Benedict Anderson
Kayda değer bir fark var mı?
Ne iyi ki uzun zamandır Asya değerleri hakkında fazla bir şey duymuyoruz. Bu “değerler“ otoriter yönetimi, eş-dost kayırmayı ve rüşveti haklı çıkarmak adına diplomatça bir söylem tutturmuş olan bazı devlet liderlerinin yüzsüz retorikleri haline gelmişti çünkü. Neyse ki, 1997’deki mali kriz, kalıcı iktisadi büyümeye ve refaha giden kestirme bir yol bulunduğu iddialarına ağır bir darbe indirdi. Milliyetçiliğin özgün bir asya formu bulunduğu fikri çok da yeni sayılmaz, hatta bu fikrin kökleri yüzyıldan öncesine dayanmaktadır. [1] Bu fikrin asıl kaynağı, ırkçı Avrupa emperyalizminin, “Doğu Doğu’dur, Batı da Batı. ikisi asla bir araya gelemez,” demekte direten o bildik söylemdir. Ancak yirminci yüzyılın başlarında, bu iflah olmaz ırkçı ikiliği kullanmaktaki ısrar, Asya’nın farklı bölgelerindeki bazı milliyetçiler tarafından, yaygın direnişin mutlak-yabancı hâkimiyetine karşı yönlendirilmesine çevrilmeye başlanmıştır. Böylesine radikal bir ikilik, teorik ya da ampirik düzeyde gerçekten doğrulanabilir mi?
Ben şahsen milliyetçilik türleri arasındaki belirleyici ayrımın -geçmişte, bugün ve yakın gelecekte- Doğu-Batı çizgisinde aranabileceğine inanmıyorum. Asya’daki en eski milliyetçilik akımları (burada Hindistan, Filipinler ve Japonya’yı düşünüyorum) Avrupa ve onun denizaşırı ülkelerindeki (Korsika, İskoçya, Yeni Zelanda, Estonya, Avustralya, Bask, vb.) milliyetçilik akımlarından daha eskidir. Filipin milliyetçiliği, kökeni itibariyle -belirgin sebeplerle- Küba ve kıta Latin Amerikası’ndaki örnekleriyle benzeşir. Osmanlı Türkiyesi’nde, Çarlık Rusya’sında ve Büyük Britanya İmparatorluğu’nda karşılaşabileceğimiz geç on dokuzuncu yüzyıl resmi milliyetçiliğiyle, Meiji milliyetçiliğinin belirgin benzerlikleri vardır. Yine Hint milliyetçiliğiyle, İrlanda ve Mısır milliyetçiliği arasında morfolojik paralellikler kurulabilir. Ayrıca, insanların Doğu ve Batı için göz önünde bulundurdukları unsurların zaman içinde defalarca değişime uğradığı hesaba katılmalıdır. Yüzyılı aşkın bir süre boyunca, nüfusunun İslâmi yönelimine rağmen Osmanlı Türkiye’sinden, İngilizcedeki yaygın deyişle Avrupa’nın hasta adamı olarak söz ediliyordu ki, bugün Türkiye hâlâ Avrupa Birliği’ne girmek için büyük çabalar harcamaktadır. Kendisini tümüyle Hıristiyan sayan Avrupa’da -Müslüman Arnavutluk’u unutarak- ise, günümüzde Müslümanların sayısı hızla çoğalmaktadır. Rusya’ya uzun zaman büyük Asya devleti gözüyle bakılmıştı ve Avrupa’da, Rusya’nın hâlâ aynı konumda olduğunu düşünen pek çok insan vardır. Japonya’da bazı insanların kendilerini bir çeşit beyaz saydıklarını da mutlaka eklemek gerek. Peki, ya Doğu’nun nerede başlayıp nerede bittiği belli mi? Mısır, Afrika’da; ama önceleri Yakındoğu’nun bir parçası sayılıyordu ve artık Yakındoğu’nun ortadan kalkmasıyla Ortadoğu’nun bir parçası olmuştur. Papua-Yeni Gine, Avrupa’ya göre, japonya kadar Uzakdoğu’da yer almaktadır, ama kendisini hiç de öyle konumlandırmaz. Cesur ve yeni küçük Doğu Timor devleti Güneydoğu Asya’nın mı, yoksa bazı açılardan -Lima ve Los Angeles gibi- Uzakdoğu olarak nitelenebilecek Okyanusya’nın mı bir parçası olacağına karar vermeye çalışmaktadır.
Bu tür sorunlar, güya değişmez olan Avrupa ve Asya sınırları üzerinden gerçekleşen göçlerle iyice içinden çıkılmaz bir hal almıştır. 1842 yılında Çin limanlarının çeşitli antlaşmalar doğrultusunda kullanıma açılmasıyla milyonlarca insan Kutsal Krallık’tan denizaşırı topraklara -güneydoğu Asya, Avustralya, Kaliforniya gibi- akmaya başladı ve bu hareketlilik daha sonra bütün dünya geneline yayıldı. Emperyalizm, Hintlileri Afrika, güneydoğu Asya, Okyanusya ve Karayipler’e; Cava halkını Latin Amerika, Güney Afrika ve Okyanusya’ya; İrlandalıları ise Avustralya’ya götürdü. Japonlar Brezilya’ya, Filipinliler İspanya’ya… Bu böyle sürdü gitti. Soğuk savaş ve onun yan etkileri, köre, Vietnam, Laos, Tayland, Malezya, Tamil, vb. halklarını da kapsayacak biçimde bu akışı hızlandırdı. İşte bu yüzden Kore, Çin ve Japonya’da kiliseler, Manchester, Marsilya ve Washington D.C.’de camiler, Los Angeles, Toronto, Londra ve Dakar’da Budist, Hint ve Sih tapınakları mevcuttur. Çağdaş iletişimle ilgili her şey bize bu akışın devam edeceği ve muhtemelen daha da hızlanacağı izlenimini uyandırıyor: hatta bir zamanların içe dönük Japonya’sı bile, tarihinde görülmedik kadar çok sayıda yabancı yerleşimciyi barındırmaktadır; eğer bu gelişim ve refah düzeyi kalıcı olacaksa, bu ülkenin demografik profili daha çok göçmen gelmesini gerekli kılacağa benzemektedir.
Bu göçler sebebiyle önümüzde beliren şey, fazlasıyla karmaşık ve hâlâ çoğunluğu cevapsız kalan -kimliklerin ne olacağı ve nasıl oluşturulacağı gibi- sorulardır. Bu konuda size kısa bir anekdot aktarmak isterim. Yaklaşık dört yıl önce, Yale Üniversitesi’nde bir lisansüstü seminerde milliyetçilik konulu bir ders veriyordum. Derse başlamadan önce, bütün öğrencilerden geçici bile olsa uyruklarını belirtmelerini istedim. Sınıfta çehreleri ve ten renkleri nedeniyle bana “Çinli” gibi görünen üç öğrenci vardı. Onların cevapları hem beni hem de sınıftaki herkesi şaşırtmıştı. Batı sahili aksanıyla konuşan birincisi, dürüstçe “Çinli” olduğunu söyledi, ama ardından Amerika’da doğduğu ve Çin’e hiç gitmediği anlaşıldı. İkinci öğrenci, usulca “Tayvanlı olmaya gayret ettiği”ni söyledi; 1949’da Çang Kay-Şek ile Tayvan’a geçen bir Komintang ailesinden geliyordu, kimliğini orada vermişlerdi, yani “Çinli” değildi. Üçüncüsü, “kahretsin, ben Singapurluyum. Amerikalıların benim Çinli olduğumu sanmalarından bıktım artık, değilim işte!” dedi sinirle.
Melez milliyetçilikler
Benim öne sürdüğüm gibi, doğu ile batı, Avrupa ile Asya arasındaki farklılıklar, milliyetçilik üstüne düşünmemizi sağlayacak en gerçekçi ya da ilginç eksenler değilse, o zaman daha verimli olan hangi alternatifler üzerine durabiliriz? Imagined Communities (Hayali Cemaatler, 1995) başlıklı kitabımın temel argümanlarından biri, içlerinden doğdukları eski siyasal biçimler (yani, krallıklar ve özellikle de pre-modern imparatorluklar ile bunların modernliğin erken zamanlarındaki türleri) iyice ölçülüp biçilmeden milliyetçiliğin çeşitlerinin anlaşılamayacağıdır. Milliyetçiliğin en eski biçimi (benim melez milliyetçilik dediğim hali), sınırlarını her zaman olmasa da sıklıkla çok uzaklara, denizaşırı ülkelere kadar genişletmiş olan imparatorluklarda yeşermiştir. Egemen merkezle din, dil ve âdet birliği olan, ancak sonraları giderek artan bir baskıyla ve yabancılaşmayla yüz yüze gelen Eski Topraklar’ın göçmen halkları, bu milliyetçiliğin öncülüğünü yapmıştı. 1776 ile 1830 yılları arasında bağımsızlıklarını kazanan Amerika birleşik devletleri ve çeşitli Latin Amerika devletleri, bu tarz milliyetçiliğin en bildik örnekleridir. Melez milliyetçiliklerinin gerekçelerinden biri kendilerine has tarihçeleri ise, diğeri de özellikle yerel geleneklerden, coğrafyadan, iklimden, vb. habersiz olan yerleşimcilerle yerli nüfusunun birbirine karışmış olmasıdır.
Bu çeşit melez milliyetçilik hâlâ tüm canlılığıyla ayaktadır, hatta yayılmakta olduğu bile söylenebilir. Quebec’teki Fransız-yerleşimci milliyetçiliği, 1950’lerin sonlarında doğmuştu ve bugün bile burası Kanada’dan kopmanın eşiğinde durmaktadır. Benim ülkem İrlanda’da kuzeydeki “yerleşimci” meselesi halen sıcaklığını korumaktadır ve ülkenin bütünleşmesinin önünde her zaman bir engel olarak durmuştur. Güney’de ilk milliyetçilerden bazıları, 1798 ayaklanmasının genç isyancıları, ya yerleşimci ailelerinden geliyorlardı ya da bu ayaklanmaya katılmış olan benim atalarım gibi Kelt-Katolik kökenli, göçmen ve yerli karışımı ailelerden. Avustralya ve Yeni Zelandalılar da bu günlerde melezleştirilmiş milliyetçiliklerle meşguller; Aborjin ve Maori gelenek ve simgelerinin öğelerini içselleştirerek, Birleşik Krallık’la farklılıklarını belirginleştirmeye çabalıyorlar. Gözlemleyebildiğimiz kadarıyla Batı’daki durum şimdilik böyle. Bazılarını gücendirmeyi göze alarak söylemek isterim ki, Tayvan milliyetçiliğinin bazı özellikleri bile, biraz farklı bir tarzı olsa da, Singapur milliyetçiliğinde olduğu gibi açıkça melez bir nitelik taşımaktadır.
Bu milliyetçiliklerin asıl tabanları, özünde kutsal krallığın güneydoğu kıyı bölgelerinden gelen, kimi emperyal devletten kaçan, kimi bu devlet tarafından gönderilmiş olan “denizaşırı” yerleşimcilerdir. Bu göçmenler, bize Yeni Zelanda ve Brezilya’daki, Venezuela ve beyaz Güney Afrika’daki örneklerini hatırlatacak şekilde, bazen sükûnetle ve bütünleşerek, bazen de şiddete başvurarak kendilerini yerli halka kabul ettirmişlerdir. Emperyal merkezle çeşitli derecelerde din, kültür ve dil benzerlikleri olan bu melez ülkeler, her şeye rağmen zamanla özgün gelenekleri, simgeleri ve tarihsel deneyimlerini oluşturmayı başarmışlar, sonunda emperyal merkezi, fazlasıyla baskıcı ya da uzak bularak siyasal bağımsızlıkları için harekete geçmişlerdir. Kimse, Tayvan’ın Japon emperyalist yönetimi altında geçen elli yılının eşsiz bir önem taşımadığını inkâr edemez. Quebec’teki Fransız göçmenler de Britanya’nın emperyal yönetimi altında neredeyse 200 yıl boyunca büyük bir eziyet çektiler. Aynı eziyete Hollandalılar da yarı-ülke Güney Afrika uğruna maruz kaldılar. Ya da emperyalist Japon kültürünün, denizaşırı “Çin” kültürüne, emperyalist Britanya kültürünün denizaşırı “Fransız” ve “Hollanda” kültürlerine olduğundan daha yabancı olduğunu savunmak mümkün müdür?
Irkçı Avrupa veya batılı melez topluluklarla diğerleri arasında basit bir ayrım olduğu da iddia edilemez. Amerika Birleşik Devletleri, Güney Afrika ve Arjantin had safhada ırkçıydı; ancak Quebeclilerin, Tayvan’daki güneydoğu Çinli göçmenlerden veya Brezilya’daki Japon göçmenlerden daha ırkçı olduklarını söylemek o kadar kolay olmayacaktır. Bu kanıt doğruysa, on sekizinci, on dokuzuncu, yirminci ve tabii ki yirmi birinci yüzyıllarda, Asya’da olduğu gibi Amerika kıtasında, Avrupa’da, Afrika’da ve Antipodlar’da da yeşeren melez milliyetçiliklerimiz var demektir. Ancak beklenmedik bir yan etkiyle: bugün, “sahibi” olduklarının bilincinde olmadan İspanyol, Fransız, İngiliz veya Portekiz dillerini (kendi çeşitlemeleriyle) paylaşan pek çok ulus var günümüzde. Ayrıca, yakın bir gelecekte Çinlilerin de kendi uyanışlarını gerçekleştireceklerini göz ardı etmememiz yerinde olur kanaatindeyim.
Milliyetçiliğin, Hayali Cemaatler’de kapsamlı biçimde ele alınan ve burada değinmenin yerinde olacağını düşündüğüm ikinci bir türüne, Hugh Seton-Watson’ın takipçisi olarak, ben resmi milliyetçilik adını veriyorum. Milliyetçiliğin bu türü, tarihsel olarak yöneticilere, aristokratlara ve emperyal merkeze yöneltilmiş, toplumun alt katmanlarından gelen halk milliyetçiliğine karşı reaksiyoner bir tepki olarak doğmuştur. Çar’ın yüzlerce etnik gruba ve dini topluluğa hükmettiği, kendi çevresinde -tebaasıyla arasındaki medeniyet farklılığının bir göstergesi olarak- Fransızca konuşulan, Çarlık Rusya’sı bu türün en çok bilinen örneklerinden biridir; öyle ki sanki Rusça sadece köylülerin diliydi. On dokuzuncu yüzyılda halk milliyetçiliği imparatorluk çapında (Ukrayna, Finlandiya, Gürcistan, vb. yerlerde) yayılmaya başlayınca, Çarlık, tebaasının tamamının Rus milletini oluşturduğuna kanaat getirdi. 1880’lerde -yani bugünden sadece 120 yıl önce- Çarlığı ve tabasını aynı çatı altında toplamak üzere -daha önce şiddetle kaçınılan durum buydu-ölümcül bir Ruslaştırma politikası uygulanmaya başlandı. Aynı şekilde Londra (büyük bir başarıyla) İrlanda’yı Anglikanlaştırmaya, emperyal Almanya (küçük bir başarıyla) elindeki Polonya’yı Almanlaştırmaya çalışmış; emperyal Fransa (kısmi bir başarıyla) İtalyanca konuşulan Korsika’ya Fransızcayı, Osmanlı İmparatorluğu da (tümüyle başarısızlığa uğrayarak) Arap dünyasına Türkçeyi empoze etmeye çabalamışlardır. Kendi savımı tekrarlayacak olursam, her koşulda, eski imparatorluğun geniş vücudu üzerindeki sert ve gergin derili ulus kavramını esnetmek için büyük gayret gösterildiğini söyleyebiliriz.
Milliyetçiliğin bu biçiminin benzersizce Batılı ya da Avrupalı olduğu söylenebilir mi? Bence mümkün değil. Örneğin, yakın zamanlarda Tessa Morris-Suzuki’nin dikkate değer kitabında [2] değinilmiş olan, Japonya’nın ilginç durumunu ele alalım. Uzunca bir süre, Tokugawa başkumandanlığı, Ainu’ların Tokugawa-Japonları gibi giyinmelerini ya da onların âdetleri ve geleneklerini benimsemelerini yasaklayan bir politika gütmüştü. Aynı biçimde, Edo’ya vergilerini getiren Ryukyu temsilcilerinin de olabildiğince egzotik Çin giysileri kuşanmaları isteniyordu. İki örnekte de temel düşünce, bu periferi (barbar) halkları emperyal merkezden mümkün olduğunca dışlamaktı. Ancak resmi Meiji milliyetçiliğinin yükselişiyle, uygulanan politika tersine döndü: Ainu ve Ryukyu’lar artık Meiji oligarşisinin ait olduğu aynı ilkel ve antik Japon ırkının türlerinden sayılıyorlardı. Bu iki topluluğu Japonlaştırmak adına, ikna edici ve daha çok da zorlayıcı olan her yol (belirsiz ve değişken bir başarıyla) denenmiştir. Daha sonraları köre ve Tayvan’daki emperyal siyasetin de aynı mantıkla hareket ettiği söylenebilir. Koreliler Japon adları alacak ve Japonca konuşacaklar, Tayvanlılar küçük kardeşleri olarak Korelilerin takipçisi olacaklardı. Sonunda hepsinin Japonlaşacağı sanılıyordu, ikinci sınıf Japonlar olsalar bile. Tıpkı 1920’ye kadar Birleşik Krallık’taki İrlandalıların ve 1920’ye kadar Almanya’daki Polonyalıların olduğu gibi…
Aslında, hepsinden kat kat daha muhteşem ve ironik olan durum Kutsal İmparatorluk’ta yaşanmıştır. 1644 yılından, doksan yıldan daha az zaman önceki yıkılışına kadar kutsal imparatorluk, Mançuryalı -ve ayrıca Mançurya dilini konuşan- bir hanedan tarafından yönetiliyordu. (Bunda şaşılacak bir şey yok elbette. On birinci yüzyıla kadar Büyük Britanya’da da İngiliz hanedanı yoktu: şimdiki kraliyet ailesinin ilk iki hükümdarı, I. ve II. German George, neredeyse hiç İngilizce konuşamıyorlardı ve bu kimsenin umurunda değildi.) bu tuhaf durumun yaklaşık 110 yıl öncesine kadar pek az kimseyi rahatsız etmiş olması, Çin milliyetçiliğinin geç filizlendiğinin çarpıcı bir işareti sayılabilir. Nüfusu Mançulaştırmak ya da Mançurya dilini benimsetmek için hiçbir girişim yoktu, çünkü zaten hükümdarların prestiji, başka yerlerde olduğu gibi, benzerliğe değil, farklılığa dayanıyordu. Dul imparatoriçe, son çare olarak Çin geleneği adına, batı emperyalizmine olan yaygın düşmanlığı sömürmeye kalkıştığında artık çok geçti. Hanedan 1911 yılında tarihe karıştığında bir bakıma Mançuryalıların da sonu gelmişti. kendisi bu gerçeği saklıyor olsa da, bugün Çin’in en popüler yazarlarından biri olan Wang Shou da Mançuryalıdır.
Sonunda Çin milliyetçiliği sahneye çıktığında, dünya tarihine göre oldukça geç bir zamandı. Muhteşem Li Ta-Çoa’nın, henüz ilkbaharını yaşayan Çin’i anlatan o meşhur makaleyi yazmasına olanak veren şey budur. Ancak dünyada pek az kıyaslanacak örneğin kaldığı özel bir durumda ortaya çıkmıştı. Japonlarınki de dâhil olmak üzere, devrin çeşitli emperyalizmleri Çin’e girmişti, ancak Çin fiilen sömürgeleşmemişti. O zamana kadar birbiriyle yarışan emperyal güçler vardı; hatta geniş toprakları olan Hindistan’ı içine almakta güçlük çeken Büyük Britanya, ondan daha da geniş olan emperyal Çin’i de ele geçirme düşüncesiyle kendinden geçiyordu. (en yakın örnek, muhtemelen emperyal Etiyopya olabilir.) ayrıca emperyal Çin’in hem gerçek sınırları vardı hem de bu sınırları, bir ayağı çukurda olan, Ruslaşmakta pek de başarılı olamayan Çarlıkla paylaşıyordu. Japon deniz kuvvetlerinin çarlık filosu üzerindeki üstünlüğüyse, Mançurya hanedanının yıkılışından sadece altı yıl, çarlığın kanlı sonundan on iki yıl öncesinde sağlanmıştı. Tüm bunlar, en çok da Çin’deki ilk kuşak milliyetçileri, imparatorluğun fazla sorun çıkarmadan bir ulusa dönüştürülebileceği konusunda cesaretlendirmiştir. Aynı devirde İstanbul’daki Enver Paşa da, üç nesil sonra Adis Ababa’daki Albay Mengistu Mariam da ve bugün Moskova’da Albay Putin de aynı şeyi hayal etmişlerdir. Bu yüzden, dünya çapındaki anti-emperyalist hareketin sonucu olan halk milliyetçiliği ile geç on dokuzuncu yüzyılın resmi milliyetçiliğini, fazla üzerinde durmadan kaynaştırma yoluna gitmişlerdir. Biliyoruz ki, ikincisi kaynağını halktan değil, devletten almaktadır ve halkın özgürleşmesi olarak değil, milli sınırların korunması olarak görülmektedir. İşte bu yüzden, Sun Yat-Sen gibi hakiki bir halk milliyetçisi olan, ayrıca Güneydoğu Asya ile Orta Asya sınırları üzerinde gülünç talepler ileri süren birinin garip davranışlarının temelinde, çoğu Çinli olmayan ama halk milliyetçiliğinin üzerine yürümesi gerektiği düşünülen hanedan hükümdarlarının, gerçek ya da hayali topraklarını fethetme arzusu yatıyordu. Sonradan bu mirası farklı zamanlar ve boyutlarda, hem Komintang hem de Çin Komünist Partisi benimsediler.
Aynı devirde, eski Kutsal İmparatorluk az önce değindiğim gibi, tümüyle emsalsiz değildi. Emperyalizmin ve anti-sömürgeci milliyetçiliğin hiç değilse, periferi sayılan Moğolistan, köre, Vietnam, burma, Hindistan ve Pakistan için uydurduğu sınırları ve yeni devletleri, mirasçıları farklı zamanlarda ve geldikleri farklı çevrelere göre kabul ettiler. Bu kabulleniş, aslında temel olarak, tıpkı Birleşmiş Milletler’de ve onun önceli “Cemiyet’te” temsil edilen diğer onlarca ulus gibi, Çinlilerin bir ulus olduğunu ileri süren yeni fikirden de kaynaklanmaktaydı. Tayvanlı tarihçiler 1895 ile 1945 yılları arasındaki çeşitli zamanlarda, anavatandaki egemen grupların, Tayvan’ın statüsünü bir Japon kolonisi olarak kabullenmiş olduklarına ve Tayvan halkının, bazen de Kore halkının, Japonya’ya karşı verdiği bağımsızlık mücadelesini desteklediklerine dikkat çekmişlerdir. Bugün anavatanda halk milliyetçiliği ile resmi milliyetçilik arasındaki göze çarpan çelişkiler, daha önce de değindiğim gibi emsalsiz değildir. Dünyanın değişik bölgelerinde karşımıza çıkabilirler. Ancak geniş toprakları, muazzam nüfusu ve bir zamanlar diktatörlüğünü mazur gösteren sosyalizmi terk ederek yenilenmiş yönetim biçimini resmi milliyetçiliğe dönüştürme sinyalleri veren hükümeti nedeniyle, Çin’de bugün özellikle önem taşımaktadır.
Geçmişin ve geleceğin görünümü
Resmi milliyetçiliğin, onu diğer milliyetçilik türlerinden ayırma eğiliminde olan bir özelliği daha var yeryüzünde. İlk zamanlarda tüm örgütlü toplulukların kendi bütünlükleri adına, birbirlerinin pek de zıttı sayılmayan geçmiş zaman imgelerine bağlı olduklarını söylemek sanırım yanlış olmaz. Bunlar sözlü gelenek, halk şiirleri, dini eğitim, saray tarihçiliği, vb. vasıtasıyla aktarılırdı. Kendimizi zorlasak da bu imgelerin içinde belirgin bir gelecek kaygısına rastlayamayız. Milliyetçilik on sekizinci yüzyılın sonlarında dünyaya yayıldığında, her nasılsa tüm bunlar temelinden değişime uğradı. Endüstriyel devrim ve modern iletişim sistemlerinin harekete geçirdiği toplumsal, kültürel, ekonomik ve siyasal değişimin rüzgârına tutularak, ulus kavramı kendisini gelişme fikrine dayandıran ilk siyasal-ahlaki biçim oldu. Çağlar boyunca kimsenin umurunda olmadan sessizce yok olan binlerce topluluk adının kayıtlarının varlığına rağmen, katliam kavramının yakın zamanlarda icat edilmiş olmasının nedeni budur. Değişimin hızı ve gelecek kavramının gücü, aynı zamanda halkların geçmişle ilgili düşüncelerini de kökünden değiştirmiştir.
Hayali Cemaatler’de, bu değişimin doğasını, bize bebeklik fotoğraflarımız gösterildiğinde yaşadığımız güçlükle karşılaştırarak aydınlatmaya çalıştım. Bunlar, fotoğrafların suretinde görebileceğimiz, endüstriyel hafızanın ürünü olan güçlüklerdir. Anne-babalarımız o fotoğrafın bizim bebekliğimiz olduğunu söylerler; ama bizler fotoğrafın çekildiği anı hatırlamayız, bir yaşındaki benliğimizi hayal edemeyiz, hatta ebeveynlerin yardımı olmasa kendimizi tanıyamayız bile. Sonuçta, etrafımızda geçmişe ait sayısız iz -anıtlar, tapınaklar, yazılı kaynaklar, mezarlar, sanat eserleri, vb.- olmasına rağmen, bu geçmiş bizim açımızdan gittikçe daha erişilmez bir hal alır ve dışımızda kalır. Bunun yanı sıra, çeşitli nedenlerle, hayata tutunulacak bir çıpa misali geçmişe ihtiyacımız olduğunu hissederiz. Ancak buradan, geçmişle olan ilişkimizin bizden önceki devirlere göre daha siyasal, ideolojik, yarışçı, parçalanmış, hatta oportünistçe olduğu anlamı çıkar.
Bu dünya çapında bir fenomen, milliyetçiliğin temelidir. Ancak anavatan Çin bize hâlâ en ilginç örnekleri sunmaya devam ediyor. Üstelik daha da devam edeceğe benziyor. Hükümet yılda bir, saatlerce süren ve oldukça popüler olan, Çin Halk Cumhuriyeti’ni oluşturan çeşitli halkların tanıtıldığı muhteşem bir televizyon şovu düzenliyor. Bu gösteride dikkat çeken şey, Han hanedanı ile çeşitli azınlık halkları arasındaki keskin farklılıktır. Azınlıklar en renkli kıyafetleriyle belirirler ve gerçekten de harika bir görüntü oluştururlar. Hanların kendileri ise, nedense, resimler ve tarihi kayıtlardan bildiğimiz o renkli ve hoş geleneksel giysileriyle görünmezler. Örneğin, erkekleri hanlıkla hiç ilgisi olmayan, İtalyan ya da Fransız modellerinden alınmış takım elbiseler içinde görebiliriz. Böylece hanlar, bilinçli olmasa da siyasal olduğu söylenebilecek bir tavırla, kendilerini gelecek, azınlıkları ise geçmiş olarak yansıtırlar. Görünebilir simgesi azınlıklar olan bu geçmiş, aynı zamanda Çin devletinin ulusal sınırlarının esnekliğini yasallaştırmaya yarayan Büyük Geçmiş’in bir parçasıdır.
Doğal olarak, resmi söylemin izlediği doğrultuda, geçmiş ne kadar eskiyse o kadar iyidir. Devletin maliyetini üstlendiği arkeoloji çalışmalarının zihniyeti doğrultusunda, bu fenomene bir göz atabiliriz. Özellikle tuhaf olan bir bakış açısı, farklı insan türlerinin bugün doğu Afrika denilen bölgeden çıktığını söyleyen yaygın kabul görmüş teoriye tepki olarak doğmuştur. Açıkçası, Han Hanedanı’nın büyük büyük atalarının, insanlığın geri kalanıyla birlikte Çin’de değil de Afrika’da yaşamış olmaları, dolayısıyla Çinli olmamaları, resmi çevrelerce hoş karşılanacak bir fikir değildir. Böylece günümüz Çin sınırları içinde Afrika’daki örneklerinden hem eski hem de farklı olacak somut kalıntıların araştırılması uğruna hatırı sayılır fonlar açılmıştır. Bunu yapmak fazla zor olmasa da, benim maksadım burada Pekin’le alay etmek değil, sadece bu olgunun kıyaslanabilirliğini vurgulamaktır. Size bunu anlatmanın en kestirme yolu kendimden bir örnek vermek olacak: İrlanda’da henüz küçük bir çocukken, annem bir eski kitapçıdan benim için İngiliz edebiyatının tarihçesi adlı kalınca bir kitap bulmuştu. Kitap, İrlanda’nın henüz büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı’nın bir parçası olduğu, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında basılmış bir orijinal eserdi. Uzun giriş bölümünden Londra’nın da çok Eski Geçmiş’in araştırma konusunda Pekin’den aşağı kalmadığı anlaşılıyordu. Bu bölümde Galler dilinde, bildiğimiz kadarıyla İngiliz dilinin teşekkül etmediği M.S. on birinci yüzyılda yazılmış, Dun (kahverengi) İneğin Kitabı başlığını taşıyan, sözlü bir epik metin vardı. Yıllar sonra tesadüfen bu kitabın 1930’larda yapılmış bir baskısını buldum. O yıllarda İrlanda’nın büyük bölümü bağımsızlığını elde etmişti. Bu yüzden, Kahverengi İnek’li bölümün sanki hiç var olmamışçasına kitaptan çıkarılmış olduğunu söylesem herhalde şaşırmazsınız.
Diller savaşı
Son olarak milliyetçiliğin, kökeninde Avrupalı olduğunu söyleyebilir sanıyorum; ancak burada milliyetçiliğin, hâlâ Batılı olduğu iddia edilebilir mi diye merak ettiğim bir başka biçimine değinmek istiyorum. Benim dil milliyetçiliği dediğim bu tür, Avrupa’nın hanedan imparatorluklarının içinde on dokuzuncu yüzyılın başlarında belirmeye başladı. Felsefi kökenlerini ise Herder ve Rousseau’nun kuramlarından almıştır. Bunun altında, her gerçek ulusun, halklarının tarihi özelliklerinin altını çizen kendilerine has dilleri ve edebi kültürleriyle sınırlarının çizilmiş olduğu inanışı yatıyordu. Dolayısıyla pek çok dilde -çek, Macar, Ukrayna, Sırp, Leh, Norveç, vb.- bu açıdan sahip olmadıkları lügatlerin tertip edilmesi uğruna muazzam bir emek harcandı. Sözlü edebiyat geleneği yazıya döküldü ve halkın okuryazarlık oranı yavaş yavaş arttırılırken yayımlanmaya başlandı. Bu eserler, Osmanlıca, Yüksek Almanca, Parizyen Fransızcası, Kraliyet İngilizcesi ve son olarak da Moskof Rusçası gibi, hanedan imparatorluklarının büyük dillerinin tahakkümüyle başa çıkabilmekte kullanılıyordu. Bu tarz seferberlikler bazen işe yarıyor, ama bazen de yaramıyordu. Her iki koşulda da sonuç bir tür siyasal yönlendirme olarak görülebilirdi. Seferberliklerin başarıları gayet iyi bilindiği için burada onlarla oyalanmayalım. Az bilinen başarısızlıklarının daha ilginç olduğunu söyleyebilirim. Örneğin, on dokuzuncu yüzyılda Paris, okul sistemini ve çoğu yayını kontrol altına alarak, Fransa’da fiilen konuşulmakta olan pek çok dili lehçe ya da ağız konumuna indirgemeyi başarmıştı. Madrid, İspanya’da konuşulan dillerin (Katalan ve Galiçya dilleri gibi), sadece Kastilya şivesinin lehçeleri olduğu iddiasında biraz daha başarısızdı. Londra ise yaşayan bir dil olan Galler dilini, tamamen yok etme konusunda başarıya çok yaklaşmıştı; ancak günümüzde ciddi denebilecek bir geri dönüş söz konusudur.
Asya’ya dönersek, dil milliyetçiliğinin karşılaştırmalı bir çalışmada son derece önemli sayılacak çeşitli girişimleriyle karşılaşırız. Yalnızca bu çeşitliliğin kendisi bile, Asya milliyetçiliğinin tek bir formu olduğunu iddia etmenin güçlüğüne işaret eder. Meiji hükümdarları, ülkenin geri kalanına Tokyo şivesini empoze ederek ve diğer dil türlerinin tamamını konuşulan Kyushu ve hatta Ryukyu dillerinin Honshu’da anlaşılamadığı zamanlarda- marjinal lehçeler konumuna getirerek, Paris örneğinin takipçisi oldular. Kendi açılarından elbette birer dil olan -ve birbirleriyle en az Rumence, İtalyanca ve İspanyolca kadar bağlantısız olan- Canton, Min, Hakka, vb. dillerinin, Mandarin’in [Kuzey Çin’deki resmi otorite; en makbul Çin şivesi- ç.n.] yeni ulusal dili vasıtasıyla, lehçe konumuna indirgenmesi sürecine yabancı sayılmayız. Tayland’da da Bangkokluların konuştuğu Tay dili, ülkenin kuzey, kuzeydoğu ve güney lehçeleri olduğunu söyledikleri -ve genellikle Bangkokluların anlamadığı- diller karşısında üstünlük kazanmıştı.
Dikkate değer iki melez vaka Vietnam ile Endonezya’dan çıkmıştır. Fransız sömürgeciler, okullardaki Vietnamlıları ve parasal ihtiyacını karşıladıkları yayınevlerini Katolikleşmeye zorlayarak, kuzey Çin usulü resmi kültürü parçalamaya kararlıydılar. 1920’ler ile 1930’larda gittikçe artan sayıda Vietnamlı milliyetçi bu dönüşümü kabul etti, hatta Vietnamlıların okuryazarlık oranını arttırma çalışmalarının temellerini atarak ve aynı zamanda önceki yüzyılların Çinlileştirilmiş karakter-kökenli edebi gelenekleriyle olan bağlantılarını keserek bu süreci daha da ileri taşıdılar. Hollanda’nın Doğu Hindistan’ında, Hollanda dilinin dünya üzerindeki geçerliliğinden fazlasıyla şüpheli ve takımadalara Hollanda dilini yayma çalışmaları için gerekecek parayı harcamakta fazlasıyla cimri olan kolonyal hükümet, uluslararası bir dil olan Malayca’nın standartlaşmış bir biçimi üzerinde çalışma yoluna gitti. 1920’lerin sonlarına doğru Endonezya milliyetçileri, Malayca’nın -ki artık Endonezya dili denmektedir- gerçek ulusal dilleri olduğuna karar verdiler. Bunun ardından Cava, Sunda, Madura ve Bugi dilleri gibi büyük diller, çoğu Malayca’dan daha eski oldukları ve bir kısmının Malaylarınkinden daha baskın edebi gelenekleri olduğu halde, önemsiz bölgesel dillere dönüştürüldüler.
Hindistan da Filipinler de genel kabul gören bir ulusal dil yaratmayı -eğer doğru sözcük buysa- beceremediler. Kolonyal dil -İngiliz ve Amerikan İngilizceleri- devletin ve ulusun seçkinlerinin etkili dilini barındırıyordu. Etkin bir İngiliz dili -ve milliyetçi- edebi kültürü her iki tarafta da var olmuş ve kendisini daha az etkin olmayan Hint, Bengal, Tamil, Tagalog ve Cebu kültürlerine uydurmuştu. Eski Pakistan’ın iki ayrı ulusa bölünmesinin nedenlerinden biri de Karaçi’nin, Yunanistan, Norveç ve eski Çekoslovakya’daki öncel dil milliyetçiliklerinin benzeri bir dil milliyetçiliğini Bangladeş’te sonradan tetiklemiş olan, Bengal dilini bastırmasıydı. Asya’daki en taze ulus-devlet olan doğu Timor da küçük olmasına rağmen yirmiden fazla etnik dil grubunu barındırmaktadır. Bu ülkede devlet dili olarak Portekizcede karar kılınmış ve ulusal birlik için basit bir ortak dil (Tetun) seçilmiştir.
Bugün, Hindistan’daki milliyetçiliğin Çin’dekinden, Doğu Timor milliyetçiliğinin Tayland’dakinden, Endonezya milliyetçiliğinin Japonya’dakinden ya da Tayvan milliyetçiliğinin Kore’dekinden daha hafif yaşandığını söylemek oldukça güçtür. Neden böyle olduğu sorulacak olursa, özellikle günümüzde pek çok kişi için, milliyetçiliğin anası sayılabilecek matbu yayından daha güçlü bir etkisi olan elektronik medyanın rolünü hesaba katmadan bir açıklama yapabilmek mümkün değildir. Televizyon, farklı dillerde eş görüntüleri ve sembolleri, okuryazarlığı az olanlara, hatta çocuklara bile anında iletebilmeyi mümkün kılıyor. Üstelik farklı beceri düzeyleri ve farklı çevrelerdeki farklı dilleriyle, ulusal kimliklerini önemli derecede değişikliğe uğratmadan, her gün daha çok insan bunları kullanmaya alışıyor.
Benim başka bir bağlamda yapmış olduğum gibi, günümüz dünya-ekonomik sisteminin neden olduğu büyük göçlerle elektronik iletişimin bileşkesinin, benim uzak-mesafe milliyetçiliği adını verdiğim milliyetçiliğin kötücül bir başka biçimini yarattığı iddia edilebilir. Bu milliyetçilik artık eskiden olduğu gibi belirli bir anavatandaki bölgesel konum esasına dayanmıyor. Artık, en ateşli Sih milliyetçilerinin kimileri Avustralyalı, Hırvat milliyetçileri Kanadalı, Cezayir milliyetçileri Fransız ve Çin milliyetçileri de Amerikalı olabiliyor. İnternet, elektronik bankacılık ve ucuz uluslararası yolculuk olanakları bu tarz insanların, artık oralarda yaşamak gibi bir niyetleri olmadığı halde, anavatanlarının siyaseti üzerinde güçlü bir etkileri olmasına imkân tanıyor. Bu, popüler deyişiyle küreselleşme denilen sürecin başlıca ironik sonuçlarından biridir ve Asya ile Avrupa milliyetçilikleri arasında herhangi bir keskin ve apaçık farklılığın geçerlilik taşımadığına inanmamız için hâlâ geçerli bir nedendir.
Notlar:
* Batı Milliyetçiliği ve Doğu Milliyetçiliği, New Left Review – NLR (II), 9, Mayıs-Haziran 2001.
[1] Nisan 2000’de Taipei’de yapılan bir konuşma metni.
[2] Re-inventing Japan: Time, Space, Nation, Armonk, NY 1998.
Türkçesi: Pelin Sıral