Orhan Yalçın Gültekin

Aydın Doğan medyasının Almanya’da davası görülen “Deniz Feneri Derneği” ile Başbakan R. Tayyip Erdoğan arasında bir rabıta olduğuna dair yayını üzerine Başbakan’ın yaptığı açıklamada şöyle önemli bir sav vardı: Aydın Doğan, Hilton’u aldıktan sonra imar yasasında değişiklik yapılmasını istedi; bu karşılanmadığı için bize saldırıyor.” Geçenlerde HaberTürk ekranlarında da Fatih Altaylı, Aydın Doğan’ın bunu hep yaptığını söyledi. Aydın Doğan’ın katıldığı ihaleleri, ihale sonrasındaki imar planı değişikliklerini vb. yakından incelememiş, bunların çetelesini tutmamış biri olmama karşın, bunlara inanabilirim.

En büyük “komprador”un bizatihi padişah olduğu, Cumhuriyet meclislerinin aferizm salgınıyla malul olduğu, Türkiye ekonomisinin en önemli holdinglerinden birinin “devlet”e yaptığı işlerle ortaya çıktığını, bir diğerinin zamanında SSK primlerini ödememeyi adet haline getirdiğini, bu ülkenin bir yurttaşı ve otuz yılı aşkın bir süredir Türkiye’ye dikkatle bakmaya çalışan biri olarak, bu konularda söylenebilecek hemen her şeye inanabilirim.

Medya mensuplarının kalantorlarının iş takipçiliği de yaptığını, dahası asıl işlerinin bu olduğunu, yıllardır duyarız. İş takipçiliği ile ünlenmiş nice yayın yönetmeni, köşe yazarı vb. vardır.

Kişisel olarak biraz abartılı da olsa şöyle bir yaklaşım tarzım var: hepsinin birbiri aleyhine söylediklerini, yazıp çizdiklerini alt alta, üst üste, yan yana koyun; Türkiye medyasının hali ortaya çıkar.

Bu durum yalnızca medyaya özgü değildir.

Her zaman kadrolaşmadan şikâyetçi oluruz ama bu kadrolaşma konusundaki tavrımız da samimiyetten yoksundur. Çokluk kadrolaşma eleştirisi, “bizim saflarımızda olanların tasfiyesi” durumunda eleştiri konusu olur. Anımsıyorum da DSP ve MHP’nin eşzamanlı yükseliş dönemindeki yerel seçimde, MHP’li bir belde belediye başkanı göreve gelir gelmez bütün belediye işçilerini kapının önüne koymuş ve yerlerine de kendi tabanından işçiler almıştı. Adam, o kadar “dürüst”tü ki, açıkça şu mealde konuşmuştu: “Ne yani bana oy verenler işsizken, bana oy vermeyenleri mi tutacaktım belediyede? Kim yapmıyor ki, ben yapmayayım?”

Lafı uzattım biliyorum ama her siyasi hareketin yükselişi, devlet (ve belediye) kaynaklarının o siyasi yükselişle uyumlu iş çevrelerinin yükselişine de denk düşüyor. Hangisi hangisini koşullandırıyor, aralarında ne tür bir etkileşim var, ayrı bir konudur ama bunun bir vaka, dahası vaka-ı adiyye olduğunun söylenmesinin çok da itiraz gerektiren bir durum olmadığını, umarım siz de teyit edersiniz.

Taş Yapı olayı da buna benzer bir olaydır.

Efendim olay şudur…

Teşkilat-ı Mahsusa’nın önemli isimlerinden Satvet Lütfi Tozan, kırk yıl kadar önce, Darüşşafaka Cemiyeti’ne çok ama çok ciddi bir bağış yapar. Bahşedilenlerden biri de Koşuyolu’ndaki 11 dönümlük arazidir.

Darüşşafaka Cemiyeti’nin o dönemki yönetim kurulu (2000-2007), gelir sağlama amaçlı olarak hastane yapıp işletme meraklısıdır ve imar izni değişikliği için önce Kadıköy Belediyesi ile görüşür. Kadıköy Belediyesi’nin yetkinin Büyükşehir Belediyesi’nde olduğunu söylemesi üzerine de Büyükşehir Belediyesi nezdinde girişimlerde bulunur. Bu girişimlerden hastane yapımına olanak sağlayacak bir imar değişikliği elde edilemeyeceği sonucuna varan o dönemki yönetim, resmi başvuru yapmayı gerekli görmez ve söz konusu arazinin satışı yoluna gider. Arazi 2005 yılında Emrullah Turanlı’nın Taş Yapı şirketine 7 milyon dolara satılır.

İyi para gibi görünebilir ama öyle olmadığı sonradan ortaya çıkar. Söz konusu arazi, Taş Yapı’ya satıldıktan sonra, ilgi şirketin başvurusu üzerine imar planında değişiklik yapılır ve Taş Yapı, söz konusu arazide hastane yapma kararı alır. İmar planı değişikliğinden sonra ise arazinin değeri 70 milyon dolara yükselmiştir.

İmar değişikliğinin ne tür bir değişiklik olduğunu şöyle anlatabilirim: Taş Yapı devreye girmeden önce söz konusu araziye bodrum hariç 3 emsal inşaat izni veriliyordu; Taş Yapı devreye girip de imar değişikliği yapıldıktan sonraki durumda ise araziye 40 katlı otel ve ticaret alanı inşa edilebilecekti. Bu duruma ilk tepki, Validebağ Gönüllüler Derneği’nden geldi; Dernek, imar izninin iptali için idare mahkemesine başvurdu. Biz de Darüşşafakalılar Derneği olarak davaya müdahil olduk.

2006 yılında konu medyada da işlendi. Önce Halka ve Olaylara Tercüman, sonra Sabah gazetesi konuyu haber yaptı. Konu, televizyonlarda da işlendi. Kadir Topbaş, bizzat basın toplantısı yaptı ve söylediği yalnızca şuydu: “Darüşşafaka Cemiyeti’nin resmi bir başvurusu olmamıştır.” Bu (resmi başvuru yapılmamış olması), zaten bilinen ve medyada da işlenen bir konuydu. Belediye başkanından beklenen Cemiyet başkanını arayıp “Yahu, arkadaşlar, kim(ler)le görüştünüz de imar değişikliği olmayacağı bilgisini aldınız?” diye sormasıydı. Bunu bile sormadı.

Zaten başı başka konularla sıkıntıda olan Cemiyet yönetimi de sessiz kalmayı yeğleyince, iş bizim müdahil olarak katıldığımız davaya kaldı.

Efendim, bu davanın bir başka çetrefil tarafı daha var ki, yukarıda bahsettiklerimiz devede kulak kalabilir. O da doğrudan Marmaray projesiyle bağlantılıdır.

İstanbul’un iki yakasını deniz altından birleştirecek olan 2,5 milyar dolarlık Marmaray projesinin tünelleri, artık Taş Yapı mülkiyetinde olan arazinin 60 ve 62 numaralı parsellerinin altından geçecek!

DLH Genel Müdürlüğü Marmaray Bölge Müdürlüğü, “Buraya inşaat olmaz” diye uyardı ama bu da dikkate alınmadı.

Zemin ve deprem inceleme müdürlüğü de “Arazi üzerindeki dolgular temel zemin niteliği taşımıyor” diye rapor verdi.

Hal böyleyken böyle…

Bal tutan parmağını yalarmış… İktidara yakın olduğunuzda ya da bizzat iktidarı siz var ettiğinizde, olmazı olur kılabilirsiniz. Bu, hemen her iktidar için geçerlidir.

O unutulmaz reklamda denildiği gibi: “Yok aslında birbirimizden farkımız ama biz Osmanlı Bankası’yız.“