Orhan Yalçın Gültekin

12 Eylül 2010 tarihinde yapılacak “7 Mayıs 2010 tarih 5982 no.lu Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının bazı maddelerinde değişiklik yapılması hakkında kanun” kapsamındaki 26 madde ile ilgili referandumda sandık başına gidip oy kullanacaklar iki ana grupta toplanmış görünmektedir: Evetçiler ve Hayırcılar. Geçersiz oy kullanımının hangi boyutta olacağını kestirmek güç; bu tür bir siyasî oy kullanma amacıyla sandık başına gideceklerin çok fazla olup olmayacağı hakkında bir öngörüde bulunmak ne kadar zor olsa da geçmiş seçimlerle bir kıyaslama yapma fırsatı da doğacaktır. Her halükarda bu tür oyun siyasî olup olmadığını ölçüp biçecek bir mekanizma da bulunmamakta…

Evetçiler de Hayırcılar da yekpare meşeden gruplaşmalar değillerdir. Tam tersine, gerekçeler incelendiğinde karşılıklı savların ötesinde bir cepheleşme de bulunmamaktadır. Erdal Karayazgan’ın şu değerlendirmesine tamamen katılıyorum:

“Ortada “cephe”ler olmadığını “hayır” ve “evet” diyen partiler, kesimler, kişiler vb. olduğunu düşünüyorum. “Bir “cephe”de bir arada olması düşünülemeyecek milliyetçi (MHP ve BBP) kesimden radikal solculara kadar farklı zihniyet dünyasında olan insanlar hem “evet” hem de “hayır” diyenler arasında var.”

Ne var ki, tamamen siyasî mülahazalarla bir cepheleşme olduğu savları yüksek sesle dillendirilmekte, bu savlar en uç noktalarda –Ergenekonculuk ya da Şeriatçılık- ifadelendirilmekte ve bu süreçte en akla hayale gelmeyecek “atraksiyonlar” da gerçekleştirilmektedir.

Referandum sürecindeki ana akımların karşılıklı suçlamalarından çok, ana akımların ana akım dışında olanlara yönelik ve ana akımlar dışında kalanların birbirlerine yönelik suçlamalarına dikkat ettiğimizde, her türlü bilgi çarpıtma unsurunun ve akla ziyan, Aristo’yu bile şaşkına çevirecek mantık sıçramalarının kullanımının vaka-i adiye haline geldiğini görebiliyoruz.

Bunlardan ilginç ve eleştirenleri bile hayrete düşürecek bir örnek, Murat Belge’nin Taraf gazetesindeki “Referandum Öncesinde” başlıklı yazısıdır.

Yazıyı eleştiren Erdal Karayazgan, hayretini şöyle ifade etmektedir:

“Bir entelektüel olarak gördüğüm Murat Belge’nin bunları nasıl yazdığını anlayamıyorum.” (Bknz.)

Bir başka eleştirici –Ayşe Günaysu- de şöyle yazmaktan kendini alamıyor:

“Kimi noktalarda aynı görüşte olmadığım ama hep sevip saydığım, bu ülke için elzem gördüğüm Murat Belge’den böylesi bir siyasi tartışmada bu kolaycılığı, bu ucuzluğu gerçekten beklemezdim. Gözünü ne karartmış bilmiyorum, ama bir şeyler hissediyorum.” (Bknz.)

Benim Murat Belge ile ilgili bu tür hayretlere gark olacağım olumlu yaklaşımlarım pek olmadığından rahatım ama ne hallere gelindiğinin bir örneği olarak not ediyorum.

Referandum mu, Seçim mi?

Referandum sürecinin bir referandum havasından çok, bir seçim havasında geçtiği bir gerçek. Seçimlerden tek farkı şöyle bir yanılsamadır aslında: “Evetçi” odak Adalet ve Kalkınma Partisi ve onun adımlarında bir “hayır” görenlere göre bu referandum, bütün bir Cumhuriyet dönemi olumsuzluklarıyla hesaplaşmanın bir başlangıcı olacak; ister İttihatçılık, ister Kemalizm, ister 12 Eylülcülük deyin, referandumda “Evet” çıktığında “eski düzen” ile hesaplaşmada ciddî bir mevzi kazanılmış olacak.

“Hayırcı” iki odak da farklı düşünmüyor: Bu referandumda “Evet” demek, Cumhuriyet ile hesaplaşmak demektir. Kuşkusuz Cumhuriyet Halk Partisi ile Milliyetçi Hareket Partisinin gerekçeleri farklıdır ama onlara göre de referandumdan “Evet” çıkarsa, çok önemli değişiklikler olacak. Bir kısım “Evetçi” ile bu tür “Hayırcılar” arasındaki fark, “Hayırcılar”ın “Cumhuriyet” dedikleri “şey”i savunuyor olmaları.

Her iki tarafın da atladığı küçücük bir mesele var: Türkiye’nin toplumsal yapısı… Hiçbir taraf, Türkiye’nin emperyalist sistem içinde bir çevre ülkesi olduğundan, Türkiye’deki geri-kapitalizmden, farklı üretim biçimlerinden, bu ülkedeki sınıf savaşım(lar)ından bahsetmiyor, bahsedemiyor. Bahsedemiyorlar, çünkü hepsi sistemin, düzenin partisidir; varlık sebepleri bu sistemi sürdürmek, korumak ve kollamaktır. Soyut bir asker-sivil, atanmış-seçilmiş vb karşıtlıklara abanarak, sistemin kendini nasıl yenileyerek sürdüreceğine ilişkin farklılıklarını sanki işçi sınıfı, köylülük ve küçük burjuvazinin özsel gereksinimlerine yanıt veriyorlarmış gibi sunmaktadırlar.

Kuşkusuz ne tür bir ortamda savaşım verileceği emekçi kitleleri yakından ilgilendirir ama siyasal devleti yönetmeye soyunanların bu farklılıkları yaşamsal farklılıklar olarak sunmaları asla kanılmaması gereken sahtekârlıklardır.

Zaten referandum sürecindeki bütün yazılıp çizilenler ve yüksek sesle haykırılanlar da bu sahtekârlığın dışavurumlarıdır.

AKP’nin adım adım Osmanlı Millet Sistemini ihya etme uğraşıyla, CHP ve MHP’nin çoktan aşılmış ve 12 Eylülde ince ayar çekilmiş bir Müslüman-Türk muhafazakâr devletçiliğini ayakta tutma çabaları sonucu ortaya çıkan savaşımda taraf olmanın anlamı yoktur.

Bizden “kırk katır mı, kırk satır mı?” dayatmasına eyvallah dememiz beklenmemelidir.

Neden “Evet” değil?

Öncelikle bu referandum, anlamsız bir referandumdur; daha doğrusu, kendi kendini anlamsızlaştıran bir referandumdur. Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, açıklamıştır ki, 2011’de yeni bir anayasa hazırlanacaktır. 2011’de yeni anayasa gündemdeyse, 2010 yılının Eylül ayında bu referandum neyin nesi? Herhalde bugünden başlanarak yeni anayasa tartışmaları, görüşmeleri, münazara ve münakaşaları başlatılabilir, sürdürülebilirdi. Bu yapılmamış ve baskın bir adımla Türkiye, bir seçim atmosferinde referanduma sürüklenmiştir.

İkinci olarak bu referandum, bu ülkenin birikmiş hemen hiçbir temel sorununa çözüm içeriyor değildir. İçermesi de beklenemezdi, çünkü genel kamuoyu nezdinde yalnızca biçimsel anlamda bile olsa çözüm içerebilecek adım ancak yeni bir anayasa ile olabilirdi. Bizzat Recep Tayyip Erdoğan bunu ifade ettiğine göre, sormak gerekiyor; bir kaşık suda fırtına koparmak niye?

Üçüncü olarak, bu referanduma konu 25 madde tek tek oylansa, “Hayırcı”lar içinde yer alan çoğu çevre, kendi çevre gereksinim ve beklentilerine keçiboynuzu türünden yanıtlar veriyormuş gibi görünen maddelere –sert eleştiriler getiriyor/getirecek olsalar da- “Evet” demekten geri durmayabilirlerdi. Örneğin meşhur “Geçici Madde 15” ile ilgili olarak, maddenin feshedilmesine-silinmesine, maddenin silinmesi durumunda dahi Kenan Evren ve şürekâsının yargılanmasının mümkün olamayacağını söyleyenler bile, itiraz etmeyecekler ve can ü gönülden “Evet” diyeceklerdi. Hele hele çoğu madde doğrudan TBMM’de geçebilir ve muhtemelen 2-3 maddeyle referanduma gidilebilirdi.

Dördüncü olarak, yirmi altı (26) maddelik referandum bohçası niyet gizlemek için yapılmış ve Adalet ve Kalkınma Partisi’nin elzem gördüğü maddelerin kabul edilebilmesi için bol miktarda Truva Atı kullanılmıştır. Kadın hakları savunucularına “Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz” diyerek gül uzatılırken, devrimcilere “Geçici Madde 15”in kaldırılması rüşvet kabilinden sunulmuş ve/ama onun üzerinden devrimciler eleştirilmiş; 1984 sendromunu yaşamış olanlara “Herkes, kendisiyle ilgili kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına sahiptir. Bu hak; kişinin kendisiyle ilgili kişisel veriler hakkında bilgilendirilme, bu verilere erişme, bunların düzeltilmesini veya silinmesini talep etme ve amaçları doğrultusunda kullanılıp kullanılmadığını öğrenmeyi de kapsar. Kişisel veriler, ancak kanunda öngörülen hallerde veya kişinin açık rızasıyla işlenebilir. Kişisel verilerin korunmasına ilişkin esas ve usuller kanunla düzenlenir.” diyerek havuç uzatılırken, “Vatandaşın yurt dışına çıkma hürriyeti, ancak suç soruşturması veya kovuşturması sebebiyle hâkim kararına bağlı olarak sınırlanabilir” ilâvesi yapılarak hak ve özgürlük savunucularını gözlerini boyamaya çalışılmıştır.

Beşinci olarak, referandumun eksenine 12 Eylül’le hesaplaşma koyulmuştur. Böylelikle, 12 Eylül Anayasasının rehabilite edilmesinden başka bir şey olmayan değişikliklerle, yeni bir anayasa ortaya çıkıyormuş intibaı verilmektedir. Bu, kabul edilir bir durum değildir.

Bu referandumun hazırlanış ve sunuş biçimi de 12 Eylül ile aynı zihniyete dayanmaktadır. Vahim olan şudur ki, aynı despotik ve buyurgan zihniyet, ilkinde darbe koşullarında kendini ortaya koyarken, ikincisinde “seçilmiş” milletvekillerinden oluşan Türkiye Büyük Millet Meclisinde uygulama ortamı bulabilmiştir.

12 Eylül Anayasası, tek tek, madde madde ele alınıp eleştirilebilir ve reddedilebilir ama yalnızca şu üç maddeye bakmak, 12 Eylül Anayasasının ruhunu değilse bile ardında yatan toptancı ve kontrolcü zihniyeti anlamamıza yeter.

18 Ekim 1982’de oylanan yalnızca Anayasanın kendisi değildi. Aynı zamanda –geçici meçici- üç madde daha Anayasaya monte edilerek referandumda oya sunulmuştu.

“Geçici Madde 1”dir. Bu geçici madde ile Kenan Evren “Anayasa Oylaması”ndan sonra Millî Güvenlik Konseyi Başkanı ve Devlet Başkanı unvanını Cumhurbaşkanı unvanı ile değiştirmiş ve 7 Kasım 1982 – 9 Kasım 1989 tarihleri arasında Cumhurbaşkanlığı görevini ifa etmiş, sonra da Marmaris’te emekli yaşamına başlamıştır.”

“Geçici Madde 2 (…), Kenan Evren’e tanınan hakkın şürekâsına da tanınmasını sağlamıştır. Bu maddeyle de Millî Güvenlik Konseyinin diğer üyeleri –Nurettin Ersin (Kara Kuvvetleri Komutanı), Nejat Sümer (Deniz Kuvvetleri Komutanı), Tahsin Şahinkaya (Hava Kuvvetleri Komutanı), Sedat Cilasun (Jandarma Genel Komutanı)- Millî Güvenlik Konseyi üyeliğinden Cumhurbaşkanlığı Konseyi Üyeliğine geçmişlerdir.”

“Geçici Madde 15 (…) iki fıkradan oluşmaktadır. Maddenin ikinci fıkrası, yani 12 Eylül döneminde alınmış “… karar ve tasarrufların idarece veya yetkili kılınmış organ, merci ve görevlilerce uygulanmasından dolayı, karar alanlar, tasarrufta bulunanlar ve uygulayanlar hakkında da yukarıdaki fıkra hükümleri uygulanır.” biçimindeki fıkra, “mülga”dır, varlığı kaldırılmıştır (3/10/2001-4709/34 md.) Bu durumda, ikinci fıkra kapsamındaki şahıslar için “koruma ve kollama” kaldırılmış bulunmakta oluyor.” (Bknz.)

Anlaşıldığı kadarıyla AKP’nin yöneticileri, Kenan Evren’den fazlasıyla feyiz almışlar. Kenan Evren ve şürekâsının yaptıklarını -yani Anayasa oylaması içine “geçici madde”ler vasıtasıyla hem geçici vesayet hem korunmalarını sokuşturmuş olmalarını- şimdiki referandumda yapmakta bir beis görmemektedirler. Onlar da ustalarından öğrendikleri gibi araya bir şeyler sokuşturarak ve onlar üzerinden zihinleri iğfal ederek maksatlarına ulaşmaya çalışmaktadırlar. Kenan Evren ve şürekâsının durumları anlaşılır; hem vesayet gereksinimi hem korunma içgüdüsü… AKP’nin gerekçeleri neler?

Şimdi, çoğu kimseye anlamsız geleceğini bildiğim, referandumda neden “Evet” denilemeyeceğine ilişkin temel gerekçemi yazıyorum.

Yirmi beş maddenin tamamına bile –öyle “Yetmez ama Evet” biçiminde de değil- gönülden “Evet” diyecek olsam, yalnızca 26. Madde sebebiyle bile “Evet” demezdim.

Madde 26 ne mi diyor?

On iki kelimelik gayet masum bir cümle:

“Bu kanun yayımı tarihinde yürürlüğe girer ve halkoyuna sunulması halinde tümüyle oylanır.”

Sen, birbiriyle ilgisiz yirmi beş maddeyi alt alta koyup halkın önüne getireceksin ve her bir maddeye “Evet” ya da “Hayır” diyeceklerin ciddî bir biçimde farklılaşabileceğini bilmene karşın kalkıp tepki çekeceğini bildiğin iki-üç maddeyi geçirebilmek için hepsini 26’ya bağlayıp birlikte oylatacaksın…

Hani yeni bir anayasa oylansa, anlaşılır… Öyle değil! Bilmem kaç kez TBMM’de değişikliğe uğramış 12 Eylül Anayasasında yine TBMM’de gerçekleştirilebilecek değişiklikleri, tartışmalı iki-üç maddeyi geçirebilmek için referanduma götüreceksin ve yurttaşlara “ya hepsine Evet ya hepsine Hayır” dayatmasını yapacaksın. Aklın sıra da herkese zoka misali mavi boncuk dayatacaksın.

En yüce taleplerin en bayağıca kullanılması…

İnsan ister istemez sormaz mı, bu bohça niye diye?

Yerli yersiz biçimde devrimcilere “toptancılık”, “ya hep ya hiççilik” yapıyorsunuz diye eleştiri getiren sayın baylar ve bayanlardan hiç değilse önemli bir kısmının bu toptancılığa hiç dikkat çekmek ve itiraz edip ilkesel bir tavır almak yerine toptancılığı sahiplenip “Evet” demesini de anlayabilmiş değilim.

Nalıncı keseri gibi hep kendine yontanlar, yeri geldiğinde fevkalade özgürlükçü olabilirken, işlerine geldiğinde reel politik ustaları olarak ortalarda dolaşmakta bir beis görmemektedirler.

Neden “Hayır” değil?

Yukarıda klavyem elverdiğince referandumda neden “Evet” denilmemesi gerektiğini açıklamaya uğraştım. Çoğu gerekçe neden “Hayır” denilmemesi gerektiğini de açıklar. Böyle bir referendumda taraf olmak, onu meşrulaştırmaktır.

Bu referandumda “Hayır” demek, AKP’nin tezgâhını kabullenmek demektir. AKP’nin gündem belirlemesine, gündemi saptırmasına, böylelikle gündemi bastırmasına eyvallah demektir. Bundan hem CHP’nin hem de MHP’nin çıkarı vardır, çünkü onların da AKP gibi, çözüm bekleyen sorunlarla ilgili söyleyebilecekleri bir şey yoktur. TBMM oylamalarında “Boykot” tavrı takınıp da önüne sandık koyulduğunda davete icabet etmek, bir “karakolda doğru söyler, mahkemede şaşar” örneğidir.

CHP ve MHP, AKP’nin yaylım ateşini cepheden göğüslemeyi seçmişlerdir. Bu iki partinin de ötekileştirilen, dışlanan, bastırılanlarla ilişkileri/ilişkisizlikleri bellidir. Bu iki parti de bütün varlıklarını savunmacı bir konumda yer alarak sürdürmekten başka herhangi bir yaklaşıma sahip değillerdir.

Sokakta ne yapılacağını bilmediği için sokağa inmekten korkanlarla sokakta ne vahim şeyler yapabileceğini bildiği için sokağa çıkmaktan imtina etmiş olanların sandıktan başka sığınacakları bir şey de yoktur. Bu yüzden ikisinin de sandığa gitmesinde “hayır” vardır.

Peki, ama sandığa gidip de “Hayır” denildiğinde ne olacak? AKP’nin tuzağına düşülecek. 12 Eylül Anayasasına “Evet” denilmiş olacak; AKP’ye karşı güçler 12 Eylül Anayasasının önünde mevzilendirilecek. Bu durum CHP ve MHP açısından anlaşılabilir de, solda konumlanmış kişi, çevre, grup ve partiler açısından kabul edilebilir mi?

Bu konuda yazdığım için tekrar girmeyeceğim konuya ama el insaf… Referanduma katılıp “Hayır” denildiğinde “12 Eylül Anayasası”na nasıl “Hayır” denilmiş olacak?

Hülasa

Bu referandum, yeni bir anayasanın yolunu açmayacak; hele “demokratik”, “özgürlükçü” bir anayasanın yolunu hiç açmayacak. Bu referandumda değişiklikler kabul görürse, bir AKP Anayasası ortaya çıkmayacak. Olan biten geçerli anayasanın yeniden yapılanması olacak. Değişiklikler kabul görmezse de fazla bir şey olmayacak.

Yani, ne çıkarsa çıksın, “kıyamet” kopmayacak.