Orhan Yalçın Gültekin
Hücrede dinlenmeye çalışırken kapı gürültülü bir biçimde açıldı ve içeriye birini attılar. Attılar diyorum, zira ayakta duramıyordu. İşkencecisi hücre kapısını kapatırken ona seslendi: “Al bir de derdini azılı komünist militanlara anlat!”
Gelen, solcu bir öğretim üyesinin katil zanlısı bir ülkücü militandı. Gözleri karanlığa alışmamış, bizi henüz seçemiyordu ama sırtını duvara yaslayıp gardını almakta tereddüt etmedi. Su uzattık. Almak istemedi. Belki de can düşmanlarının elinden su içmeyi bile zül sayıyordu.
“Şu bidon su bidonu; diğeri ‘küçük su’ bidonu… Aman dikkat et, karıştırma!” diye hücremizin demirbaşlarını tanıtıp onu rahat bıraktık. Hatta iki metreye bir metrelik hücremizde sekiz kişi olmamıza karşın, ona biraz nefes alma fırsatı vermek için daha da sıkıştık hücrenin dip kısmına doğru.
Birkaç “işkence seansı”ndan sonra yumuşamıştı bize karşı. İşkence dönüşü su içirmeye çalışmamıza, yüzüne su serpmeye çabalamamıza itiraz etmemeye başlamıştı. Yine de konuşmuyor, hiçbir şey söylemiyordu.
Geceleri nispeten rahattık. Gündüz yoruluyordu işkencecilerimiz. Mesaileri bitiyor ve evlerine gidiyorlardı. Eşleri ve çocuklarıyla akşam yemeklerini yiyor; çocuklarının derslerine yardımcı oluyor; saçlarını okşuyor ve muhtemelen akşam uyumalarından önce alınlarına bir öpücük kondurup üstlerini örtüyorlardı. Çocuklarına uyumadan önce masal anlatıyorlar mıydı, bilemeyeceğim ama hep merak etmişimdir hangi masalı anlatır bir işkenceci çocuğuna diye. Her sorgu timinin sorguladığı şahıslar ayrıydı ve sorgucular diğer sorguculardan sakınırlardı onları. Yani gece nöbetçilerinden işkence görmek pek olağan sayılmazdı.
Gecelerden bir gece –şeytan mı dürttü ne?- uyandım. O, göğsüne dek çektiği bacaklarını kollarıyla sarmış, sırtını duvara dayamış, mazgallardan süzülüp gelen ve karşı duvara yapışmış hissi veren ışığa bakıyordu dalgın dalgın.
Uyandığımı fark ettiğinde biraz rahatsız mı oldu ne? Yine de karşı duvardaki ışığa bakmaya devam etti bir süre daha. Sonra dudaklarından bir cümle döküldü, bütün bir hayal kırıklığını yansıtan:
“Biz ülkücüler, devleti, milleti, memleketi komünizm belasından korumak, kurtarmak için kelle koltukta savaştık ve ne gerektiğini düşündüysek onu yaptık. Şimdi sizlerle aynı muameleye maruz kalmayı içime sindiremiyorum.”
Benim yanıtım biraz sert, biraz insafsızca mıydı ne? Ama elden ne gelir; ikimizin gerçeği farklıydı. Mealen şöyle bir şey söylemiştim:
“Ben, altı yıldır devrimci mücadelenin içindeyim. Her yıl için bir idama, hatta fazlasına razıyım. Bu devleti yıkıp halka dayanan bir devlet kurarak işe başlamayı düşünüyorduk. Bu devletin bize neler yapacağını, nelerle karşılaşacağımızı, nelere maruz kalacağımızı biliyorduk. Bizim tarihimiz, hücreler, tabutluklar, işkenceler, öldürülmeler, idamlar tarihidir. O yüzden içim rahat. Sen ve senin gibiler öyle mi ya? Bize karşı koruduğunuz devlet… Timsah, yavrusunu yerken gözyaşı dökermiş. Sizinkiler onu bile yapmıyorlar. Yapıyorlarsa da belli etmiyorlar.”
Birkaç gün sonra alıp götürdüler; nereye bilmiyorum.
Muhatap
Geçenlerde Devrimci Yol’un bir numarası Oğuzhan Müftüoğlu ile yapılmış bir söyleşiyi okudum. Müftüoğlu, “çok yakın bir süre önce NTV televizyonundaki bir tartışma programında, (…) 12 Eylül’den önce devletle, egemen sınıfla ve onun temel kurumlarıyla mücadele eden devrimcilerin 12 Eylül’ün mağduru değil, muhatabı oldukları ve bunun bedelini de adaplarıyla ödedikleri doğrultusundaki konuşması”ndaki sözlerini şöyle açıklıyordu:
“O televizyon konuşmasında ‘mağdur’ kelimesine özellikle, esastan itiraz ettim. Hem kendisi hem de çeşitli çevrelerce 12 Eylül’ün mağduruymuş gibi ilan edilen MHP’nin durumuyla, ömürleri boyunca devlete kafa tutmuş devrimcilerin konumunu eşitlemeye kalkmanın, tam anlamıyla bir kandırmacaya ve sahtekârlığa denk geldiğini vurgulamayı uygun gördüm. ‘Mağduriyet’ kelimesine karşı çıkışımın esas sebebi budur. (Bknz.)”
Komünistlerin, devrimcilerin “insanlık suçları”na maruz kalmaları anlamında “mağduriyet”leri ne kadar gerçekse de, bu “mağduriyet”lerinin bizatihi onların, yalnızca askerî yönetimlerin değil sivil yönetimlerin de “muhatap”ı olmalarından kaynaklanan de facto bir “durum” olduğunu bilmek ve unutmamak gerekir. Kaldı ki, komünistlerin, devrimcilerin “mağduriyet”leri, şubeler ve cezaevleriyle sınırlı kalmamıştır. Çoğu komünist ve devrimci, yaşamlarını sürdürebilmek, karınlarını doyurabilmek için kimliklerini gizlemek, söyleyecekleri her şeyi Ezop’un o lânetli diliyle söylemek, çoğunlukla da kendilerini suskunluğa terk etmek zorunda bırakılmıştır. Yurtdışına kaçabilenler ise, yalnızca geçinebilmek için her şeye sıfırdan başlamak zorunda kalmışlardır.
MHP’lilerin, Ülkücülerin “12 Eylül” döneminde “insanlık suçları”na maruz kalanlarının “mağdur” oldukları –haksızlığa uğramış oldukları- kuşkusuz yadsınamaz. Ama bir bütün olarak bu “mağduriyet”in komünistlerin ve devrimcilerin “mağduriyet”iyle aynıymışçasına ele alınması, değerlendirilmesi doğru değildir.
Zeyl
İnternetteki en iyi Türkçe-İngilizce sözlük olarak gördüğüm Zargan’da “itiraf etmek/açıkça söylemek” karşılığındaki “to profess”in çeşitlendirmelerinden biri akla ziyan kabul edilebilir ama “komünist”in nasıl ele alındığını göstermesi açısından önemlidir.
Çeşitleme şöyle:
“to profess oneself a communist: komünist olduğunu itiraf etmek (Bknz.)”
Eskiler “alenen ikrar” derdi.
Teşekkürler, çektiğin acıları biraz azaltmıştır umarım…
Ayrıca komünizmi kıyısından köşesinden tartışmaya açtığın için teşekkürler
BeğenBeğen