Orhan Yalçın Gültekin

Aynı oyunlar, ayrı okullar

Ben Samatya’da doğdum. Çocukluğum, bekâr gençliğim, evliliğimin ilk on yılı Samatya’da geçti. Annem, kız kardeşim hâlâ Samatya’da oturur. Ara sıra ziyaretlerine giderim. Samatya’yı teneffüs eder, Samatya’yı yaşarım. Ziyaret ettiğim annem midir, Samatya mı, hâlâ karar veremedim.

Samatya, İstanbul İstanbul olmadan önce kurulmuş en eski yerleşim birimlerinden biri. Zamanında çok büyük, önemli ve lüks bir eğlence merkeziymiş. Pera ortaya çıkınca önemini yitirmiş.

Çocukluğumda Samatya, Müslüman ağırlıklı, ama önemli sayıda Rum ve Ermeni kökenli Hıristiyan’ı da barındıran bir nüfus yapısına sahipti.

Cami kadar kilise vardı, yoksa kilise kadar camisi mi oldu demek gerekir, çünkü önce kiliseler vardı Samatya’da.

Eski görkemli günlerinden çok uzak çocukluğumun Samatya’sı, işçi-memur-küçük esnafın yaşadığı bir yerleşim birimiydi.

Akşam olunca işçi ya da memur amcalar otobüs ya da trenden iner, eve gitmeden önce kimi Rum, kimi de Rumların rahle-i tedrisatından geçmiş Türklerin işlettiği meyhanelere girer, iki tek atar, biraz söyleşir, sonra ceketlerinin dış cebine sokulmuş gazeteleri, file ya da kesekâğıtlarına doldurulmuş balık, ekmek, kıvırcık ya da marul ellerinde, evlerinin yolunu tutarlardı.

Bizim mahallede iki “normal” ilkokul, bir de Ermeni ilkokulu vardı. Yedikule İlkokulu diğer okullara göre uzaktaydı; 50 metre kadar sağında bir cami vardı. Sol duvarı ise bir kiliseye bitişikti.

Diğer iki okul, Yunus Emre İlkokulu ve Ermeni ilkokulu (nedendir bilinmez, önünden her geçişimde okurum adını ama belleğime yerleştiremedim bir türlü… Not düşeyim: Özel K.M.P Anarat Hığutyun Ermeni İlk ve Ortaokulu), birbirlerine çok yakındı. Aralarında iki-üç bina vardı.

Teneffüslerde iki okulun çocukları bahçelerine çıkar, ayrı bahçelerde aynı oyunları oynarlardı.

Neden ayrı okullarda okurlardı, aynı oyunları oynarken? Çocuk aklımla hep bu soruyu sorardım kendime. Hâlâ soruyorum aynı soruyu.

Ardashes

Bizim oturduğumuz sokağın adı Curcuna’ydı. (Her ne hikmetse sonradan Feridun Kılıç olarak değiştirdiler.) Bir çocuk için en uygun sokaklardan biriydi. Caddeden inen yokuşun bitiminde sokağımıza gelenleri karşılayan akasya ağaçları mis gibi kokular saçardı. Geniş bir meydanı vardı Curcuna sokağın; iki tane de boş arsası. Evlerin bir kısmında bahçe vardı; bahçelerde çokluk incir ağaçları.

Öğlen uykusu süresi hariç, sokak çocuk sesleriyle çınlardı. Yakan top, saklambaç, kukalı saklambaç, kukanı dik, Alman-Fransız, seksek, elmalı seksek, incir ve mısır koçanı savaşları, on iki adımdan dekman; yavaş yavaş futbol, basketbol, voleybol, hentbol…

Hele sokak/mahalle maçları… Para toplanır (genelde mahalleden bir ağabey fazladan bir şeyler katar), kupalar alınır. Evlerden fanila getirilir. Kazan kaynatılır, fanilalar boyanır, forma yapılır. Sonra kıran kırana, altıda devre-on ikide biter futbol maçı.

Yine de en sevdiğimiz oyun kovboyculuktu. Senaryolar yazılır, ekipler oluşturulur, hangi rolü kimin üstleneceği belirlenir ve “savaş” başlardı.

İlk kez bu oyunlardan birinde karşılaşmıştık herhalde. Adı Ardashes’di. Caddeden sokağımıza inen yokuşun sol tarafında bahçeli bir evde otururdu. Annesini anımsıyorum da, babası var mıydı hiç bilemiyorum.

Kovboyculuk oynarken hep aynı ekipte olmaya özen gösterirdik. O, bana kendi alfabelerini öğretmişti. Mesajları o alfabeyle yazardık. Birimiz yakalandığında ve mesaj ele geçtiğinde kimse bir şey anlamaz, biz kıs kıs gülerdik.

Çok bakımlı olmayan bir bahçe anımsıyorum. Büyükçe bir ağaç vardı, her yer otlarla kaplıydı. Ardashes’le birlikte bir Tarzan kulübesi yaptık ağaca. Sonra ağaçtan bahçenin diğer ucundaki duvara ipten köprü… Boş zamanlarımızın önemli bir bölümünü birlikte o Tarzan kulübesi ve ip köprü odaklı oyunlarla geçirirdik.

En iyi çocukluk arkadaşımdı Ardashes.

Sonra taşındılar. Ben de Diyarbakır’a gittim ilkokul beşinci sınıfı okumak için. Daha sonra Darüşşafaka dönemim başladı. Ardashes yoktu, nerede olduğunu öğrenemedim.

En iyi arkadaşımdı. Niye aynı sıraları paylaşamadık, aynı okul bahçesinde oynayamadık, hâlâ kabul edebilmiş değilim. Kabul etmeye de niyetim yok.

Ardashes… En iyi çocukluk arkadaşımdı.

İki kardeş

Dördüncü sınıftayız. Ders başlamış. Kapı tıklandı. Açtık. Müdür muavini kapıda, yanında biri kız iki yaşıtımız… Mahmut öğretmen muavinin yanına gitti. Kapıyı dışarıdan kapattılar; beş dakika kadar konuştular. Sonra kapı açıldı kızla oğlan önde, Mahmut öğretmen arkada, sınıfa girdiler.

Kızla oğlan kardeştiler. “azınlık” gruplardan birindendiler; hangi gruptan şimdi anımsamıyorum. Yer gösterdik. Oturdular ve ders başladı.

Biraz çekingendiler. İlk günler iki kardeş yan yana el ele bir köşede geçirirlerdi teneffüs saatlerini. Derste sorulmadan yanıt vermezlerdi.

“Azınlık” olmanın ne anlama geldiğini bilmiyorduk, öğrenmeye de çok meraklı değildik.

Kısa bir süre sonra onlar bize, biz onlara alıştık. Birlikte oynuyor, birlikte ders çalışıyorduk.

Sonra bir gün, din dersinde, Mahmut öğretmen “Siz isterseniz çıkabilirsiniz. Derste kalmaya mecbur değilsiniz.” dedi. İki kardeş, biraz huzursuz, el ele tutuşarak çıktılar sınıftan, bizi arkalarında şaşkın şaşkın bakar bırakarak.

Demek “azınlık” olmak bir yönüyle de buymuş. Din dersine girmeme hakkın var!

O olay hiç bir şeyi değiştirmedi. Birlikte oynadık, birlikte çalıştık.

Okul, sınıf, sıra arkadaşlarımdılar.

16 Mart 2002, 08.10

Haydar Ergülen ve 35C

Haydar Ergülen’in bir yazısını okumuştum çok önceleri… Bir otobüs hattı üzerinden aktardığı duygularına tanık olmuştum. Serde Kocamustafapaşalılık var ya… Ayrıca etkilemişti.

Haydar bey… Lütfen unutmayın 35C’yi. Kimleri kimlerle ve nelerle buluşturdu o hat.

Bir gün buluşalım Taksim’de. 35C bekliyor olacak bizleri. Götüreceği yerler hala var… İsterseniz Cerrahpaşa’da ineriz yine. Dümdüz ineriz sahile. Çay içeriz denizi seyrederek. Boylu boyunca yürürüz Samatya’dan Yedikule’ye dek… Acılara inat rüzgârı çekeriz içimize. Ferahlarız.

Bir gün buluşalım Taksim’de. 35C bekliyor olacak bizleri.

09 Mayıs 2006, 09.22

Zaman geçse de

Ben bayramlarda seyranlarda giderim yine semtime. Annem, kız kardeşim, enişte ve iki yeğenim hâlâ Samatya’da oturuyor. Bu anneler günü’nde de gideceğim.

Zaman acıyla eritiyor yaşadığımız mekânları. Ama anılar hemen canlanıyor ve artık olmayanları olur kılıyor. Hâlâ varlar, yaşıyorlarmış gibi hissediyorsun.

Sonra gözlerdeki perde açılıyor ve gerçekle karşılaşıyorsun. Üstüne keserle yürüyen cami imamı çoktan ölmüş, anımsıyorsun. Babanın ne dediğini anlamıyorsun diye göndermekten vazgeçtiği Kur’an kursu boşluğunu dolduran Nedime Hanım da yok.

Ardashes kim bilir nerelere savrulmuş.

Anneannen öleli çok olmuş ama hâlâ kapıyı açıp “gel, oğlum” diyecekmiş gibi bekliyorsun ama bulamıyorsun. Kokusu sinmiş ama her yere, burnunun direği sızlıyor.

Top oynadığımız yerlerde başka çocuklar oynuyor. Sanki sen oynuyormuşsun gibi izliyorsun onları.

Ne güzel kız diye peşinde dolaştığın, üç çocuklu bir anne ve iki torunlu bir nine olmuş. Dudaklarında bir tebessüm, başınla selamlıyorsun.

Çocukluğun gitmiş, biliyorsun ama yüreğin hâlâ çocuksa eğer, çocuk çocuk dolaşıyorsun sokaklarda her kaldırım taşında konaklayarak (ki bizim çocukluğumuzda toz topraktı oralar).

Hâsılı korkmaya hiç gerek yok. Ne arıyorsan onu buluyorsun.

09 Mayıs 2006, 21.49