Nurettin Çalışkan

1959 yılında Ocak ayının ilk günlerinde, Küba’da Batista diktatörlüğü yıkılıyor ve iktidar “26 Temmuz Hareketi” önderliğinde halkın eline geçiyordu. Meydanlar devrim kutlamasını yaşayan kalabalıklarla doluydu. İnsanlar dans edip şarkılar söylüyorlardı.

4 Ocak günü Castro çalışanların işlerinin başına dönme çağrısı yapıyordu. “Bu günden itibaren devrim şenlikleri bitmiştir; yarın herhangi bir işgünü gibi işbaşı yapılmalıdır.” sözlerinden sonra güne uygun sloganı atıyordu, “Tembelliğe hayır, çalışmaya evet”. Castro’nun bütün konuşmasını can kulağı ile dinleyen topluluk, liderlerinin bu istemine katıldıklarının göstergesi olarak sloganı tekrar ediyorlardı. Liderlerinin konuşmasından aldıkları heyecan ile eller balyoz hareketli, sesler tekrarlarda gürleşerek atılıyordu sloganı: “Tembelliğe hayır, çalışmaya evet”. giderek davullar ve ziller karışıyordu sloganın ritmine, daha gür daha heyecanlı şekilde bağırıyorlardı. Oluşturdukları müziğin temposuyla hareketleniyor ve yeniden dans etmeye başlıyorlardı.

Tam da böyle bir şey değil mi devrim? Emma Goldman’ın söylemiyle “Ertesinde dans edemediğim devrim, devrim değildir ki.”

O günkü şenliğin heyecanı bütün dünyada hissedildi. Latin Amerika’da ve giderek tüm dünyada beklenen şeydi artık o, “İki, üç daha fazla Vietnam, Ernesto’ya bin selam” şiarıyla tüm dünyada düşlendi devrim.

* * *
68 yılıydı. ODTÜ öğrencisi dört kişi, Hüseyin İnan, Taylan Özgür, Alpaslan Özdoğan ve Mustafa Yalçıner, o heyecanı ODTÜ stadyumunda yazıya döktüler… Gece yarısından sabaha dek uğraşarak kocaman harflerle DEVRİM yazdılar stadyumun oturulacak kesimine. O gece, o dört genç insan düşlerini, özlemlerini yansıtıyorlardı o yazıyla, sanki yarına dair programlarıydı yazdıkları, sanki söz veriyorlardı kendilerine ve yazıyı okuyacak herkese ve sanki yakında kuracakları örgütün, THKO’nun, kuruluş nedenini yazıyorlardı stadyuma. (Mete Ertekin’in 29 Aralık 2015 tarihli notu: Sevgili Yalçın Gültekin, “DEVRİM” yazısını, benim de içinde olduğum 5 kişi yazdık. Gece yarısı 1.00’de başlayıp, sabaha karşı 6.30’da bitirdik. Çok uzun yıllar çıkmayan, şehir efsanesine dönen boyayı ben yapmıştım. Geçen yıl “ODTÜ Devrim Stadı”nda da güzel bir etkinlikle boyanın formülünü, yazıyı yenileyerek açıklamıştım. Sevgi ve dostlukla…)

24 Eylül 69’da Taylan Özgür İstanbul’da, 30 Mayıs 71’de Alpaslan Özdoğan, Sinan Cemgil ve Kadir Manga ile birlikte Adıyaman’da öldürüldüler, Mustafa Yalçıner de aynı yerde yakalanıyordu. 6 Mayıs 72’de Hüseyin İnan idam edildi. Yazıyı yazanlardan üçü öldürülüyordu ama onların bıraktığı DEVRİM yazısı bütün heyecanı ile korunacak ve yeniden yazılacaktı, hem de çok farklı biçimlerde.

Onlar, “devrimi, özgürlük için, kişinin kendini kendi olarak gerçekleştirebilmesi için isterken gün gelir devrim adına bütün bunlardan vazgeçebilir.” olduğunu gösterdiler bizlere. Bir düşü yaratmanın onu yaşamakla mümkün olduğunu anlattılar. Leguin, Mülksüzler adlı romanında, “Devrimi satın alamazsınız. devrimi yapamazsınız. Devrim olabilirsiniz ancak. Devrim ruhunuzdadır ya da hiçbir yerde…” derken bunu anlatmıyor muydu zaten.

* * *

12 Mart 71 düşlerin üzerine serilen bir sis bulutu oldu. İdamlar, işkenceler, kayıplar vardı o dönemde. Bütün devrimci demokrat örgütler kapatıldı. İlerici devrimci insanlara karsı “Balyoz Harekâtı” düzenlendi. Ülkenin dört bir yanında işkence tezgâhları kuruldu.

Ve o dönem jandarma karakolu kuruldu stadyumunda DEVRİM yazılı üniversiteye.

Korkmuşlardı düşten ve düşe sahip olanlardan. Düş sahiplerini yok ederek düşleri yok edeceklerini düşünmüşlerdi, ama o yazı hala oradaydı. Mağrur, kendinden emin gökyüzüne bakıyordu ve her sabah yurtlardan bölümlere gidenleri uğurluyor, akşam karşılıyordu. Sevgilinin el sallaması vardı bu uğurlama ve karşılamalarda sanki orada onu görmek dayanma gücü veriyordu öğrencilere.

Yeniden yazıldı, bu defa talaş ve zift karışımı yazının üzerine dökülüyor ve bu karışım yakılıyordu. Daha canlı, daha kalıcı oldu yazılımı. Ateşle birlikte umut yeniden yeşerdi, düş canlanıverdi bir kez daha. Örgütlendiler.

Başkaları da fark etmişti ateşi, 74 yılının Kasım ayında saldırdılar üniversiteye. Başaramadılar, geldikleri gibi kaçarak uzaklaştılar üniversiteden. Baskına katılanlardan biri kimliğini düşürüyordu telaştan. 3 yıl sonra Maraş katliamında adı yeniden duyulacaktı kimlik sahibinin, katliam sanığı olarak.

Bu olaydan sonra, 1973 tarihindeki seçimlerden sonra okuldan çıkarılan, jandarma tekrar okula yerleşecekti.

75’de ÖTK’nın kazanıldığı 6 aylık boykot vardı, 77’de Milliyetçi Cephe tarafından atanan, mütevelli heyeti ve onların rektörü Hasan Tan’a karşı yapılan 9 aylık boykot. İkinci boykot çok ağır olmuştu. Üniversite senatosu, öğretim üyeleri, çalışanlar, öğrenciler ve öğrenci velileri hepsi karşısındaydı yapılan atamanın. Hasan Tan “komandolarını” işçi kılığında üniversiteye doldurdu ve komandolar işlerini yerine getirmeye başladılar, ODTÜ’lülere saldırdılar. Öğretim üyelerinin evlerine bomba konuluyor, duraklarda öğrencilere saldırılıyor, kampus içinde terör havası estiriyorlardı.

Saldırının gerekçeleri arasında sayılmıyordu belki ama yazının orada olması birilerini kızdırıyordu, silmenin en kolay yolu olarak da bu yolu bulmuşlardı.

Ama başaramadılar, yazı yine yakıldı, boykotların kararlılığını simgeliyordu yakılışı. Sonunda kazanan direnen ODTÜ’lüler olmuştu.

21 Aralık 77’de Maraş’ta katliam yaşandı, 4 gün süren olaylar sonunda 107 kişi öldü, binlercesi yaralandı ve 26 Aralık’ta sıkıyönetim ilan edildi bu olay gerekçe gösterilerek.

78–80 yılları arasında ülkede saldırılar, katliamlar sürdürülürken, ODTÜ’lüler bir yandan yaşadıkları boykotun yaralarını sarmaya çalışıyor, diğer yandan bir ay süren uluslar arası şenlikler düzenliyorlardı. Şenlikler sırasında yazılı olmayan şenlik programındaydı DEVRİM yazısının yakılışı.

80’e gelindiğinde stattaki yazı o kadar çok yakıldı ki, sonunda betona işlemişti DEVRİM harfleri.

* * *

12 Eylül 1980’de yine idamlar, işkenceler, kayıplar vardı. Darbeden sonra 650.000 kişi gözaltına alındı ve 90 güne varan gözaltı sürelerinde ağır işkence gördü. Açılan 23 bin davada 210 bin kişi yargılandı, 14.000 kişi vatandaşlıktan çıkartıldı, 30.000 kişi siyasal sığınmacı olarak yurtdışına kaçtı, 171 kişinin işkenceden öldüğü belgeleriyle kanıtlandı. 30.000 kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı, 23.667 derneğin faaliyeti durduruldu.

Darbeden sonraki üç yıl içinde, gözaltında ya da cezaevinde 183 kişi öldü. Aynı tarihler arasında sıkıyönetim askeri mahkemelerinde savcılar 6533 ölüm cezası istedi. 23 adi/adli suçlu, 24 siyasal suçlu ve 1 Ermeni ASALA militanı olmak üzere 48 kişi idam edildi. Henüz 18 yaşına gelmemiş bir genç, Erdal Eren idam edildi. Örgütlenme özgürlüğünü, siyasal ve sosyal hakları ortadan kaldırdılar:

Öylesine baskıcıydı ki 12 Eylül, etkilerini bu güne kadar sürdürecekti.

O dönemlerde yazıyı yok etmek adına güvenlik güçlerince üzeri boyanıyordu. Kışın yağmur yağdığında üzerindeki boya çıkıyor, yazın güneş sonradan üzerine sürülen boyayı solduruyordu. Yıllar boyunca sürdü bu uğraşlar ve her defasında yine gösterdi yüzünü DEVRİM yazısı.

Bir daha yakılması için 10 yıl geçmesi gerekiyordu. 1990 yılında bir kez daha yakıldı, 22 yıl sonra ateş yazının üzerinde yeniden göklere yükseliyordu. Bu son yakılış üniversite yönetimini telaşlandırmıştı, değişik kurullarda o yazının tümüyle oradan kaldırılması tartışıldığı duyuluyordu, öneri ise beton blokların tümüyle kaldırılması oluyordu. Bu kurullardaki yapılan tartışmalar sonunda, yazının bu haliyle ODTÜ’nün bir simgesi olduğu ve yok edilmesinin bir anlamı olmayacağı kabul ediliyordu. Yazı orada bırakıldı, ama bir daha yakılmadı da.

* * *
93 yılıydı. Mayıs ayı içinde ODTÜ şenlikleri yapılıyordu. Şenlikler kapsamında Cem Karaca konseri vardı stadyumda. O gün çok daha öncesinden hazırlıklar yapılıyordu, binlerce mum alınmıştı ve konsere bir saat kadar kala bu kez stadyumun içinde mumlarla yazılmıştı devrim yazısı.

Konser başlangıcında yağmur çiseliyordu. Öğrenciler, mum alevinin dalgalanmasının ritmine uygun, DEVRİM yazısının içinde dans ediyorlardı. Yağmur sağanak haline dönüştüğünde, mumların titrek alevi canlılığını kaybetmiyordu. Yeni bir tarzdı bu fakat sonra yinelenecekti.

* * *

68’den bu yana stadyumun içinde yazının tekrarlanması, stadı da efsanevi hale getirmişti. Devrim stadı olarak anılıyordu artık, hatta bazen stat sözcüğü kullanmaya bile gerek duyulmuyordu.

Yurtta kalanlar, akşamları ellerinde ‘köpek öldüren’ şarap şişeleri ile “DEVRİM”e gidiyorlardı. Sahayı ya da stat merdivenlerini kullanıyorlardı bu iş için, üstte stadyumun arkasındaki ağaçlık bölgede başkaları olabilirdi çünkü onların rahatsız olmasını istemezlerdi.

Bir de aşklarını saha içine aktaranlar vardı ki, zor, ceremesi çok olan bir işti yaptıkları. Kar yağdığı gece herkes uykudayken stadyuma geliyorlar ve yuvarlanarak kocaman harflerle sevgililerinin adını yazıyorlardı.

* * *
Ve 2004 yılında yine stadyumun içinde vardı yazı. Bu kez yüzlerce öğrenci yan yana gelerek yazıyorlardı. El ele tutuşarak stadyuma “DEVRİM” yazan öğrenciler, hep bir ağızdan Venseremos’u söylüyorlardı. Sonra söz veriyorlardı, oluşan bu geleneğin seneye tekrarına.

İzinsiz Gösteri, Sayı: 23, 20 Aralık 2004

(*) Mete Ertekin’in 29 Aralık 2015 tarihli notu: Sevgili Yalçın, “DEVRİM” yazısını, benim de içinde olduğum 5 kişi yazdık. Gece yarısı 1.00’de başlayıp, sabaha karşı 6.30’da bitirdik. Çok uzun yıllar çıkmayan, şehir efsanesine dönen boyayı ben yapmıştım. Geçen yıl “Odtü Devrim Stadı”nda da güzel bir etkinlikle boyanın formülünü, yazıyı yenileyerek açıklamıştım. Sevgi ve dostlukla…