İbn-i Haldun

Bilmen gerekir:

Doğru yola ulaşmak için Tanrı bizi ve seni uyarsın.

Bu evrendeki yaratıkların tümünün bir düzen ve sağlamlık içinde olduğunu, “neden”lerle bunların yol açtığı şeyler arasında bir bağlantı bulunduğunu, oluşların oluşlarla bağıntısını ve kimi varlıkların kimine dönüştüğünü görüyoruz. Öylesine ki, evrenin bu konudaki şaşılası durumları bitip tükenmez. Derinliklerinin dibi bulunmaz.

Bu alandaki incelemeye, “cisimli görülebilirler dünyası”ndan başlıyorum. Ve bu dünyaya, önce “görülebilir öğeler dünyası”nı ele alarak giriyorum. Derece derece yükselerek “toprak”tan “su”ya, sonra “hava”ya, sonra “ateş”e, birbirine bağlı olarak nasıl bir dönüşüm ve oluşum olduğunu, her öğenin bir ötekine yukarı ve aşağı yönde dönüşme yeteneğini içerdiğini anlatarak.

Birbirine dönüşme yeteneğini taşıyan öğeler, zaman zaman dönüşürler de birbirlerine. Öğelerden üst basamağa yönelen, bir öncekinden daha az “yoğun”dur. “En yüksek” basamak olan “felekler (gökler) dünyasına dek” bu böyle gider. “Gökler dünyası” hepsinden daha az yoğundur. Birbirine bağlı tabakalar biçiminde sıralanma olur. İç içe öyle bir sıralanma olur ki [beş] duyu alanına girmez. Yalnızca “devinimler” duyulabilir. Kimi bilginler bu devinimlerin [göksel devinimlerin] niceliklerini, ölçülerini, konumlarını ve bunları içerenlerin varlıklarını öğrenme yolunu bulurlar.

Sonra “yaratış (tekvin) dünyası”na [varlıklar dünyasına] bir bak: “Maden”lerden başlayıp sonra “bitkiler”, daha sonra da “hayvanlar” biçiminde basamak basamak şaşılası bir oluşum içine nasıl girdiğine bak! “Madenler” kesiminin sonu, “bitkiler” kesiminin başlangıcına bitişiktir. Örnek: kuru ve tohumsuz bitkiler. “Bitkiler” kesiminin en son gelişme basamağında olanları, “hayvanlar” kesiminin ilkel olanlarına yakındır. Bitkilerin ileri derecede gelişmişlerine örnek: hurma ve üzüm. Hayvanların ilkellerine örnek: salyangoz, midye, istiridye. Bu hayvanlarda “dokunma” duyusunun ötesinde bir duyma gücü gelişmemiştir.

Söz konusu varlıkların birbirine yakın olmalarının anlamı odur ki, varlıklar dünyasından her kesiminin en ileri gelişme aşamasında olanı, bir sonraki kesimin ilkel aşamadaki biçimine dönüşme yeteneğindedir. Şaşılası bir yetenektir bu.

Dönüşümler yoluyla “hayvanlar dünyası” çok genişlemiş, sayıları çoğalmış ve oluşum basamağında “insan”a dek varmıştır. “Düşünce” ve “görüş” sahibi olan insana. “Düşünen insan” [Homo sapiens] aşamasına yükselme de, “duyu ve kavrama” güçlerinin birlikte bulunduğu, ama kavrayışın güç aşamasından, daha “gerçekleşmiş düşünce ve görüş” aşamasına varmadığı durumdan sonra gelişerek olmuştur. Bu aşamadaki hayvan, kendisinden sonra daha üst aşamada bulunan düşünen insanın ilkel biçimidir. Gözlemimize giren varlıklar içindeki gelişim ve oluşumların vardığı en son aşama budur.

Sonra şu konuya geçelim: Dünyaların her kesiminin ayrı ayrı ve çeşitli “eser”lerine [izlerine] tanık oluyoruz: “Duyulabilir dünya”da göklerin ve öğelerin devinimleri gibi eserler var. “Oluşlar (tekvin) dünyası”ndaki (her çeşit) artma, türeme, gelişme ve kavrama devinimlerinin sonucu beliren türden “eser”ler [izler] var. Tüm bu “eser”ler de bir “müessir”e tanıklık ederler. “Cisim”lerden “başka” olan “temel etken”e… Öyleyse bu temel etken ruhsal (tinsel) bir etkendir. Bu ruhsal etken varlıklara bitişiktir. Bu evrenin varoluşunda, bitişme ve bağlantının yeri olduğu için. Bu bitişiklik ve bağlantılı olmaktan ötürüdür ki, “kavrayan” ve “hareket ettiren” (causa efficiens), o ruhsal etkendir. Bu etkenin de üstünde, bu etkene kavrama ve devinme gücünü veren ve bitişik olan bir başka etken varlığının bulunması gerekir. Ve bu varlığın “salt kavrayış” ve “salt us” olması zorunludur. İşte bu varlık, “melekler dünyası”dır.

Buna göre, kişinin, göz açıp kapayacak bir zaman içinde bile olsa, “insanlık” durumundan sıyrılıp “meleklik” durumuna geçebilecek ve bir an için meleklerden biri oluverecek yetkinlikte bir ruh yapısına varabilmesi gerekir. Bu da, ancak, kişinin ruhsal (tinsel) varlığının “gerçekten yetkinleşmesi”nden sonra olabilir. Biraz sonra anlatacağımız gibi… Bu ruh yapısının, kendisinden sonra gelen ve yukarda değindiğimiz gibi birbiriyle bir düzen içinde bağlantısı olan varlıklarla ilişkisi (bütünlüğü) bulunur. Bu ruhun bir yukarı yönde, bir de aşağı yönde bağlantısı var: Bedenle bağlantısı, aşağı yönde bir bağlantıdır. Kişi ruhun bu bağlantısı sonucunda “duyum alanına giren kavrayışlar” elde eder. Öylesine ki, iş alanına geçen kavrayışa (el aklu bilfiil) ulaşmanın yolu hazırlanır onunla. Ruh yüksek yönde de “melekler”le bağlantılıdır. Kişi bu ruhuyla, “bilgiler basamakları”na ve “bilinmeyen”e ulaşma yollarına kavuşma yeteneğini kazanır. Çünkü “oluşlar dünyası”, meleklerin düşüncelerinde -zamana bağlı olmaksızın- vardır.

İşte yukarda sözünü ettiğim “varlıklardaki ve varlıkların güçlerindeki birbiriyle bağlantılı oluşun sağladığı evrendeki düzen ve sağlamlık” budur.

Şimdi şunun üzerinde duralım:

Sözü edilen “insan ruhu”, gözlerle görülür değildir. Ama bedendeki izleri ortadadır. İnsan vücudunun tüm organları, gerek toplu olarak gerek ayrı ayrı yönden, insan ruhunun ve bu ruhun güçlerinin araçları gibidirler.

Ruhun “yapıcı” (etken) gücü: Elle bir şeyi tutmak, ayakla yürümek, dille konuşmak ve bedenle genel devinim… Tüm bunlar birbirlerini destekleyerek ruhun yapıcı (etken) gücüyle meydana gelirler.

Ruhun “kavrayıcı” gücü (kuvve-i müdrike): Gerçi kavrama gücü, daha yüksek güce bağlı olur ve o yüksek (genel) kavrama gücüne varıp yükselir sonuç olarak. Ama genel kavrama gücü (kuvve-i natıka) diye de söylenen “düşünen gücün” (kuvve-i müfekkire) bir parçası olarak işlevini görür: Bu güce bağlı olan dış duyu güçleri; işitme, görme ve benzeri duyuları birer araç gibi kullanarak [algılarıyla] “iç duyu”lara yükselirler. Bu iç güçlerin ilki “ortak duyu”dur (hiss-i müşterek). Bu güç, duyulabilirleri algılar. Şeyleri “görülmüş”, “işitilmiş”, “dokunulmuş” olarak ve benzeri biçimlerde olur algılaması. Algıları bir tek nitelik alarak toplanır. “Dış duyu gücü”yle bu gücün algılama biçimi arasındaki fark da budur. Çünkü, dış duyularla olan algılamalar, bununki gibi üst üste binmez, bir tek zamanda birleşmez. “Ortak duyu gücü” (hiss-i müşterek), aldıklarını sonra “düş gücü”ne (kuvve-i hayale) iletir. Düş gücü, kişide duyulur şeyleri öylesine biçimlendiren bir güçtür ki, toplanan biçimler dış dünyadaki maddelerden soyulmuş (mücerred) gibi olur. Düş gücü, yalnızca bu ödevi görür. Gerek ortak duyunun (hiss-i müşterek), gerek düş gücünün yapacakları işlerde kullandıkları araçlar, “beyin”in ön kesimidir [önbeyindir].

“Önbeyin”in başlangıç kesimi birinci gücün [ortak duyunun], son kesimi de ikinci gücün [düş gücünün] alanıdır.

Sonra düş gücü algıladıklarını kuruntu merkezine (kuvve-i vahime), o da belleğe (kuvve-i hafıza) iletir.

Kuruntu merkezi, tek tek kişileri ilgilendiren durumların algılanması görevine ayrılmıştır. Zeyd’in düşmanlığı, Amr’ın doğruluğu-dostluğu, babanın [çocuğuna olan] acıması, kurdun yırtıcılığı gibi şeylerin algılanması görevine… Bellek ise algılanmış bulunan her şeyin “düşünce” niteliğinde alınıp korunulmasına yarar. Bellek, kuruntu merkezinin de (kuvve-i vahime) bir haznesi, bir deposu durumundadır. Gerek duyulduğu zaman depodaki şeyler [algılar] kullanılabilir.

Kuruntu merkeziyle belleğin, işlevlerini yerine getirmek için kullandıkları araçlar da, “arkabeyin”dir. Arkabeyinin başlangıcı birincisinin [kuruntu merkezinin], son kesimi de ikincisinin [belleğin] alanıdır.

Tüm bu güçlerin algıladıkları, “düşünce gücü”ne yükselir. Düşünce gücünün ödevini yerine getirmek için kullandığı araç, beynin “orta kesimi”dir [“ortabeyin”dir]. Düşünce gücü, düşünce devinimini oluşturan ve akıl yürütmeye yönelten bir güçtür. Bu gücün itişiyle ruh o yönde sürekli devinir. Çünkü insan ruhuna, insana vergi kavrama gücü ve yeteneği kazanmaya doğru çekilip yoğunlaşması için gerekli özellik verilmiştir. Bu özellikle insan ruhu, güç durumundaki kavrama aşamasından, iş (fiil) durumundaki akıl yürütmeye (akıl bilfiil) geçer. İnsan ruhundaki güçler, “en yüksek kurula” (mele-i âlâ, melekler dünyası) benzeyerek ruhun algılamaları için işlev görürler. İnsan ruhu, yüksele yüksele algılamaları cisimli araçlarla olmayan “ruhsal varlıklar” [melekler] gibi sürekli devinir duruma gelir. Tüm çabasını bu yöne [algılama yönüne] doğru yöneltir. İnsan ruhu kimi zaman “insansı” nitelikten, yani insana özgü ruhsal yapıdan bile tümüyle sıyrılır, “melekliğe” ulaşır. “en yüce kesime” [melekler dünyasına] girer. Hiçbir çabası olmaksızın bile ulaşabilir bu duruma. Tanrının onda yarattığı doğuştan varolan, ilk yaratılıştaki bu duruma yatkın özelliğiyle…

* İbn-i Haldun, Mukaddime, Onur yayınları, Turan Dursun çevirisi, Ankara 1977, Cilt 1, s.242-246.