Orhan Yalçın Gültekin sordu, Mustafa Lütfi Kıyıcı yanıtladı…

78 kuşağı, 68’liler tarafından örgütlenen bir kuşaktır; yani örgüt kurucuları 68’lilerdir. İki kuşak arasında böylesine sıkı, iç içe geçmiş bir ilişki vardır. 27 Mayıs İhtilâli/Darbesi ve 1961 Anayasası koşullarında ortaya çıkmış 68’lilerin 58 kuşağıyla ilişkisi sanki yokmuş gibi görünmektedir. Gerçekte de böyle miydi?

58’lilerden kastedilen bizden önceki gençlik kesimi ise aramızda iletişim olmadığını söylemek mümkün değildir.

Castro Nuri (Yazıcı), Yankafa Neşat (Şen), Raif Ertem, Ahmet Güryüz Ketenci, Kemal Kumkumoğlu, Bozkurt (Bozbey) Nuhoğlu. Daha pek çok isim sayabilirim. Biz DÖB’lülere başkanı olduğu TMGT’nin kapılarını açan, Deniz’i Kültürel Organizasyon Komisyonu Başkanlığına bizleri de üyeliğine getirerek bir mekân edinmemizi sağlayan, Başkanlığı Kazım Kolcuoğlu’na bırakırken benim Merkez Yürütme Kuruluna atanmamı sağlayan Alp Kuran bizden önceki neslin önem verdiğimiz isimleridir. İstiklal Caddesi üzerinde, Tünel Ardahan’da bulunan bu yer, Cağaloğlu’nda Yapı İşçileri Sendikası (YİS) Başkanı İsmet Demir’in bize tahsis ettiği mekândan daha çok merkez görevi olanağı sağlamıştır.

Saydığım bu isimlerden bazıları kendilerini sosyalist saysalar da anti-emperyalist çizgideki Kemalist “abi”lerimizdir. Alp abinin, bir toplu söyleşide “ham ahlat” bir arkadaşın tavrından alınarak sabaha kadar hem de yabancı dilden Lenin ‘in Devlet ve Devrim kitabını okuduğunu ve ertesi gün; “Ben bu görüşlere katılmıyorum. Ne olacak şimdi?” dediğini hatırlarım. Nazım şiirleri karşılıklı okunurdu. En güzel Nazım şiirlerini Bozbey okurdu. Gürkan ve Deniz aşağı kalmazdı.

Etkileşimin karşılıklı olduğunu belirtmek için bunu aktardım. Başka örnekler de verebilirim.

Biz belirlenmiş bir hedefe birleşebilecek her sınıf ve tabakadan kişi ve örgütlerle birlikte gitmek çabasında bir felsefeye sahiptik. Geniş cephe/birleşik cephe diye adlandırabileceğimiz bu kural bizi yalnızlaştırma çabasına karşı da bir önlemdi.

68 kuşağı, YÖN, TİP, CHP-Ortanın Solu ve TKP’liler arasında kendine bir yol açmaya çalıştı. Bunda ne kadar başarılı oldu ya da oldu mu? Kendine yeni bir yol açma çabası gerekli miydi, gerekli idiyse gerekçeler nelerdi?

Yayınlanması o günlerin kamuoyunu oluşturan/yön veren hemen tüm aydınların katılımı ile yayın hayatına başlayan YÖN dergisi önemli bir görev de üstlenmiştir. Başyazarı Doğan Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni isimli kitabının en çok okunan kitapların başında yer aldığı bir dönemdir bu. Çoğumuzun okuduğu bir kitaptır.

YÖN, 27 Mayıs’tan sonra yeniden iktidara gelen, o dönem “kuyruklar” diye adlandırılan ve Menderes iktidarlarının devamı olan Demirel hükümetlerine karşı, asker-sivil muhalefetini örgütlemeye çalışan bir yapıdadır. YÖN’ü ve devamı olan Devrim dergisini en iyi anlatan Uluç Gürkan ile dönüşümlü yazı işleri müdürlüğünü yapan Hasan Cemal’dir.

YÖN aynı zamanda, okur köşesi gibi kullandığı 2. sayfasında Mihri Belli’ye müstear isimle de olsa bir iki yazı için yazma olanağı tanımıştır.

Mihri Belli’nin kullandığı isim “E. Tüfekçi”dir. Eski Tüfekçi müstearı bundan sonra eski komünist partililer için kullanılır bir hal almıştır. Soğuk savaş yıllarının ağır anti-komünist havasında demek ki kendi isimleri ile yazı yazma olanakları bu şekilde olabiliyordu.

TİP’in kurulmuş olmasına M. Ali Aybar, Behice Boran, Sadun Aren gibi isimlerin TİP içinde yer alabilmelerine karşın, komünist örgütlenmeden mahkûm olmuş kişilerin fikirlerini gerçek isimleriyle yayınlayamamaları dikkate değer, bir dönemi algılama örneği olmalıdır.

Bu dönem için aralarında büyüdüğümüz bu insanlardan duyduğumuz siyasi çabanın adı “legalite için mücadele”dir. Legal olanakları “dirsekleriyle genişletmeye çalıştıkları” bir dönemdir. Özgürlük ve demokrasi seviyesinin anlaşılabilmesi için, dirsekleriyle genişletmek sözüne özellikle dikkatinizi çekmek isterim.

68 gençliğinin onlarla birlikte verdikleri mücadele, legal olanakların genişletilmesini de sağlamıştır.

Önce FKF’ye egemen olup isim değiştirdikten sonra Dev-Genç’i yöneten gençler, yurtdışına çıkmayıp mülteciliği kabul etmeyen eski tüfeklerin fikri doğrultusunda hareket eden gençler olmuştur.

Anılarımı anlattığım bazı sözlü tarih çalışmalarında, DÖB’ün eylemlerinin de etkisi ile FKF’nin Ankaralı arkadaşlarımızca ele geçirildiğini, DÖB’ü fiilen kapatıp FKF’nin Dev-Genç’e dönüştüğü kongreye katıldığımızı ve burada iki önerge verdiğimi anlatmıştım. Bunlardan birincisi, devrime giden yolu dört aşamaya ayırıp öncelikleri küçük burjuva radikallerine veren Şahin Alpay ve Halil Berktay’ın Aydınlık ve Türk Solu dergilerinin bizim yayın organımız olup olmadığına yönelikti. İkincisi de İstanbul FKF yöneticilerinden Veysi Sarısözen, Sıtkı Coşkun ve 12 Mart günlerinde emniyette ve özellikle cezaevlerinde sıkı dost olduğum Osman Arolat’ın “ilkel oportünist” olmaları nedeniyle kongre kararı ile atılmalarını önermemdi. Bu önergelerin ilki ile Doğu Perinçek’lerle ideolojik ayrılığımızı açığa çıkartmaktı amacımız, nitekim öyle de oldu. İkincisi ile de genelde TİP çizgisindeki arkadaşları tasfiye furyası başladı. Bu furya yanlış oldu. Kemikleşmiş kişileri tasfiye edelim derken, pek çok kazanılabilecek arkadaşı da bu arada kaybetmiş olduk.

Bu arkadaşlardan bazıları, sonraları yurtdışına çıkarak “TKP” yöneticisi oldu. Ve hiç değilse “Bolu dağlarında gerillalarının gezdiğini” iddia eden “TKP” yöneticilerinden partiyi kurtararak, Türkiye gerçeklerini bilen bir yapıya oturttu. Şimdiki durumları konumuz dışı.

68 kuşağı üzerinde en çok etkisi olan iki komünist Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve Mihri Belli’ydi. Genç devrimciler tarafından Mihri Belli’nin daha fazla önemsendiğini ve onun daha etkili olduğunu da söyleyebiliriz herhalde. Gençlik içindeki Mihri Belli etkisini nasıl değerlendirirsiniz?

Mihri Belli’nin üzerimizdeki etkisini anlatırken Demir Küçükaydın, Dostoyevski’nin “Hepimiz Gogol’un Paltosundan çıktık” betimlemesine gönderme yapar. MDD kanadı istinasız Mihri Belli’nin “paltosu”ndan çıkmıştır.

Mihri Belli, Şefik Hüsnü, Reşat Fuat’ın temsilcisi olduğu TKP geleneğinin temsilcisidir.

O, Amerika’da bulunduğu dönemde KP’nin zenciler arasında çalışan bir militanı, Yunan İç Savaşında bir komutandır. Kıvılcımlı ve Mihri Belli sorgulamalarda direngenlik örneği veren saygın kişilerdir. Kıvılcımlı en uzun cezaevinde kalan, üretkenliğinden hiç taviz vermeyen bir örnektir.

DÖB kadrosunu Mihri Belli ile tanıştıran, yakınlaştıran Deniz’dir. Üzerimizdeki etkisini kırmak için hem mülteci TKP hem Ecevit dâhil erki ellerinde bulunduranların yoğun karşı propagandası olmuştur. İsmet İnönü’nün “Gençliği bizden kopardı” dediği kişidir.

Kıvılcımlı üretken ve kendine özgü tarih tezi olan, saygıda kusur etmediğimiz bir büyüğümüzdür. Mihri Belli’nin Başyazarlığını yürüttüğü Türk Solu haftalık dergisindeki yazıları, konuları ele alış ve işleyiş bakımından esprilerle dolu, yalın ve öğreticidir.

12 Mart’a ön gelen günler, bir yönüyle genç devrimci kadroların Mihri Belli’den kopuşmasına da sahne oldu. Gerçi THKO’yu kuranların (Hüseyin İnan, Sinan Cemgil, Deniz Gezmiş, vb.) Mihri Belli ile çok sıkı teşrik-i mesaisi olmadığı bilinir ve söylenir ama THKP-C’yi kuranların son ana kadar Mihri Belli ile birlikte yürüme konusunda ciddî çaba sarf ettikleri de bilinmiyor değil. Bu anlamada THKP-C kurucularının (Mahir Çayan, Münir Ramazan Aktolga ve Yusuf Küpeli) Mihri Belli ile yollarını ayırmaları nasıl olmuştur?

Önce Doğu Perinçek grubu ile kopuşma oldu. Bunda Dev Genç Kongresinde verdiğim önerge ile benim rolüm de olmadı değil. Ama öncesi var. Biz İstanbul’da demokratik kitle hareketleri ile etken bir konuma gelmiştik. İşgal, Dolmabahçe’den Amerikalıların denize dökülmesi, Samsun-Ankara yürüyüşü vs… Her olaydan sonra aranan, sık sık cezaevini ziyaret eden kişiler haline gelmiştik… Öyle ki devamlı tehdit edilmeye başlayan Deniz’e evine kadar militanlar eşlik eder hale gelmişti. Bu ortamda İTÜ’deki yemekhane içinde Harun Karadeniz zamanından beri üs olarak kullandığımız bir odamız vardı. Harun’dan sonra başkan olan bizim siyasi çizgimizdeki Tarık Almaç ile Doğu’nun bir konuşmasına tanık olmuştum. Tarık bizden dert yanıyor ve “Ya bu DÖB’lüleri ne yapacağız?” diye yakınıyordu. Doğu da “İyi unsurları yanımıza alırız, diğerlerini de tasfiye ederiz!” yollu bir cevap veriyordu. Her olayımızı sahiplenip gazetelere demeç veren Doğu’nun bu ikili tavrı garipti. Anlaşılan bizim bazı “sol” sayılabilecek hareketlerimiz onlar tarafından yadırganıyordu. Mahir’in de bizleri tanımadan önce “sol” maceracı tavırları bir iki cümleyle eleştiren bir yazısı vardır. Biz ise bunu bilmemize rağmen, Lenin’in sağ sapma olmaktansa, “sol” sapma olmak iyidir anlamına gelen bir cümlesine sığınıyorduk. Zaten çizgi haline de gelmemişti, ancak militan tavrımız böyle bir izlenim verebiliyordu. DÖB’lüler ideolojik tartışma yapmaz, kavga ederler gibi bir algılama yerleşmeye başlamıştı. Hareketin içinde iken bunu fark edemiyorsun…

Kongre öncesi Aydınlık ve Türk Solu’nda çıkan ve cuntacılık olarak açıkça nitelenmesi gereken yazılar üzerine yukarda açıkladığım önergeyi verdim. Önergeyi destekleyen konuşmayı Mahir yaptı. Önergenin altında onun da adı vardı zaten ama imzalatmamıştım. Tavrım kongre öncesi konuşmalarımıza paraleldi. Mahir, Yusuf ve Ramazan ile anlaşmıştık.

İlk ayrılık budur. Doğu’lar sonuçta Dev Genç içinde etkisizleştiler ve Aydınlık Dergisinden de tasfiye oldu. Doğan Avcıoğlu’nun çıkardığı Devrim dergisi ile aynı kata taşındılar ve Beyaz Aydınlık’ı çıkardılar. Adını da Proleter Devrimci Aydınlık koydular. Önce Kıvılcımlı görüşlerini savundular, sonra da Şahin Alpay’ın “Sokak Güzeldir”de anlattığı gibi Maocu oldular. Ve dönüp bizleri cuntacı olmakla suçlayıcı yazılar yazmaya başladılar. Doğu Perinçek’i tanımak için, aynı ekipte yer alan Gün Zileli’nin Yarılma ve Havariler kitabı aydınlatıcıdır.

İkinci kopma ise Ertuğrul’un seçildiği kongrede oldu.

Biraz geriye dönmek gerekecek. İlk kongreden sonra Mahir ile Mihri Belli’nin Küçükesat’taki evine gittik. Niyetimiz durumu anlatmaktı, çünkü kongre sırasında Mihri Belli, Ahmet Say ile “Aman DÖB’lüler bir olaya sebebiyet vermesinler/olay çıkarmasınlar” yollu bir haber getirmişti. Ortada ciddi ve bizi tasfiyeye yönelik bir niyet, bir ayrılık vardı. Küllenmesinin gereği yoktu. Bunu anlattık. Bizden 10 dakika önce Doğu ve bazı arkadaşları varmış evde zaten. Ve Doğu beni suçlamış. Oysa önceleri bizim ekipten “kafakola almak” istediği elemanlardan biriydim.

Mahir bundan sonra Aydınlık’ta, Türk Solu’nda daha çok yazmaya başladı. Bizim çizgimizin yani MDD’nin gençlere daha yakın gelen bir üslupla savunucusu oldu.

Bu arada İstanbul’daki bazı arkadaşların özellikle İTÜ’dekilerin Doğu’nun etkisinde kaldığı anlaşılınca Mahir davetimiz üzerine İstanbul’a geldi. İTÜ’de ayrılık konularına açıklık getirdi. Sonrası da sık sık gelmeye başladı zaten. Ya dayısının Elmadağ semtindeki evinde ya da bizde kalıyordu. İTÜ’nün önündeki top sahasında yağmur çamur demeden iddialı maçlarda yapıyorduk. Mahir iyi futbolcu idi. Büyük takımların birinin genç takımında oynamış, hangisi anımsamıyorum.

15-16 Haziran olayları sonrasında Mihri Belli’nin yeni çıkmaya başlayan Kurtuluş gazetesindeki oldukça ılımlı bir yazısı hepimiz tarafından çok eleştirilmesine ve hatta dağıtımında görev alınmamasına yol açtı. Galiba kırılma noktası bu yazı idi. Bu yazı üzerine çok spekülasyon yapıldı.

Zamanla bu ve Sovyetler Birliğine karşı tutum, mücadele biçimi konusunda ayrılıklar giderilemez kalın çizgiler haline geldi.

Kongreye bu hava içersinde gidildi. Kopuşma olacağını düşünmüyorduk. Ya da benim düşüncem öyle idi. İstanbul’dan delegasyonla trenle hareket ettiğimizde polis trene baskın verdi. Tren hareket halinde iken üzerlerimizdekileri vagon aralığından bir torbaya koyup atmak zorunda kaldık. Ankara’da SBF’ye gittiğimizde bu olay duyulmuştu. Mahir hiç gereği yokken üzerindeki 6.35’lik bir malzemeyi bana verdi. Kürsüde konuşmaları yönetirken bir ara montumu çıkardığımda delegelerce görülen ve gülüşmelere yol açınca yeniden montu giymek zorunda kalmama sebep olan malzeme onun verdiği idi.

Bilinenin aksine Mahir, Yusuf, Ramazan’ın başını çektiği grup çoğunluğu teşkil etmiyordu. Ancak dışında kalan kişi ve grupların Doğu’lar hariç uyumlu bir birliği yoktu. Deniz Filistin’e gitmekten vazgeçmiş, ODTÜ’ye yerleşmiş ve belli bir eylem hazırlığında idi. Kır gerillası, şehir gerillası lafları tüm devlet aygıtının gözü önünde (hem yazılı hem sözlü) havada uçuşuyordu. Bu havanın etkisiyle tartışmaları Doğu grubuna yönlendirerek seçim maddesine geçtim ve “oybirliği” ile Ertuğrul’un ve MYK’nın, kendi tespit ettiğimiz İstanbul Bölge Yürütmenin, İzmir Bölge Yürütmenin seçildiğini itirazlara rağmen ilan edip kongreyi bitirdim. Bu kongrenin ilginç olaylarından biri de neredeyse Anadolu’nun hiç ummadığımız yerleşim yerlerinde Dev Genç şubelerini açmak olmuştur.

Mahir’lerle aramızdaki ayrılık konularını uzlaşmaz olarak görmüyorduk. Bunları halk içi çelişkiler olarak anlıyorduk. Örneğin, ayrılık bildirisi olan, ama öyle algılamayan bizlere “Aydınlık Dergisine Açık Mektup” broşürünü İstanbul’a getiren kişi arkadaşımız ve Bölge Yürütme Kurulu üyemiz Hamza Özkan’dı.

Zamanla anlaşılmıştı ki, Mahir kitlenin değişim isteyen özlemini iyi tespit etmiş ve rüzgârı arkasına almıştı. Bu önemliydi.

Deniz ile görüşmek için ODTÜ’ye gitmek, İstanbul delegelerini başka bir amfide toplayıp Bölge Yürütme Kurulu üyelerini yeniden tespit etmek gibi ayrıntılar da var ama bunların ayrıntıları Zihni Çetiner’in kitabında var.

Burada sadece eklemek istediğim bir husus var: Feyizoğlu kongre sırasında benim kendisine anlattığım ve Mahir’in neden beraber hareket etmiyoruz sorusuna, verdiğim ”Siyasi ayrılık başlarsa dostluk biter” yollu oldukça sekter bir sözümü sanki Mahir bana söylemiş gibi aktarmasıdır. Gerçi dostluk kongre sonrasında evimizde kalması ve Mahir’in aramızdaki irtibatta akrabası Önder’i görevlendirmesi şeklinde sürdü. Firar öncesi de bir isteğim olup olmadığını sorması bile bir dayanışma göstergesiydi.

Deniz’in Mihri Belli ile ideolojik bir ayrılığı yoktur. Ayrılık mücadele biçimi ile ilgilidir. Deniz de gerilla hareketini başlatmak fikri hep olmuştur. Mahir ayrılığın ayyuka çıktığı dönemde, Mihri Belli ile Ankara Kuğulu Park’ta buluşmuş ve konuşmuştur.

Hüseyin ve Sinan TİP kökenlidir. Özellikle Sinan’ın THKO’ya katılması pek çoğumuzda şaşkınlık yaratmıştır.

Mahir’in firardan sonraki günlerde;”Mihri Belli’den ayrılmakla hata ettik .” dediği söylenir. Gerilla hareketinin en ateşli savunucuları olan, eleştirel bakan herkesi pasifistlikle suçlayan, dağlarda tatil gibi gerilla eğitim çalışması yapanlar ise 12 Mart’ın “inkâr ve itirafçıları” olmuştur. Cezaevinde arınma iddiası ile çırılçıplak soyunanlar, geçmişimiz provokasyondu diyenler, namaz kılmaya başlayanlar, bunların arasından çıkmıştır.

Hiç kimse Mihri Belli’nin silahlı mücadeleyi teşvik eden tavır ve davranışlarına şahit olduğunu söyleyemez. Söylememiştir de zaten.

Gerek THKO gerekse THKP-C davalarının Sıkıyönetim Mahkemelerindeki savunması incelendiğinde görülen gerçek, hepsinin bir nevi MDD savunması olduğudur.

12 Mart’tan çıkışta yeniden yapılanan Türkiye Solu, Mihri Belli etkisini üzerinden atmaya çalıştı. 1978 kuşağı üzerinde Mihri Belli etkisi hemen hemen hiç yoktur. TEP de pek etkili bir parti olamadı. Bunu neye bağlıyorsunuz?

Mihri Belli’ye yöneltilen eleştiriler hep parti kurulmasına imkân tanımaması noktasında toplanırdı. Ayrılık öncesi Mahir’in çevresinde de bu eleştiri yoğun olarak yapılırdı. Sonra ikna olup kuralım dediğinde ise yapılan toplantılarda “Mihri Belli’nin kuracağı parti Latin Amerika KP’lerine benzer” denilerek olumsuz propagandaya maruz kaldı. Sonradan anlaşıldı ki THKP’nin temelleri atılmış. 12 Mart öncesi parti kurma çabası böylece akamete uğradı. Aslında iyi ki de öyle oldu.

12 Mart sonrası afla çıktığımızda ise parti gene gündeme geldi. Mihri Belli’nin fikri sadece bir yayın organı etrafında birleşmekti. Ama Parti kurma baskıları artınca TEP kuruldu. Programı benim 12 Martta sıkıyönetimde yargılanıp ceza aldığım programdı. 12 Mart öncesi kurulması düşünülen parti için hazırlanmış bir programdı bu. Türkiye Solu dergisinin eki olarak yayınlamıştık. Sorumlu müdür ben olduğum için ben yazdım demiş ve diğer katkıda bulunanların yargılanma dışında kalmasını sağlamıştım.

TEP de ilginç gelişmelere sahne oldu. Rasih Nuri İleri ve Mustafa Gürkan parti kurulması için bizlere baskı yaptıkları halde parti yıkıcılığına başladılar. Etkisiz olduğunu söylemek mümkün değil.

Parti programındaki “anadilde eğitim” talebiyle ilgili madde nedeniyle Anayasa Mahkemesinde dava açıldı. Üye kabul edilmeme kararı alındı. Ve sadece benim imtiyaz sahibi olarak tüm hamallığını yaptığım dergi çalışmaları yürütüldü. Aslında nitelik olarak en iyi tespitlerin ve yorumların yapıldığı verimli bir dönemdi. İmtiyaz sahibi ve “hamalı” olduğum EMEKÇİ aylık dergi ve BAĞIMSIZ TÜRKİYE haftalık dergi 1974 yılının son aylarından 1979 yılına kadar her sayı 5.000 adet basıldı. Bu iki derginin de dikkate alındığı ve ciddi bir okur kitlesine sahip olduğu anlamına gelir.

68’in sav sözü “Tam Bağımsız ve Gerçekten Demokratik Türkiye” idi. 78, bunu “Bağımsız Demokratik Türkiye” olarak sürdürdü. Bugünlerde ise “tam bağımsızlık” ya da aynı anlama gelmek üzere antiemperyalizm, sol olma savlı belli çevreler tarafından olumsuzlanıyor. “Halk Demokrasisi” anlamına da gelebilecek “Gerçek Demokrasi” söylemi ise aynı çevreler tarafından büyük ölçüde terk edilmiş durumdadır ve 68’in söylemiyle “sahte demokrasicilik” neredeyse tek mümkün faaliyet alanı olarak görülmektedir. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Toplumda şu veya bu şekilde seviyeli bir tartışma ortamının gelişmesi, çeşitlenmesi önemlidir. Ebetteki sorunlar ve dünya şartları değişiyor. Hiçbir şey durağan değil. Dünya ‘tek merkezli hale geldikten sonra’ dayatılan küreselleşme ve çağrıştırdığı kendi ulusal menfaatleri paralelindeki uygulamalardır. Küreselleşmenin savunucuları emperyalizm olgusunu yok sayıyorlar. Hatta emperyalizmi neredeyse olumluyorlar. Emperyalizme hayır, boş laftır diyebiliyorlar. Hatta emperyalizm tarafından sömürüldüğü için geri kalmış ülke yoktur, diyorlar. Bunlar ibret verici, yalın işbirlikçi tavırlardır.

Bizler gerçek demokrasi ve bağımsızlık idealimizi dik tutmak mücadelesini yürütmek zorundayız. Anti demokratik uygulamaları gündemde tutup en azından Uğur Mumcunun zamanında söylediği gibi; NATO ülkelerindeki kadar demokrasi ve özgürlük istiyorum! demeliyiz.

Sosyalizm hala insanlığın umududur. Kapitalizmin parlattığı örnek gösterdiği ülkeler krizlerden kurtulamıyor. Yetmiş yıllık Sovyet deneyiminden dersler çıkararak yeni hedeflere yönelmeliyiz. İnsanlık daha güzel bir dünyayı hak ediyor.