ışık var gözlerinde şimdi fazladan.

Feride, belki kurtulacak.

***

Hacer, koşarak geldi damın önüne. Anası çığlık çığlığa; babası kaskatı kesilmiş yerde yatıyor. Hüso emminin göğsü inip inip çıkıyor, ama belli belirsiz.

Köylü toplandı. yüklenip hocanın evine götürdüler. Öyle hoca deyip geçmeyin, yedi köyde nam salmış bizim hoca; nefesi kuvvetli mi kuvvetli. Bir okusa hemen dikilecek Hüso emmi; koşacak tarlaya.

Günler geçti. Hüso emmi bir daha ayağa kalkamadı. Hocada da umut tükendi; “Takdir Allah’tan” dedi, kestirip attı.

Ana-kız, bir de yatalak baba, kaldılar sap gibi ortada. Sahi, Hacer’in gözleri ne renkti?

23 Nisan 2002