Ece Temelkuran
Mahalli bir spor kulübünün, kendilerini üç büyüklerden birine hazırlayan yöneticileri olduklarını tahmin ediyorum. Öğlen rakısı içiyorlardı Boğaz’da. Alçakgönüllü, küçük bir Anadolu yakası meyhanesinde.
Rakı bitmişti de güveçte helvalarını ekmekle sıyıra sıyıra yiyorlardı. Hava güneşliydi. Deniz kıyısına atılmış masalardan birindeydiler. Velhasıl keyifleri yerindeydi yani. En azından öyle olması beklenirdi. Ve fakat seçimler yaklaşıyordu ve Türkiye o öğlen de “kritik bir süreçten” geçiyordu. Bu sebeple “siyaset” konuşuyorlardı. olayları “ortaya koyuyor”, süreci “tahlil” ediyorlardı.
CHP’ye yakın oldukları da belliydi. Masanın en ateşli iki kahramanı arasındaki muhabbet aynen şöyleydi:
– Ben, şimdi sorsalar “ordu mu, şeriat mı?” diye, nerden baksan orduyu tercih ederim yani.
– Kardeşim bu memlekete şeriat gelmez ki. gelebilemez.
– Nerden biliyorsun?
– Yahu bu memlekette Ermeni kültürü var, Rum kültürü var, Batı kültürü var. Gelmez şeriat.
– Yüzeysel bakıyorsun olaya.
– Arkadaş, bu memleket Osmanlı’da bile şeriatla yönetilmemiş, Şimdi mi yönetilecek!
– Yüzeyselsin. Geliyorlar işte. Ordu da geliyor ama.
– Yahu arkadaş, sen nasıl orduyu istersin?
– İstiyoruz demedik ki, birini seçmek zorunda kalsak ben ordu gelsin isterim.
– Gelmez diyorum ben sana şeriat, o kadar işte.
Demokrasi bir ‘kokteyl’ midir?
Bu, son derece “derin” tahliller masası muhtemelen bugünlerde birçok yerde kuruluyor. Muhtemelen aynı derinlikte, ikiden seçmeli memleket vizyonları ortaya koyuluyor. Üçüncü bir seçenek yokmuş gibi, olamazmış gibi net ve kesin bir inançla insanlar helvalarını sıyıra sıyıra yiyor. Neden böyle peki?
Üçüncü ve en doğru seçenek elbette laik, sosyal adalete dayanan bir demokrasi. ve fakat demokrasi denen icat bizim memlekette halk masalarında istenebilecek kadar “avam” değil, daha “elit” bir durum. Tarihsel nedenleri var muhakkak. Ama bir nedeni de bugün demokrasinin algılanma biçimi.
Demokrasi, Türkiye’nin batısında, büyük şehirlerde aydınların gittiği kokteyllerde konuşulan, o aydın bildirilerine ezberden okunan bir dua ismi gibi giren bir “şey”.
Demokrasi denince bugün Türkiye “ifade özgürlüğünü” anlıyor sadece. İnsan hakları denince de sadece ifade özgürlüğü anlaşılıyor. Oysa insan hakları dediniz mi ekonomik ve sosyal haklar da var.
Aç kalmama hakkı, sağlık ve eğitim hakkı yani…
Açların demokrasisi
Aydınlar nicedir “eski solcu” durumuna düşmemek için bu sosyal ve ekonomik haklardan söz etmiyor. Düz söylersek, açlıktan, yoksulluktan söz edilmiyor insan hakları ve demokrasi çerçevesinde. Böyle olunca da demokrasi ve insan hakları sadece “tokların” ilgileneceği haklar haline geliyor.
Memleketin Doğu’sunda ise demokrasi ve insan hakları geniş kitlelerce Kürt meselesinin gündeme taşınması için bir “araç” olarak görülüyor. Üstelik, en yoksul bölge olarak ekonomik ve sosyal haklar meselesi en çok orada gündeme gelmesi gerekirken.
Ordu ‘teminat’ oldu mu?
Kaldı ki o masalara ezberlettirilen ders gereği “ordu laikliğin teminatı”, şeriat tehlikesine karşı tek güçlü kale. Oysa öyle mi diye kimse durup düşünmüyor.
Zorunlu din derslerinin bu ülkeye darbeyle birlikte geldiğini bilmek, hatırlamak bile yeterliyken nasılsa bu “teminat ezberi” bir türlü bozulamıyor.
Yapılacak bir tek şey var:
Demokrasinin en çok yoksullara gereken bir şey olduğunu anlatmaya başlamak. İnsan hakları denen şeyin yoksul çocukların, zengin çocukları gibi yiyebilmesini, okuyabilmesini sağlamak için icat edilmiş bir şey olduğunu söylemek. Böylece bu memleketin yoksullarının, İslâmcı örgütlenmelerin yardımlarıyla “kullaştırılmaktan” kurtulmaları, şeriat korkusuyla “darbe sevici” olmaları engellenebilir.