Mustafa Lütfi Kıyıcı

Dibe vurmak diye bir sorunumuz var. Dibe vurulunca yapılması gereken, toprağa ayağını sağlamca vurup suyun yüzüne çıkmaktır.

Seçimlerden bahsediyorum. ”Sol” partilerin aldığı oy sayısı binde bir seviyelerinde dolaşıyor.

Sosyalist adaylar TBMM’ne ancak Kürt seçmenlerin desteği ile girebiliyor. Olumlu mu? Olumlu. Ertuğrul Kürkçü’nün, Levent Tüzel’in, Sırrı Süreyya Önder’in ve BDP üyelerinin ağırlıklı olarak Meclise girmeleri zannedildiğinden de önemlidir.

Demokrasinin olmazsa olmazı Kürt sorununun çözümünde önemli kanallar açacağından, gönüllü birlik temelinde çözüme ulaşacağımızdan dünden daha umutlu olmak durumundayız.

Kürt seçmenlerin oylarının katkısıyla denince anımsadım, eskiden Türk Solu bu denli güçsüz değildi. Mihri Belli’nin anlatılarında vardır. Benim de kendisinden defalarca dinlediğim bir olaydır. TİP içerisindeki muhalefetin güçlendiği 12 Mart öncesi dönemde, İstanbul İlinin bizim, yani MDD’lilerin yönetimine geçtiği, bunun devamında diğer il ve ilçelerde benzer hareketliliğin olduğu günlerde TİP içerisinde örgütlü Kürt partililer, Kemal Burkay öncülüğünde Mihri Belli’ye birlikte hareket etmek önerisiyle gelirler. Gerisini Mihri Belli; ”Bizde milletvekilliği yok, dedim. Gittiler.” diye anlatır. Anılarında benzer anlatılar vardır.

Nereden nereye geldik, anlaşılsın diye bunları anlattım.

O zamanlar “Türk solu” bu denli dağınık ve dolayısıyla güçsüz değildi.

Aslında o günler, Mihri Belli’nin parti kurmak fikrini nihayet kabul ettiği günlerdir. Ancak geç kalınmıştır. Yakın zamana kadar “Mihri Belli parti kurmuyor” diye eleştiren çevreler, Mihri Belli’nin parti kurma fikrine geldiği ve Ankara’da bu amaçlı Sırrı Öztürk Başkanlığında 29/30 Eylül toplantılarının yapıldığı günlerde bu kez, “Mihri Belli’nin kuracağı parti Latin Amerika tipi komünist parti” olur diye karşı propaganda yapmaya başlamıştı. Sonradan anlaşılmıştı ki, Mahir, Yusuf, Ramazan üçlüsü THKP-C’yi zaten kurmuşlardı. Zamanla anlaşılmış ve cezaevleri ortamında ve çeşitli makamlar önünde itiraf edilmiştir ki bu da klasik anlamda parti değil, kişiye bağımlı bir oluşumdu…

Belki Mihri Belli bu durumu bildiği için Kürt delegelere “Bizde milletvekilliği yok!” diye olumsuz, aykırı bir tutum benimsemişti.

Bütün bunları anımsamama/yazmama neden olan seçim sonuçlarına bakıp “sol” partilerin binde birlerle ölçülebilen oy sayılarını görmem oldu.

Günümüzde, kitlenin özlemlerini tespit edemeyen, etse bile kitleyi örgütleyip yanına alamayan, gürültücü azınlık olmadan öteye de gidemeyen bir yapıya dönüştük. Marjinallik köşesine sıkışıp kaldık.

İyi niyetli olduklarından hiç kuşkum olmayan ve TKP ismine sahiplenen arkadaşlarımın etkisi ve “500.000 baş eğmeyen” belgisine destek olmak üzere ben de sandığa gittim. Hiç alışmadığım sandık başında da, o kapalı yerde olmayacak acemilikler yaptım. Yeniden bir liste istedim. Vermediler tabii ki. Sonunda iptal olmayacağı temennisiyle oyumu şeffaf kutuya atabildim.

Zor şeyler bunlar. Oylarını kullanmak için sıraya girmiş hiç de yabancım olmayan yüzler daha becerikli ve alışkındı.

Seçim sonucu “blok” oyları ile sosyalistler Meclise girdi. Bu önemli. BDP güçlü bir şekilde Meclise girdi. Bunlar önemli.

12 Mart öncesi TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar, Mecliste tek başına olduğu halde, sesimiz olmayı başarmıştı. Şimdi daha çoğuz. Bu da umutlu olmamıza yetiyor.

Umutlanmak zamanıdır. Dibe inilmişti. Şimdi, toprağa sağlam basmak ve su yüzüne çıkmak zamanıdır. Kitleselleşmek zamanıdır.

Söz parlamentoya giren sosyalistlerden açılmışken “TKP”nin birinci adamlığına kadar yükselmişken ciddi bir U dönüşü yaşayan Nabi Yağcı’nın 25.06.2011 günlü yazısındaki bir noktaya değinmeden geçmek istemedim. Şöyle yazmış; “O tarihte (…) TİP’e karşı öyle bir anti-TİP “solculuk” patlamıştı ki keskin devrimci gerekçelerle sosyalistlerin parlamentoda olması “oportünizm”, “ihanet” ilan edilmiş, TİP yalnız bırakılmıştı.”

Nabi Yağcı’nın TİP’li ve sosyalist olduğu günlere dönmesini olumlu mu karşılamalıyız, bilmem. Ancak; TİP yöneticilerinin eski komünist partilileri ve taraftarlarını Malatya Kongresinden itibaren parti dışına attığını ve parti içinde muhalefete hiç yer vermediğini, parti içindeki tartışmalara tahammülsüz olduğunu, bir nevi “güler yüzlü sosyalizmi” “icazetli bir sosyalizmi” savunduğunu söyleyemiyor.

Onun söylemiyle “keskin devrimcilerden değil de hepimizin avukatı Halit Çelenk’in bir cümlesini, anlamak isteyenler için buraya almak isterim; “Sosyalist partilerde demokratik merkeziyetçilik ve iç demokrasi ilkelerinin ve bunların yaşama geçirilebilmesinin büyük bir deneyim, olgunluk ve birikim istediğini tarih bize öğretmektedir.”(Türkiye İşçi Partisinde İç Demokrasi,s18)

Tarihe baktığın pencereye göre yargıda bulunamazsın. Unutma ki ”TKP” yöneticisi olduğunda daha önceleri ve şimdi suçladığın aşamalı devrimi (MDD) ”ulusal demokratik devrim” adıyla savunanlardan oldun.

12 Eylül Anayasası nihayet masaya yatırılacak derken Hatip Dicle olayı, bomba gibi ortaya düştü. Sanki YSK düzenin muhafızı. Hatip Dicle’nin cezasını onaylayan dairenin de üyesi YSK üyesi imiş. YSK’nın seçim öncesi BDP destekli adaylara karşı tavrı birlikte düşünülünce kötü kokuları fark etmemek mümkün değil.

Hukukçular, kanunların labirentleri arasında dolaşıyorlar ve Hatip Dicle için hukuken bir çare olmadığını söyleyebiliyorlar. Hukukçular statükonun savunucularıdır. Yerleşik normları savunur ve ona göre yorum yaparlar. Mesleğin gereği de budur. Görev siyasilerindir. Gelişen şartlara göre yasa yapmak, siyasilerin görevidir. Öyle de olmalıdır.

Anayasa yeniden mi yazılacak? Yoksa bazı maddeleri mi değiştirilecek! Göreceğiz.

Basında ”insan hakları, eşitlik, etnisitelerin demokratik kazanılmış ve vazgeçilmez, devredilemez değerleri, hak ve özgürlüklerin tanınması ve kullanılması” konusunda beklentiler yoğunlaştı. Bize sunulan, günümüz muktedirlerinin süzgecinden geçmiş, uluslararası devrimci/demokrat güçlerin nice mücadeleler sonrası kazandığı, şimdi gelişmiş ülke vatandaşlarının günlük hayatta kullandıkları rutin hak ve özgürlükler olacak gibi. Bize bunları da “devrim” diye sunacaklar. Kötü mü? Değil. Yaşayıp göreceğiz.