Türkiye’nin ilk kadın sendikacısı bir komünistti. Türkiye Komünist Partisi’nin “Kara Kız”ı Zehra Kosova‘yı Hale Özgür Kıyıcı yazdı.
8 Mart Uluslararası Çalışan Kadınlar Günü’nde Zehra Kosova‘yı sevgi, saygı ve minnet duygularımızla anıyoruz.
Hale Özgür Kıyıcı
“Hafıza, şiddeti yaşayanlara verilmiş bir tanrı krallığıdır.”
“(…) ve kadınlar/bizim kadınlarımız.”
Devrimci Kadınlar Birliği kuruluş çalışmalarında, Suat Abla’nın (Derviş) davet ettiği kurucu üye toplantısında tanımıştım Zehra Abla’yı. İlk sendikacı kadınımızdı. TKP’nin önemli bir ismi ve savunucusu idi. Dr. Şefik Hüsnü (Deymer) ve Reşat Fuat’ın (Baraner) geleneğini sürdürenlerdendi ve yurt dışında kendilerini TKP olarak tanımlayanların da korkulu rüyası idi. Kendisi 1930’lardan itibaren TKP’nin içinde ve yönetiminde yer aldığından herkesi tanıyıp, kimin direnip kimin direnmediğini çok iyi bilen bir kişiydi. tütün işçilerinin örgütlenmesinde çok önemli katkıları olan bir direnişçiyi anlatmak beni nedense hüzünlendirir.
1934 yılında parti kararı ile Mustafa Ağabey (Çelik mustafa) ile beraber kutv’a (s.s.c.b. doğu emekçileri komünist üniversitesi) giderken yol macerası ise, çok uzun bir anı…
bu üniversitenin; politik bilinçlendirmeye gidenlere neler kazandırdığını anlatırken, çok keyiflenirdi.
tkp’nin lideri dr. şefik hüsnü‘nün “kara kızı” zehra abla, işçi sınıfının bir simgesi olarak, yaşayacaktır anılarımızda…
disk’in mallarının iadesinin yapıldığı dönemde, petrol-iş sendikasının eğitim-teşkilatlandırma sekreteri olan mansur burgucu’ya bu güzel insanların ören’de bulunan dinlenme tesislerinde misafir edilmelerini rica edip, onların da eğitim çalışması için gelen üyelere geçmiş deneyimlerini anlatabileceklerini söylediğimde, mansur ve münir ceylan bu teklifimi heyecanla karşılamış, bu güzel insanları tanımaktan onur duyacaklarını söylemiş ve çok mutlu olmuşlardı. sendikanın genel merkezinden çıkarken mansur, “ablacığım, otobüsle göndermeyelim; benim aracımla götürürüz.” dediğinde ahde vefanın önemini bu kelimeler anlatıyordu.
günler sonra, zehra ablanın dolapdere’de bulunan evinin kapısında mahalleli oturup ağlıyordu. kalp krizi geçirdiğini, okmeydanı ssk hastanesine ambulansla komşularının götürdüklerini dinlerken benim de yüreğim sıkışmaya başlamıştı.
ssk hastanesinin acilinde bir sedyenin üstünde yatar bulmuştum. elimi avuçlarının içine almıştı. sanki veda eder gibi ”…sanırım buraya kadar hale’ciğim” cümlesi beni perişan etmiş, çaresizlik içinde m. lütfi’yi (eşim) aradığımda, biraz rahatlamıştım. yanımıza geliyor olması bana güç vermişti. sendikadan mansur’u arayıp durumu ileteceğini söylemesinden sanırım 10-15 dakika sonra mansur ve münir’in talimatıyla bizi almaya gelen iki doktor ve iki hemşire ile bir özel hastanenin ambulansı içinde zehra abla’nın kurtuluşunu sağlayacak hastaneye doğru yol almaya başlamıştık.
zehra ablayı yoğun bakım ünitesine almışlardı, ben de bahçede sigaramı içiyordum. zihni ağabeyi (anadol, geçmiş tevkifattan arkadaşı) karşımda görmek, başımı omzuna yaslayabileceğim birini karşımda görmek beni nasıl mutlu etmişti.
petrol-iş sendikasının vefalıları mansur ve münir de gelmiş, ”…zehra ablayı yaşatmak için ne yapmamız lazımsa, yapılacaktır.” cümlesini duymak zihni ağabeyi duygulandırmış, zihni ağabey ağlamaya başlamıştı.
zihni ağabey, zehra ablanın yoğun bakımda geçirdiği 3 gün benimle beraber hastanenin lobisinde oturmuş, eşi naciye ablanın evden getirdiği yiyecekleri beraber yemiştik. zihni ağabeyin yaşı da 75’in üstünde idi ve kendisi de midesinden ciddi rahatsızlıklar yaşıyordu. sanırım yoldaşlık bu idi… lobideki koltukların üzerinde uyumak bile ona zor gelmemişti. ara sıra espri yapıp ”1. şube’de gözaltında tutulurken, beton zeminli hücreleri görmüş bizlere burası hilton oteli’nin süiti gibi gelir.” demekten de kendini alamazdı. yaşamları ile düşündükleri çelişki yaratmıyordu. biz de bu insanları tanımaktan hep onur duyduk.
12 eylül’ün herkesin üzerinden dozer gibi geçtiği günlerde bu inançlı insanlar sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanırken eğilip bükülmeden dimdik ayakta idiler. isteselerdi yurtdışına çıkabilir, mülteci yaşamını tercih edebilirlerdi. ama onların geleneğinde “mültecilik” yoktu. eleştirdikleri mültecilik statüsü, (leipzig’de yaşayanları hep eleştirdiler.) onlara göre değildi. düşünün ki, onların “i. bilen” liderleri 20’li, 30’lu yıllardan bu yana türkiye’ye uğramamıştı. bolu dağlarında gerillaları dolaştığı efsanesi yayacak kadar ülkesinden kopuktu. bir diğeri 51 tevkifatı sonrası hemen mülteci olmayı tercih etmiş, ”devriminden sorumlu olduğu ülke”yi terk etmişti. zehra kosova ve önde gelenler türkiye’yi terk etmemiş, olabileceği kadar mücadele etmeyi tercih etmişlerdi. sonraları mültecilerin artçılarının kimi meyhaneci olmuştu, kimi liberal partilerde görev almıştı. ve düzen partilerinden milletvekili olmak, düzen içinde yer almak için yardaklandıkları hint horozu erdal inönü’ye biatlerini belli etmek için “allah komünizm belasından dünyayı kurtardı!” diyebilmişlerdi. hint horozu erdal inönü’ye bile pes ettirecek bu lakırdıya cevap burjuva kültürünü hazmetmiş oğul inönü’nün ”o kadar da değil!” demesine sebep olmuştu da yine de utanmamışlardı.
onlar sonraları, partinin haramzade mirasçıları gibi ve sanki babalarının mirası gibi ‘kazanımlarından’ şirketler kurdular. şirket ortaklıkları ile hala rahat yaşamlarına devam ediyorlar.
sorgulanmasız… hesap sorulmaksızın… sorgulamak da bir kültür sorunu değil midir?
zehra ablayı 4. gün odasına çıkardılar. odamız deniz manzaralı, her türlü konfora haiz bir oda idi. petrol-iş sendikası her şeyi düşünmüş, tüm imkânlarını seferber etmişti. ilk ziyaretçilerimizden biri ilhamı soysal’dı. zehra ablayı anılarını yazması için ikna etmeye çalışıyordu. kasımpaşa-ortaköy-üsküdar tütüncülerinin, eski arkadaşlarının ziyaretlerine tanık oluyordum. tkp’nin kara kızı zehra abla yoldaşlarını görmekten çok mutluydu. işçi sınıfı onu unutmamıştı ama kendine “aydın” diyenler, kendini “aydın” sanan hapishane arkadaşları -ki, onlar kendilerini politik arenada komünist diye tanımlıyordu- neredeydi?
odamızda geçireceğimiz ilk akşamdı… yatağımı hazırlamak için ayağa kalktığımda, zehra abla, “yanıma otursana, anlatacaklarım var.” dedi ve şöyle devam etti:
“yarın zihni’ler geldiğinde sen benim eve git, anılarımı yazdığım sarı sayfalı defterleri getir. anılara ekleyeceğim daha çok şey var. kocanın söylediği doğru… ben partim zarar görür diye, üst düzeyde bazı konuları anılarıma dâhil etmedim ama leipzig’dekiler geri dönüyormuş, onlara da bazı gerçekleri anlatmakta fayda var sanırım. biz size ne anlattık ise, onlara da bu tarihi anlatanlar var. bazı konular aydınlığa çıkmalı. kim kime iade-i itibarını geri verecek, görelim bakalım.”
dr. şefik hüsnü bey ve reşat fuat bey için söylenen “iade-i itibar” zehra ablayı belli ki çok üzmüştü. tek başına bile kalsa, o, örgütü varmış gibi ilkeli, bir komüniste yakışır biçimde yaşamını sürdürmüştü.
evden aldığım üç defter bir tarihti. içinde yazılanları çok merak ettiğim halde bir sayfasını bile okumadan hastaneye geldiğimde, zihni ağabeyle mültecilik üzerine tartışıyorlardı. ne de olsa zihni ağabeyin partisinin başkanı da eleştirdiği “mültecilik” statüsünde idi. zihni ağabey’i sıkıştırmıştı. benim gelişimle, zehra ablanın 1951 tutukluluk anıları noktalanmış, terlemekten kurtulmuştu zihni ağabey. parti başkanı ülkesine döndükten sonra ciddi eleştiriler getirenlerin başında idi. yollarını ayırtmıştı. (eşim m. lütfi de partinin myk, başkanlar kurulu üyesiydi; yaşı tutmadığı için kurucular listesinde resmi olarak yer alamamıştı ama fiilen kuruluş aşamasında ciddi uğraşıları vardı. yani, m. lütfi’nin de parti başkanı idi bu zat.)
mültecilik zor işti… kimlerle ittifak yapacağını sen belirleyemiyorsun bazen.
zehra ablanın anılarının bir kısmı yayımlandı.
sarı sayfalı defterleri benim ve m.lütfi’nin okumasını isterken teslim ettiği hazinenin farkında idi. bu sayfaları okurken, mücadelelerindeki kararlılıkları, mustafa kemal’in kuzeni olmasına rağmen, bir gün bile bunu gündeme getirmeyen reşat fuat’ı; kurtuluş savaşında binbaşı rütbesi ile cephede bulunan dr. şefik hüsnü beyi; ispanya iç savaşında direnişçilerin yanında saf tutmak için lager’de aldıkları askeri eğitimi; dimitrov’dan aldıkları ekonomi politik derslerini, eskrimden valsa kadar aldıkları eğitimi, klasik müzik eğitimini, dünya sınıflar mücadelesi tarihini, materyalist felsefeyi anlatırkenki süreci okuyanlardan biri olmak sanırım bir ayrıcalıktı.
bu anıların içinde bizi en çok şaşırtan s.s.c.b.’den dönüş anısı idi.
nail çakırhan ve behice boran ile dönüş yolculuğu idi. çok şaşırmıştık behice hanımın da kutv’a gidişine… behice hanımın partili olanları türkiye işçi partisi’nden (t.i.p) nasıl ihraç ettiklerini çok iyi biliyorduk. şekibe ablanın t.i.p. ankara merkez ilçesi başkanı iken, partililerle ilişkisi yüzünden başına gelmedik kalmamıştır. şekibe abla ve halit ağabeyin (çelenk) anılarını okumakta fayda vardır sanırım.
biz 14 gün sonra hastaneden taburcu olduk. beraber mücadele ettiği arkadaşlarını da alıp disk’in ören’deki eğitim merkezine doğru yola çıktık. petrol-iş sendikasının eğitim ve teşkilatlandırma sekreteri mansur burgucu’yu sevmeyenler olabilir. ama bu kişilerin gerçek bir dayanışmayı gösterdiklerine tanığım.
kemal sülker’i hastane odasında yalnız bırakanları da tanıdım. ekonomik nedenlerden ötürü arşivini satmaya kalktığında, üç kuruş paraya satın almaya kalkanları da tanıdım.
onurlu bir hayat yaşadı. kendi gibi insanların, sınıfının daha uygar koşullarda ve sömürüsüz, baskısız bir dünyada yaşaması için mücadele etti.
onuru, sıra neferi gururu örnek ve rehberimiz olsun.
ben aydınlık ve özgürlük delisiyim
varsın hainleri gizlesinler,
soğuk bir taş altında.
dürüstçe yaşadım ben,
karşılığında
yüzüm doğan güneşe dönük öleceğim.jose marti
ilk kez yeni harman‘da yayınlamıştır.