Mustafa Lütfi Kıyıcı
Son gençlik olayları nedeniyle iktidar yetkililerinin açıkça Ergenekon bağlantısından söz etmesi ve 68 ile bağlantı kurması üzerine birkaç söz daha söylemek gerekli oldu.
Baştan şunu söylemek gerekir; 68’i yaşayan hemen bütün gruplar yekdiğerini “cuntacılıkla”, darbe yandaşlığı ile suçlamıştır. Yakın tarihimizle ilgilenenler bu gerçeği bilir. Kısaca söylemek gerekirse, FKF’nin Dev-Genç’e dönüştüğü kongrede biz, yani DÖB ekibinden gelen ve kapatılana kadar İstanbul Bölge Yürütme Kurulunu oluşturanlar ile Ankara SBF ve ODTÜ Fikir Kulübünün (Mahir, Münir, Yusuf) temsilcileriyle Doğu Perinçek ve ekibini “cuntacı” olarak suçladık ve etkisizleştirdik. Gerçi sonra bu ekip büyük bir kıvraklıkla dönüp kendisini tasfiye eden ekibi “cuntacı” ve Kemalist olmakla suçlamaya başladı. Çıkarttıkları ve iddialı bir isim koydukları Proleter Devrimci AYDINLIK dergisi arşivi bunun belgesi olan makalelerle doludur.
Ertuğrul Kürkçünün seçildiği kongrede ise bu kez, Mahir ve ekibinin başını çektiği grubun Mihri Belli ekibine yönelttiği başlıca eleştiri, “cuntacılık” suçlamasıdır.
Anlatmak istediğim, cuntacılığın bir taraftarlığın değil, suçlamanın başlıca konusu olduğudur. Bu suçlamalarda ise kullanılan, fiili bir beraberlikten çok yazılan çizilenlerden, cuntacı bir sonuç çıkarmak şeklindedir.
Bununla beraber “cuntacılığın karargâhı” olarak görülen Devrim gazetesi de bir vakıadır. Bu karargâhla ilgili anılarını yazan Hasan Cemal önemli bir kaynaktır. Hasan Cemal “Kimse Kızmasın, Kendimi Anlattım” isimli kitabında masa üstünde üretilen senaryoları gerçek izlenimi verecek gibi anlatıyor ve bunlar da galiba itiraz edilmediğinden doğru olarak kabul görüyor.
O, örneğin, şöyle yazıyor:
“İki bomba Sıhhiye’deki Ankara Orduevinin önünde PATLAYACAKTI. İki bombanın ikisi de meydanın birer ucundan toplum polisinin üstüne FIRLATILACAKTI.
“Büyük gürültü, devrimci gençler miting sonrası orduevine doğru yürüdüklerinde KOPACAKTI. Bomba sesleriyle ortalık ana baba gününe dönerken sloganlar HAYKIRILACAKTI. Ordu gençlik el-ele, milli cephede!”
Ve o, bunları gerçekleşmiş olaylar olarak algılanmasını umuyor, galiba öyle de oluyor. Yalnız “patlayacaktı” diyor, patladı demiyor; “fırlatılacaktı” diyor, fırlatıldı demiyor. Yani “cek”ti, “cak”tı… Çünkü bunların gerçekleşmediğini kendisi de biliyor.
Hasan Cemal bunu daha önce de yapmıştı. Nasıl? Deniz’e, Sarp’a mısır patlatır gibi bomba patlattıranların olduğunu yazmıştı. Kimdi bu halisünasyon sahibi muhterem? Emekli subay İrfan Solmazer!
Erol Bilbilik anlatmış, Hasan Cemal de yazmış. Solmazer şöyle dermiş:
“Erol, sen denizcileri ihmal etmişsin”. (…) Sarp Kuray’ı, Deniz Gezmiş’i ihmal etmişsin. Hiç temas kurmamışsın. Ama ben onlara İstanbul’da, Ankara’da mısır patlatır gibi bomba patlattırıyorum.”
Peki, nasıl yapıyormuş bunu?
“Deniz Gezmiş’i Sarp Kuray’ı oturtuyorum. Amerikan Büyük elçiliğinin ön kapısının kurşunla taranmasına demokratik olarak karar veriyoruz. Emri ben veriyorum.”
Bunu doğru olarak kabul eden Hasan Cemal, ”Dolayısı ile Deniz Gezmiş’i, Sarp Kuray’ı kullandılar.” diye yazıyor.
Solmazer‘deki egoya bakar mısınız? Sarp Kuray şimdi cezaevinde olsa da cevap verebilir. Sarp Kuray ile 12 Mart öncesi de, esnasında dostluğumuz vardır. Selimiye’de aynı koğuşu paylaştık.
Ben, Deniz ile ilgili iddia üzerinde durmak istiyorum. Deniz Bursa cezaevinden çıktıktan sonra askere alınmak istendi, yeni cezaevinden çıktığı için kısa süre bir izin verildi, Deniz’in daha önce bulunduğu Filistin’e gitmek için fedai kimlik kartını ve Suriye’ye geçmek için kılavuz istediğini başka bir vesile ile anlatmıştım. Deniz, Ankara’ya gidecek ve ODTÜ yerleşkesinde kılavuzu bekleyecekti. Bu dönemde Hüseyin, Yusuf ve Sinan ile birlikte THKO oluşumuna katıldı. Bunları anlatmak doğru mu bilmiyorum ama kimsenin bir itibar kaybına neden olmayacağı için artık bunlar anlatılmalı; THKO’nun gerçek liderinin Dede lakaplı Hüseyin İnan olduğu veya etkin unsurun Hüseyin olduğu bilinir. Hüseyin, Sinan gibi TİP kökenlidir. Bu “asker-sivil aydın zümre” söylemlerine uzak demektir. İsteyen Hüseyin İnan’ın eldeki bir-iki yazısına bakabilir.
Deniz’i karşısına oturttuğunu söyleyen kişinin Hüseyin’i, Yusuf’u, Sinan’ı ya da herhangi birinin de ismini zikretmesi gerekmez mi?
Peki, neticede bir Ankara gazetecisi olan Hasan Cemal’in bu oluşumu ve olguyu bilmemesi mümkün mü? Biliyorsa başka, bilmiyorsa başka cevabı var bunun!
Cunta karargâhı haline gelen Devrim Gazetesinin militan bir kadrosu bildiğim kadar yoktu. Öyle ki, Dev-Genç İstanbul Bölge Yürütme üyesi bir arkadaşımızın anlatımına göre, bu bomba olayını gerçekleştirmeye çalışan, öneren Devrim’in kendi yazı işleri kadrosudur.
Kimsenin günahını almayalım, Devrim Gazetesinin beyni Doğan Avcıoğlu’nun eşi Sevil Yurdakul Hasan Cemal için “O toplantılara götürülmezdi. Gazetelerden kupür kesip arşivlerdi. Cevap veremeyecek birinin arkasından konuşmak niye?” der.
HASAN Cemal hala, “68 gençliğinin bazı kesimleri darbeciler tarafından askeri kışkırtmak için kullanıldı.( 16.12.2010.Milliyet) diye yazıyor.
Doğan Avcıoğlu’nun “Gerilla Meşrudur” yolunda bir makalesi Devrim’de yayınlandı. Bundan önce mi sonra mı tam bilemiyorum, Regis Debray’ın Küba deneyimini ve fokoculuğu irdeleyen ”Devrimde Devrim mi?” kitabı ve gerilla savaşı üzerine yazılmış çeşitli kitapların çevirileri yayınlanmaya başladığı 1967’de başarısız Bolivya deneyiminde öldürülen Che’nin kitapları, resimleri etrafında bir efsane yaratıldı. Ve gençlikte kaçınılmaz olarak bir gerilla romantizmi başladı. Elverişli ortam ve lojistik destek var mıydı? Bunun üzerinde durulmadı. Başarısızlık halinde ne olacaktı? Herhalde o dönem çoğumuzun okuduğu Fidel Castro’nun başarısız Moncado baskınından sonra mahkemede yaptığı savunma gibi; “Tarih beni beraat ettirecektir!” denilecekti. 12 Mart döneminde yaşadıklarımız da buna paralel değil midir? Camillo Torres’in “Tekrar Dağlara döneceğiz!” (Bacl to the Mountains!) başlığı ile yayınlanan yazısının başlığı hala belleğimdedir.
Devrim gazetesinde çalışıp da gençlik içinde yer alan, birebir ilişkileri olan SBF‘de Öğrenci Derneği başkanlığı da yapmış olan Uluç Gürkan’dır. Ama nedense o hep suskun kalıyor.
O yıllarda, Ankara Hukuk Fakültesinin büyük amfisinde yapılan Doğan Avcıoğlu’nun konuşmacı olduğu bir konferansı hatırlarım. Yapılan bütün eylemleri kendilerine mal eden ve gençliği avucunun içinde tuttuğu mesajını bir yerlere verdiği açık olan bir konuşmadır bu.
Buna o dönemki “sol” cephenin verdiği cevap, “Sana o mikrofonu kimin verdiğini unutma!” şeklindedir. Yani “haddini bil!” denilmek istenmiştir. Öylesine bir hava yaratmaya çalışmışlardır ki, bütün devrimci öğrenci kitlesi emir komutaları altındadır. Onların varsayılan gücü arkalarındadır.
Ama netice; Avcıoğlu’nun Erol Bilbilik’e söylediği sözdür: ”Erol, Faruk bizi sattı!” Umut bağlanan, bütün üniformalılara Doğan Avcıoğlu’nun “Türkiye’nin Düzeni” kitabını okuması gerektiğini dayattığı söylenen Genel Kurmay Başkanı Faruk Gürler de Hava Kuvvetleri Kumandanı Muhsin Batur da saf değiştirmiş ve 9 Mart olayı başarılamamıştır.
12 Mart darbesi sonrasında “cuntacılık/darbecilik “ suçlaması ile yargılanan Dev-Gençli öğrencilerin yargılandığı tek dava yoktur. Cunta olayı ile yargılananlar MİT ajanı olduğu sonradan anlaşılan Mahir Kaynak’ın deşifre ettiği Madanoğlu Davasıdır. Burada da herhangi bir 68’li yoktur.
O karmakarışık ve her gece 27 Mayıstan daha öte kazanımlar sağlayacağı yaygınlaştırılan günlerde yapılan Sarp Kuray’ın düzenlediği “Dikmen toplantısı” vardır.
Burada THKP-C mensupları, ”biz soldan da gelse bir darbenin desteklenmesine karşıyız” diyerek toplantıdan ayrılmışlardır.
Deniz ise bazı kişilerin katılmalarını istemiştir; “Orada bulunun ama bizi temsil etmiyorsunuz” kaydı koyarak. Bunun bilgi edinmek anlamında olduğu bellidir. (Nakleden Sarp Kuray, İsyan ve Tevekkül, s.414 vd)
Madanoğlu davasından yargılananların bir kısmı ile Sansaryan Han’da ve İstanbul Dev-Genç Davası için götürüldüğümüz Davutpaşa Kışlası’nda karşılaşmıştık. Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk ve İlhami Soysal da Davutpaşa’da idi. Dev-Genç sanıklarından Hakkı Karadeniz bir gün ortaya “9 Mart başarılı olsaydı ne olacaktı?” benzeri bir soru atmıştı. Suskunluk. Sonra İlhami Soysal koridorda volta atan Hakkı’ya yaklaşmış ve “Üç kişinin idamı ile kurtulamazdınız” demiştir. Bu İlhami Soysal’ın samimi beyanıdır.
NATO konseptine göre yeniden dizayn edilen, soğuk savaşın anti-komünist propagandasının yoğun etkisinde ve Pentagon eğitimlerinden geçen militerlerin “komünist” kimlikli kişi ve gruplarla yan yana gelip darbe planlayacaklarını düşünmek fazla zorlamadır.
Özellikle bu günler için, önderleri darbeciler tarafından katledilen 68’lilerin Ergenekoncu bir tertip içinde olacağını düşünmek, bir şeyleri kamufle etmeye çalışmak değil ise zorlamanın da ötesinde bir korkunun ifadesi değilse nedir?
Son söz: Diyelim ki hepimiz şu veya bu şekilde o sürecin bedel ödeyen bir parçası olduk. Ama maddi manevi nemalanan, devrimcilerin adreslerini gazetesinde yayınlayarak karşı devrimcilere hedef gösterilmesinde sorumluluğu olan Oral Çalışlar ve o dönemde Sevil Hanım’ın arşivci olduğunu söylediği Hasan Cemal oldu. Bu ayıp onlara mı, bize mi düşer? Tartışmam bile. Bu ayıp sessizliğe gömülen bizimdir.
Sayın Mustafa Lütfi Kıyıcı,
Yukarıdaki bilgilendirmeleriniz için teşekkür ederim. Biz 68’lilere dönemimizin özeleştirisini yapmak yakışır. Ancak haksız eleştiri ve değerlendirmeleri de yanıtlamak ve salt gerçeği ortaya koymak da sizin gibi hareketin içinde bulunmuş dostların görevidir. Sağolun. Yukarıdaki yazınızda sorduğunuz soruların yanıtları muhataplarınca verilmelidir.
Hatalarımızı da kabul etmeliyiz. Ama; Adalet, özgürlük, eşitlik ve de halkların kardeşliği sloganlarımız ve ilkelerimizle bu çarpık düzene başkaldırımız çağlar boyu saygı ve takdirle anılacaktır.
Saygılarımla
BeğenBeğen
Sevgili Kıyıcı,
Değerlendirmelerin için beynine ve eline sağlık. Beni tekrar Davutpaşadaki tutukluluk günlerimize götürdün, Hale’ye de selamlar..
Doğan Abi (Avcıoğlu), devrimlerin kendi kanunları vardır, diye sorumu geçiştirmeye çalıştı. Vasıf da sıkıştırınca tarışma sertleşti. İlhami Abi (Soysal) daha sonra yanıma geldi.
Selamlar.
BeğenBeğen