Orhan Yalçın Gültekin
Samuel Johnson’a izafe edilen sözün doğrusu şöyle: “Patriotism is the last refuge of a scoundrel.”
“Patriotism”i kim “milliyetçilik” diye çevirdiyse yanlış çevirmiş; “patriotism”in karşılığı “yurtseverlik”tir. Bu durumda sözü, “yurtseverlik, bir alçağın son sığınağıdır” diye çevirmek gerek.
Boswell’e göre Samuel Johnson bu sözü 7 Nisan 1775 akşamı söylemiş. Sözün neye istinaden söylendiğine dair bir açıklama yok. Yine de Boswell’e göre bu sözle Johnson, yurtseverliği değil sahte-yurtseverliği suçlamış. (Bknz. Patriotism is the last refuge of a scoundrel).
***
Nereden baktığınıza bağlıdır: kimine göre milliyetçilik, kimine göre yurtseverlik, kimine göre de sosyalizm ya da komünizm, son sığınak olabilir.
Nitekim, Joyce Marcel, “Democracy is the last refuge of a scoundrel” [Demokrasi, bir alçağın son sığınağıdır] başlıklı makalesinde “Times have changed since Dr. Samuel Johnson said that patriotism is the last refuge of a scoundrel. Democracy is the last refuge now.” / “Dr. Samuel Johnson’un ‘yurtseverlik, bir alçağın son sığınağıdır’ demesinin üzerinden çok sular aktı/zaman değişti. Şimdi demokrasi, son sığınaktır.” diye yazmıştı.
17 Eylül 2006
***
Milliyetçiliği de yurtseverliği de özü itibariyle “burjuvazi”nin değil, “küçük-burjuvazi”nin akımları olarak ele alıyorum. Toplumsal temeli kır ve kent küçük-burjuvazisidir. Marx ve Engels’in Manifesto’da “sosyalizm”e uyguladığı tasniflemeyi milliyetçiliğe de uygulayabiliriz ve bu durumda “burjuva milliyetçiliği”, “feodal milliyetçilik” vb.den de bahsedebiliriz. Ama her durumda ana toplumsal temelin “genel bir milliyetçilik” yatkınlığını atlamamamız gerekir. Kent ve kır küçük-burjuvazisi, kazaen ya da konjonktürel olarak kendi dışındaki bir dünya görüşünü “savunuyor” durumunda görünürse de, bu “yabancı ideoloji” onun için yalnızca bir şal olacaktır.
Kapitalist emperyalizme karşı devrimin iki bileşeni olduğunu düşünüyorum: proleterya ve küçük-burjuvazi. Küçük-burjuvazinin ana gövdesini modern sınıfsal farklılaşmaya uğramamış köylülüğün oluşturduğunu, bilmem vurgulamama gerek var mı? Emperyalizme karşı devrim (millî devrim) özü itibariyle küçük üretici köylülüğün özgürleşmesi demektir. Proleterya açısından anti-emperyalist devrim, sosyalist devrim için atılması gereken bir ön adımdır, yani özsel değildir.
Peki ama küçük-burjuvazi bu devrimde hangi bayrak altında yer alır/alabilir? İki temel bayraktan bahsetmek gerekir: milliyetçilik ve demokrasi. Bu anlamda “proleter solcu”lara düşen görevlerden biri de küçük-burjuvazinin burjuva-feodal milliyetçilikten kurtulmaları yönünde çalışmak ve “kendi milliyetçilikleri”ni anti-emperyalist bir zemine oturtmalarına yardımcı olmaktır.
***
“Solculuk” denen şeyin özü itibariyle “küçük-burjuva”ca bir şey olduğunu düşünüyorum. Marksist solun kimi bölüntülerinden yayılan bir şehir efsanesine göre “burjuvazi”nin devrimci barutunu tüketmesiyle birlikte (ya da onu takiben), “proleter” olmayan her şey de “devrimci” ve “sol” olmaktan çıkmıştır. Bu şehir efsanesi, “köylülüğün yalnızca tarihsel bir olgu olduğu” saptamasının ifrada götürülmesinden kaynaklanmaktadır. Oysa görülüyor ki köylülük yaşamayı sürdürüyor, dahası modern kentleri bile “köy”e dönüştürüyor. Köylülüğün ve/veya küçük-burjuvazinin olmadığı bir kapitalizm, hele bir dünya sistemi söz konusu olduğunda yalnızca bir kurgulama olarak kabul edilmelidir.
“Proleter solcu”ların, kendi dışlarında da solcu bulunduğunu kabul etmeleri, uzun yıllardır süren yalnızlıklarını aşmalarına ve makus talihlerini yenmelerini sağlayacaktır.
***
Küreselleşme adı altında emperyalist merkezlerin ulus-devletin yeniden inşaına giriştiği de biraz zorlama bir yaklaşım gibi geliyor bana. Emperyalizmin kendisi bizatihi ulus-devletle uluslararası ve/veya ulus-aşan sermaye grupları arasındaki çelişme üzerinde yükselir. Uluslararası ve/veya ulus-aşan sermaye, bu çelişkiyi “kendi” ulus-devletlerini güçlendirip çevre ulus-devletleri kimi zaman işgal vb ile yıkmak, kimi zaman da bölüp parçalayıp ve/veya güçsüz düşürüp kontrol etmek için kullanmaya çalışmıştır.
Ulus-devlet, tek ya da baskın bir budun temelinde oluşmuş devletti. Federatif ve/veya konfederatif deneyimler, en azından Yugoslavya deneyiminin iflasıyla başarılı olamamış görünmektedir; yani bir “Yugoslav ulusu” oluşturulamadı. Şimdi emperyalist merkezlerden neşet etmiş yaygın eğilim ise “azınlık” kavramı vurgusu temelinde ulus-devletin mürur-u zamana uğramış (çağ dışı kalmış) olduğu savıdır. Oysa ki merkez ülkelerdeki deneyimlere bakıldığında “ulus devlet”in oralarda, “azınlık” ile “öteki ve beriki” haklarıyla birlikte daha da güçlendiğidir. Tam bir “kendi yer salkımı, ele verir talkımı” örneği…
***
Başa dönersek… Johnson’un “yurtseverlik, bir alçağın son sığınağıdır” sözünü, önce Ambrose Bierce tamamlamış: “Özür dileyerek belirtmeliyim ki (son değil) ilk (sığınaktır)”. Hemen ardından H. L. Mencken dahil olmuş mevzua ve demiş ki, “Daha da kötüsü var: (yurtseverlik) ahmakların ilk, orta ve son sığınağıdır”.
Son olarak da Joyce Marcel, Johnson’un sözündeki “yurtseverlik”i “demokrasi” ile değiştirmiş.
Oysa biz, Türkiyeliler, uzun zamandır biliyoruz ki (ya da bilmemiz gerekir ki) “sol”, alçakların, beceriksizlerin, ahmakların ilk, orta ve son sığınağı olmuştur. Sanırım başlıca görevlerden biri de “sol”u bunlardan kurtarmaktır.
[En azından bu bölüm için “sürç-ü lisan ettiysem af’fola” diyorum.]
18 Eylül 2006