“68 Ruhu ile Dolu Bir 78’li” ile Gezgin Söyleşisi:
Orhan Yalçın Gültekin (OYG) Anlatıyor…

O, babasız, yoksul öğrencileri sınavla alıp kaliteli eğitim vererek toplumun yüksek katmanlarına taşıyan Darüşşafaka’nın simge ismi. O, Darüşşafakalıların Yalçın Abisi. Diğer adıyla, OYG. Aynı zamanda, bir 78’li. http://simurg.info sitesinde yazılarına ve birçok diğer isme yer veriyor. Onu yoğun gündemi içinde bir biçimde yakaladık ve siyasal “ahval ve şerait” üstüne deneyimlerini ve saptamalarını sorduk.

Gezgin: Merhaba! Başlıkta “68 ruhu ile dolu bir 78’li” dedik. Neden öyle dedik? 78 ruhuyla da dolu değil mi OYG?

OYG: Merhaba… Uzun zamandır düşünüyordum; gerçekte bir 78 kuşağı var mı, 68 kuşağı kıvamında diye… Yaşım icabı 68 kuşağının içinde değilim ama o kuşakta hep bir sıcaklık bulmuşumdur. Zaten mahalle kültürü söz konusuysa ki bizim dönemimizde geçerliydi, örnek aldıklarınız, benzemeye çalıştıklarınız, rol modelleriniz üç aşağı beş yukarı 10 yaş büyüklerinizdir. Onların dinlediği müziği dinler, onların giydiklerini giymeye özen gösterirsiniz. 68 kuşağı, uluslararası düzeyde itiraz ve isyanın kuşağı. Bu itiraz ve isyanın ucu bucağı yok. Herkes, kendi meşrebince karşısında itiraz ve isyan edilecek bir şeyler bulmuş ve gereğini yapmış. Genel bir yükseliş, neredeyse zamandaş bir hareketlenme… Farklı gerekçeler, farklı hedefler ama ortak nokta itiraz ve isyan. Zaten bu yönüyle dünya tarihinde bir 68 kuşağı var. Söz konusu olan Türkiye ve siyasetse, 78 kuşağına hem ruhen hem fiilen önderlik edenler 68’lilerdi, tek farkla, ruhen önderlik edenler artık yaşamıyorlardı, fiilen önderlik edenlerse, o ruhtan çark etmişlerdi. 68 kuşağının hem kuramsal hem edimsel önderleri 12 Mart döneminde yaşamlarını yitirmişlerdi. Aynı hareketlerin içinde olup da yaşayanların ezici çoğunluğu ise “özeleştiri-eleştiri” furyasıyla ölenlerle simgeleşmiş düşünceleri terk etmişlerdi. Benim siyasetle yoğun olarak ilgilenmeye başlayıp kendi yolumu bulmaya çabalarken kesiştiğim, yaşamayanların yoluydu.

Artık yaşamayanlardan ilk öğrendiğim aynı zamanda Darüşşafaka’da öğrendiklerimle çakışıyor: Sorgulamadan kabullenme! Zira 68 demek sorgulamak ve aşmak demek. Düşünsenize, Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve Mihri Belli gibi iki büyük komünist var sana rehberlik eden ama sen onlara biat etmiyorsun, onlarla da dövüşe dövüşe kendi yolunu açıyorsun! Sen de farklı davranamıyorsun; sen de kendi yolunu açmak için çabalıyorsun. İlk hesaplaştıkların yaşamayanlar oluyor; kesiştiğin yolu oluşturanların bile nerede eksik kaldıklarını, neleri yarım bıraktıklarını belirleyip o alanlarda da üretmeye çabalıyorsun.

Sanırım kendimi ifade ederken “68 ruhuyla dolu” olmakla esasta anlatmaya çalıştığım bu olmuştur.

78’li olmaya gelince… Her zaman 78’li olmaktan onur duymuşumdur. Güneşi zapt etmeye çalışan bir kuşaktık.

Gezgin: OYG, yanlış anımsamıyorsam, 78’de Darüşşafaka Lisesi’nden çıkıyor. Darüşşafaka’ya ve yatılılığa dair neler anımsıyor?

OYG: O zaman Darüşşafaka’ya ilkokulu bitirince giriliyordu. Darüşşafaka’ya girmek, okumak, Darüşşafakalı olmak henüz ilkokul üçüncü sınıfta önüme koyduğum bir hedefti. Herhalde önüme koyup da gerçekleştirdiğim tek hedef de odur. Sınavları kaçıracağım diye ödüm kopuyordu. Annemle babamın boşanma sürecinde Diyarbakır’a gitmiştik ve ilkokul 5. sınıfı orada okuyordum. Darüşşafaka, o zaman da Diyarbakır’a uzanabiliyordu. Yıl 1970. Sınava girdim, kazandım; dünyalar benim olmuştu.

Darüşşafaka’da beni nelerin beklediğini, ağabeyimin (annemin dayısının oğlu) anlatımlarından, az çok biliyordum. Katı bir ağabeylik sistemi vardı. Bir üst sınıfınızdaki öğrenciye, sizinle aynı yaşta bile olsa, ağabey demek zorundaydınız ve arada sorun çıktığında ağabey her zaman haklı olurdu okul yönetimi nezdinde. Askerlikteki gibi… Yalnız katı bir ağabeylik sisteminden kastımın büsbütün ceberrut bir sistem olduğu anlaşılmasın. Kötüye kullanım da oluyordu ama bunun basbayağı bildiğimiz bir ağabeylik olduğunu kısa zamanda anlıyordunuz da. Ağabeylerimiz derslerimize yardımcı olur, sorunlarımızla ilgilenir, dertlerimizi, sıkıntılarımızı paylaşırdı. Yanlış yaptığınızda da “kıt” ile cezalandırılırdınız. Darüşşafaka’da ikinci bir aile içine girdiğinizi anlardınız. Bütün yaşamınızca içinde olacağınız bir aile… Hem de ne aile! Dedeniz yaşındaki büyükleriniz bile, sizin ağabeylerinizdir! Kaç yaşınıza gelirseniz gelin, her zaman gençsinizdir, çünkü sizden büyük ağabeyleriniz size her zaman küçükmüşsünüz gibi davranır.

Ben, yatılı okumayı sevdim. Pedagojik açıdan ne kadar doğrudur, hele bugün, pek emin değilim ama yeni türde, hemşehricilik, mahallecilik türü yerellikle bağlantılı aidiyetten öte bir aidiyet oluşmasında çok büyük etkisi olmuştur. Darüşşafakalıların hem olabildiğince yerel hem de evrensel insan olabilmesinde bu köksüzleşmenin büyük önemi olduğunu düşünüyorum.

Yatılılık anıları, askerlik anıları gibi bitmez. Dön dolaş anlatırsın. Benim için çok önemli olan iki anımı –ikisi de okuldaki ilk yılımdan; Hazırlık 1’den- anlatmak isterim.

Ertesi güne hiç ödevim yok; hayret! Mes’ut ve bahtiyar, elimde birkaç sarı yaprak; aklımca resim çizeceğim. Etüt masama geldim. Masa ağabeyim Lise 3 öğrencisi Mesut Naibi, beni o halde gördü, durumu hemen kavradı. Ben de biraz mütebessim, ödevim olmadığını söyleyince, “Git, hemen müzik kitabını getir” diye kükredi. Bir koşu gidip müzik öğretmenimiz Tahir Sevenay’ın yazmış olduğu kitabı alıp masama döndüm. Mesut ağabey, kitabın bestekârlar bölümünü açtı; “Bunları okuyacaksın; ikinci etütte sözlü yapacağım” dedi. İstersen çalışma! Hakikaten ikinci etütte sözlü yaptı, Mesut ağabey. Elbette ben her şeyi birbirine karıştırdım; operalar konçerto, konçertolar başka bir şeyler oldu. Ama o oldu, böylece Klasik Batı Müziğine ilgi duymaya başladım.

Bütün okulun yatakhaneleri “İdari Bina”da, yalnızca iki Hazırlık 1 sınıfı –C ve D– “Tarihi Bina”da yatıyoruz. Nasıl bir anlayış-sızlık-tır hâlâ çözebilmiş değilim. Allahtan ağabeyler gelip bizi kontrol ediyor da tedirginliğimiz biraz olsun hafifliyor. O akşam ikinci etüt bitiminde her zamanki gibi koşa koşa yatakhanemize geldik ama kapı kapalı. Yüklendik kapıya ve kapı açıldı ama ilk girenler dehşetle geriye doğru hamle yapmaya kalktılar. Hepsi aynı şeyi söylüyordu çığlık çığlığa: “Yusuf Ziya Paşa’nın ruhu… Yusuf Ziya Paşa’nın ruhu… Pencereden süzülerek çıktı!” Hayda, oldu mu şimdi? Kimse yatakhaneye gir-e-miyor. Herkes dehşet içinde… Ağabeyler geldi hemen. Bizleri yatıştırmaya çalıştılar. Önce kendileri girdiler yatakhaneye. Bizleri ikişer üçer aldılar içeri. O gece kimse uyuyamadı. Ağabeyler de bizim başımızda sabahladılar.

Gezgin: Herhalde 78-81 arasını “en uzun 3 yıl” olarak adlandırmak yanlış olmaz. 12 Eylül’e dek olan o dönemden neler kaldı belleklerde?

OYG: Belki ’77 1 Mayısı’ndan başlatmak gerekir. 1 Haziran 1977 için bir darbe planlaması olduğu ve ama bu bir aylık süreçte gelişen olayların darbenin önünü kapadığı yazılıp çiziliyor. Demek daha o dönemde toplumsal muhalefet, ciddî bir rahatsızlık doğurmuş. Zaten sonrasında da tansiyon sürekli yükseldi. 1 Mayıs 1977’den sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Türkiye solu seksen yedi buçuk küsur fraksiyona bölünmüş olmasına ya da belki de böyle bölünmüş olduğu için alabildiğine kitleselleşti. Bu her gün yükselen kitleselleşme düzeyi, Bülent Ecevit’i bile seçim meydanlarında bir sol grubu (Devrimci Yol) “yıldızına yumruk sıktıranlar” diye anarak eleştirmesine, Cumhuriyet gazetesinin sol içi ayrışmalarda garip bir biçimde taraf tutmaya başlamasına yol açmıştı. O “en uzun 3-4 yıl” ile ilgili olan bitenler anlatıldı. Yalnızca alt alta, yan yana sıralanması bile çoğu insana kâbus gibi gelebilir ama sürecin içinde olanlar, bütün bu olayları yaşayanlar ve serinkanlılıkla tanıklığını yapanlar açısından neredeyse her şey vaka-ı adiyyedendi. Başka bir şey görmemiştik ki! 70’li yılların ortalarında “panzerler üstümüze kalkar”dı. O “en uzun yıllarda” her köşe başı tuzak ve tehlike demekti. Hangi bölgede kimler etkin bilmek zorunda olunulan yıllardı. Bunu dert ettiğimizi söyleyemeyeceğim. Devrim mücadelesinin Nevski Bulvarında yürümek gibi bir şey olmadığını daha ilk günlerimizde öğrenmiştik ve bunu da her an her saniye yaşıyorduk. O dönemin halet-i ruhiyyesi, o muhteşem şarkı kıvamındadır:

Those were the days my friend
We thought they’d never end
We’d sing and dance forever and a day
We’d live the life we choose
We’d fight and never lose
For we were young and sure to have our way.
Those were the days, oh yes those were the days

Ne günlerdi dostum
Hiç bitmeyecek sanmıştık
Hep şarkı söyleyeceğimizi, dans edeceğimizi hep
Seçtiğimiz yaşamı yaşayacağımızı
Savaşacağımızı ve hiç yenilmeyeceğimizi
Gençtik çünkü ve bilirdik yolumuzu bulmayı.
Ne günlerdi, evet evet, ne günlerdi.

Gerçi ezici çoğunluk, örgütümsü yapıların tekçiliğine sessiz kaldı, hayırhah tutum takındı ama hemen her yapıdan kendini ifade edemediğini hissedenler kendi yollarını açmak için ayrılmayı seçebildi. İlk bakışta yanlış ve garip gelebilir ama program ve tüzük yerine siyasi metinler ile her şeyi bilen şeflere dayanan örgütümsü yapılar içinde kalabilmek de kolay olmasa gerek. Gerçi ayrılanlar da aynı sistemi kurmaktan öteye gidemediler. Bu da herhalde bizim kuşağımızın kültürüydü.

Gezgin: Sonra 12 Eylül karanlığı çöküyor ülke üstüne; olduğu yerde duruyor birçok kurumuyla, aşama aşama çekilse de. Ne oldu o dönemde sola? Birçok hareket için dağılma süreci olan 80’li-90’lı yıllara dair neler söylenebilir?

OYG: Türkiye solu, bir şeyi beceremedi: Gerçekten demokratik merkeziyetçi örgütsel inşa. Hem 12 Mart hem 12 Eylül yenilgisi, bir dizi “eleştiri-özeleştiri” sürecini başlattı ama her seferinde yenilginin suçu, siyasî çizgilere ihale edildi. Oysa kitleselleşmeyi sağlayan, bir siyasi çizginin olması ve pratiğe bu çizgiyle müdahale edebilmekti. Becerilemeyen bunlar aracılığıyla genişleyen ilişkileri örgütsel ilişkilere dönüştürebilmekti. Buradan o çizgilerin doğru olduğunu söylemiyorum ama siyasî çizgi yalnızca türdeşlik sağlar, önemli olan hangi zeminde durduğunuzdur. Türkiye solunun durduğu zemin doğruydu; seksen yedi buçuk küsur fraksiyonun tamamının bildirgelerle, siyasî metinlerle vb. ortaya serdikleri siyasî çizgiler, bunların kuramsal temelleri yanlış bile olsa, zemin kayması olmasaydı, yenilgi böylesine geniş kapsamlı olmayabilirdi.

12 Mart ile 12 Eylül yenilgileri birbirinden farklıdır.

12 Mart’ta yenilen, doğrudan savaş meydanına çıkanlardı; THKO ve THKP-C, kısmen de TKP-ML/TİKKO idi. Yalnızca 12 Mart’ta örgütsel yenilgi almakla kalmadılar, bütün bir 70’li yıllar boyunca öngördükleri stratejiler onların izleyicileri olduklarını savlayanlarca bile pratik olarak sahiplenilmedi ya da uygulanamadı. O “en uzun yıllar”, yoğun bir şiddet ortamı, kimilerine göre “ilân edilmemiş bir iç savaş”tı ama bu iç savaş, silahlı mücadeleyi temel alan bir siyasî mücadele temelinde sürdürülmüyordu. Şiddetin yoğun kullanımı, her gün her an çatışmanın oluşu “savaş” anlamına gelmiyordu. Belki tipik olmayan bir savaştı ama herhalde THKO ve THKP-C’nin öngördüğü-üstlendiği türden bir savaş değildi. 12 Mart çıkışında sol, birkaç istisnai grup dışında barışçıl mücadeleyi temel alan bir zemine oturdu. Ama zemin soldaydı.

12 Eylül’de yenilen işte bu soldu. Nerede yanlış yaptık sorusuna doğru cevabı veremediler. Bütün bir 12 Eylül karanlığında çözülmelerine sebep olan ne siyasî çizgileri ne de durdukları zemindi; örgüt olamamaktı. Şimdilerde gözden düşmüş olan Lenin, yıllar öncesinde şöyle diyordu: “Siyasî mücadeleyi her durumda ve her şart altında yürütebilecek güçlü bir örgüt olmadan, sağlam ilkelerin aydınlattığı ve kararlılıkla yürütülebilecek güçlü bir örgüt olmadan, sağlam ilkelerin aydınlattığı ve kararlılıkla uygulanan sistemli eylem planı diye bir şey sözkonusu olamaz; çünkü taktik denince akla gelen budur.”

Türkiye solu, 12 Mart öncesinde değil ama 12 Eylül öncesinde “olağan” pratik mücadele alanında da kitle ilişkilerinde de harika deneyimler kazandı, muazzam düzgün işler yaptı. Yapamadığı, bütün bu harika deneyimleri, muazzam düzgün işleri kazanıma dönüştürecek güçlü örgütler yaratabilmekti.

Suçu, sorumluluğu bir kez daha siyasî çizgiye ihale edince işin kökenine inelim, her şeyi yeniden ele alalım, dediler. Sanırım, Marksizm-Leninizm’de sorularına yanıt bulamadılar. Doğru soruları sormamış olmaları muhtemel. Doğru soruları sorsalardı bile doğru yanıtları orada bulamayacaklardı. Ama sabırlı davranamadılar. Zira hemen sonuç almalıydılar, önderlerin ne dediğini öğrenmek isteyen geniş bir kitle, var olduklarını ifade edebilecekleri bir alan vardı. Kuramsal çalışmaya yeterli zamanı tanımadan kestirme reddiyeler ve kabullere yöneldiler. Kafka ne diyordu?

“There are two main human sins from which all the others derive: impatience and indolence. It was because of impatience that they were expelled from paradise, it is because of indolence that they do not return. Yet perhaps there is only one major sin: impatience. because of impatience they were expelled, because of impatience they do not return.”

“Tüm günahların türediği iki büyük günah vardır: Sabırsızlık ve tembellik. Sabırsızlıkları yüzünden Cennet’ten kovuldular; tembellikleri yüzünden de geri dönemeyecekler. Aslında, belki de bir tek günah vardır: Sabırsızlık. Sabırsızlıkları yüzünden kovuldular; sabırsızlıkları yüzünden de geri dönmeyecekler.”

Bütün bu sabırsızlık, üzerinde yükselmiş oldukları ve pratiğin ihtiyaçlarına şöyle ya da böyle karşılık düşen zeminden uzaklaşmalarına yol açtı.

“Bu zemin neydi?” sorusu önemlidir. Bu zemin Türkiye’nin hangi devrim aşamasında olduğuna ilişkin eski bir tartışmaya Türkiye solunun ezici çoğunluğunun verdiği yanıttı; farklı biçimlerde adlandırıyor olsalar da, Türkiye solundaki fraksiyonların ezici çoğunluğu bu soruya Millî Demokratik Devrim diyordu, yani Türkiye önce bağımsız ve halka dayanan demokratik bir ülke olmalıydı ki buradan sosyalizme gidebilsin. Bütün bir 12 Eylül dönemi “özeleştiri-eleştiri” sürecinin sonunda varılan “sosyalistler sosyalist devrim yapar” anlayışıdır.

Oysa Türkiye, belki de tarihinde olmadığı ölçüde geriye savrulmuştu ve demokratik görevler yakıcı görevler olarak gündeme düşmüştü. 12 Eylül döneminin yarattığı siyasal-kültürel yapılanmanın aşılması hiç de sosyalistçe bir görev değildi. Kürt sorununun çözümü hiç de doğrudan sosyalizmle bağlantılı değildi. Cumhuriyet ve Şeriat tartışmaları hiç de sosyalizmle çözülecek bir sorun değildi. Hepsi sosyalistlerin çözümünü gereksiniyordu ama sosyalizmin doğrudan konusu değillerdi. Ve bunların hepsinin gerçek çözümü ancak bir devrimle mümkündü ama sosyalistlerimiz artık bu tür bir devrimi gündemlerinden kaldırmışlardı.

Sonuçta gündeme teslim oldular ve bu sorunların sistem içinde nasıl çözülebileceği üzerine kafa yormaya ve siyasa oluşturmaya çalıştılar.

Gezgin: 2000’li yıllara geçiyoruz. Bir dönem Darüşşafakalılar Derneği başkanlığı yaptınız. Eşsiz bir kitle örgütü/sivil toplum deneyimi olmalı. Başkanlık döneminizle ilgili neler söyleyeceksiniz?

OYG: Darüşşafakalılar Derneği’ndeki çalışmalarım 1997’nin ikinci yarısında başladı ve Mart 2010’da sonlandı. Her düzeyde hizmet etmeye çalıştım. Başkanlık dönemimin çok keyifli geçtiğini söyleyemeyeceğim ama öncesinde kişisel olarak da keyif aldım. Yetişenler/mezunlar dernekleri, kapalı gruplardır; esas olarak belli bir okulda yetişmiş olanlara hizmet eden, onları belli bir düzeyde bir arada tutmaya çalışan derneklerdir. Bu tür derneklerin yapmakla yükümlü oldukları, yalnızca bir camiayla sınırlıdır ve genellikle bu tür camiaların gerçek ya da etkin sivil toplum kuruluşları olmak gibi hedefleri de yoktur. Yönetime gelenlerin yaklaşımlarına bağlı olarak sivil toplum kuruluşuymuş gibi davranma çabaları olabilir ama bu çabaların geçici ya da arızî oldukları da akıldan çıkarılmaması gereken bir olgudur.

Sivil toplum kuruluşlarını siyasî iktidar kaygısı olmayan ama siyasî iktidarları etkileyerek kendi alanlarında siyasî değişiklikler yapmayı hedefleyen kuruluşlar olarak kabul edersek, yetişenler/mezunlar derneklerinin bu tür hedefe sahip olmadıkları ya da bu tür hedefleri gündemlerine almadıkları söylenebilir. Onların ayrıca kendi “devlet”leri, “iktidar”ları vardır; bu “devlet” ya da “iktidar”, yetiştikleri okul ve o okulu yöneten vakıf ya da dernektir. Kendilerini var eden vakıf ya da dernek ile çok sıkı ilişki içinde olan bu tür dernekler, siyasî ilişkilerinde söz konusu vakıf ya da derneğin durumunu tehlikeye atmama yönlü duruş sergilerler.

Darüşşafakalılar Derneği, kendi “iktidar” organına (Darüşşafaka Cemiyeti) karşı eleştirel bir konumda durma geleneğine sahip olduğundan bu konuda daha rahat davranabilmiştir. Siyasî iktidarın kimi karar ve uygulamalarına karşı çıkmıştır. Ne var ki daha geniş bir muhalif tavır takınabilmek amacıyla oluşturmaya çalıştığı birlik, diğer tarihî yetişenler/mezunlar derneklerinin kendi “iktidar”larının korunması kaygısıyla gerçekleşememiştir.

Gezgin: Eğitimde fırsat eşitliği üstüne çeşitli girişimleriniz oldu. Bunlardan biraz bahsedebilir misiniz?

OYG: Darüşşafaka’nın kendisi, eğitimde fırsat eşitliği çabasının somut ifadelerinden biridir. Bu yüzden Darüşşafaka’ya hizmet etmek, başlı başına bu çabanın içinde olmak demektir. Öte yandan Darüşşafakalılar Derneği, alışıldık yetişenler/mezunlar derneklerinden biri olarak kurulmamıştır. Kuruluşunda Darüşşafaka Cemiyeti’ni yeniden kurmak vardır ve bu görev tamamlandıktan sonra da çırak mektebini kendisi yeniden kurmuş ve yönetmiştir. Biz de bu geleneği sürdürmek ve yalnızca Darüşşafaka’dan yetişenlere değil, Darüşşafaka’nın sunduklarından mahrum olanlara da karınca kararınca katkıda bulunmaya çalıştık.

Darüşşafaka Eğitim Kurumları öğrencilerinin eğitmen olarak görev yaptıkları “ 2304 – Bilgiye Erişimde Fırsat Eşitliği” etkinlikleriyle İstanbul çapında 1000 yoksul öğrenciye temel bilgisayar kullanım eğitimi verilmesi, “Üniversiteli Ordulular Koordinasyonu”nun Ordu ilindeki Gölköy Şehit Er Bilgin Çelenk İlköğretim Okulu için gerekli öğretim gereçlerini sağlama kampanyasına katılım ve kampanyanın İstanbul’daki iki irtibat noktasından biri olarak çalışma, Güneydoğu Anadolu Belediyeler Birliği’nin eski bir Diyarbakır evinin restore edilerek ekonomik açıdan dezavantajlı mahalle çocuklarının yararlanabileceği bir çocuk kütüphanesi oluşturulmasını ve böylelikle tarih ile günceli çocuklar yararına birleştirmeyi amaçlayan projesine (Davut Ökütçü Diyarbakır Çocuk Kütüphanesi) 8-16 yaş grubunun yararlanabileceği hikâye, roman, referans kitaplar, ansiklopedi, yeni basım tarihli yardımcı ders kitaplarını içeren bir kampanyayla destek verme, Diyarbakır ilköğretim okullarına bilgisayar desteği verilmesi, Şemdinli Kaymakamlığı’nın düzenlediği ve Şemdinli Jandarma Hudut Tabur Komutanlığı’nın desteklediği “100 Okula 100 Kütüphane Kampanyası”na katkıda bulunma, Darüşşafaka Eğitim Kurumları’nın Kars’ta bir ilköğretim okulu için yürüttüğü kampanyaya Darüşşafakalılar Derneği olarak kitap ve giyim eşyalarıyla katılma, eğitimde fırsat eşitliği çabalarımızın bir kaç örneğidir.

İki yıl kadar faaliyet gösteren Darüşşafaka Televizyonu üzerinden parasız kurslar düzenleme projemizi gerçekleştirememiş olmak bu dönemle ilgili en önemli hayal kırıklığım olmuştur.

Gezgin: Dar bir soru olabilir, ama soralım yeri gelmişken: Darüşşafaka tarihiyle ülkemizin siyasi tarihi arasında paralellikler olduğunu düşünüyor musunuz?

OYG: Cemiyet-i Tedrisiyye-i İslâmiyye (CTİ), kurumun kabulüne göre 1863, benim hesaplamalarıma göre 1864 yılında kurulmuş bir eğitim-öğretimle ilgili hayır kurumudur. Kurumu kuranların bir kısmı sonradan “Paşa” unvanı almışlardır ama başlangıçta öyle değillerdi. Bir orta sınıf hareketidir. Bir orta sınıf hareketi olarak devletle ilişkileri en iyi döneminde bile gelgitlerle dolu olmuştur. Pek benimsenmemiş, hep kuşku duyulmuş, kontrol altında tutulmaya çalışılmıştır. 1903-1909 arası CTİ kapatılmış; Darüşşafaka, Maarif Nezareti bünyesine alınmış; Darüşşafaka Mezunin Cemiyeti’nin çabasıyla tekrar bağımsızlaşmış. Bu kontrol çabası Cumhuriyet döneminde de sürmüştür.

Cumhuriyet döneminde Osmanlı bakiyesi sivil örgütlenmelerinin devletleştirildiği dönemde (örneğin Himaye-i Etfal’in Çocuk Esirgeme Kurumuna dönüştürülmesi) CTİ (ve Darüşşafaka) bağımsız varlığını korumaya çalışmış ve bunu başarmıştır. CTİ’nin adı, siyasî gelişmelere uyum sağlayabilmek amacıyla önce Türk Okutma Kurumu (1935) olarak değiştirilmiş, 1953’te ise şimdiki haline (Darüşşafaka Cemiyeti) getirilmiştir.

Darüşşafaka tarihi ile ilgili yapılacak bütün çalışmalar, ister istemez, Osmanlı’dan günümüze son 150 yılın tarihiyle birlikte ele alınarak anlamlandırılabilir.

Gezgin: 12 Eylül 2010 Referandumu’nda boykotçu çizgiyi savundunuz. Bir yıl sonra geriye dönüp baktığınızda, sizce doğru bir karar mıydı? İyi mi oldu boykot etmek?

OYG: 12 Eylül 2010 Referandumu’nda ana boykotçu çizgi, ana akım Kürt siyasal hareketi tarafından gündeme getirilen ve uygulanan boykotçu çizgiydi. BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirbaş, “Ne Kenan Evren anayasası ne Tayyip Erdoğan anayasası, biz halkın anayasasını ve sivil bir anayasa istiyoruz ” diyordu. Kimi sol gruplar da bu minvalde boykotu savundular. Hem Evetçiler hem Hayırcılar hem de bu tür Boykotçular, Referandum’a büyük önem atfettiler. Benim yaklaşımımsa şöyleydi: “Bu referandum, yeni bir anayasanın yolunu açmayacak; hele ‘demokratik’, ‘özgürlükçü’ bir anayasanın yolunu hiç açmayacak. Bu referandumda değişiklikler kabul görürse, bir AKP Anayasası ortaya çıkmayacak. Olan biten, geçerli anayasanın yeniden yapılanması olacak. Değişiklikler kabul görmezse de fazla bir şey olmayacak. Yani, ne çıkarsa çıksın, ‘kıyamet’ kopmayacak.’ ” Kıyamet de kopmadı zaten. Solun neyi önemseyip neyi önemsemeyeceğine kendisinin karar vermesi ve bunu yaparken de fazla gaza gelmemesi gerekir. Uzun yıllar öncesinde Robespierre, “Halkı hiçe sayan bütün anayasalar, insanlığa karşı girişilen komplolardan başka bir şey değildir” demişti. Solun bu sözleri unutmaması gerekirdi.

Gezgin: 12 Haziran seçimlerinde oyunuzu PTT’ye yani Pijama-Terlik-Televizyon’a vereceğinizi yazmıştınız. Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu’na yönelik eleştirileriniz vardı. O eleştirilere burada da girelim isterseniz.

OYG: Barış ve Demokrasi Partisinin bir siyasî parti olarak kendi gündeminin olması elbette doğaldır. Solun kendi gündeminin olmaması ise, doğal değildir. Sol, uzun yıllardır, kendisi ne kuramsal ne pratik alanda hiçbir şey üretemedi ve haliyle ne istikrarlı bir siyaseti ne de siyasası oldu. Kimi kendini bu beyhude durumda tutmaya çabalarken kimileri de çatışan etkin-hegemonik güçlerden biri olmazsa diğerinin yanında yer almaya, şu ya da bu etkin gruba eklemlemeye soyundu. “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku”, apaçık biçimde BDP demekti ve BDP, önce kimi Kürt grup/çevre/şahsiyetlerini, sonrasında da kimi sol grup/çevre/şahsiyetleri çevresinde toplayarak bir “Blok” varmış havası yarattı. O zaman şöyle yazmıştım: “Ertuğrul Kürkçü ve Levent Tüzel, “demokratik özerklik”i kabul ediyorlar mı? Ettiklerine dair bir yazılarını hatırlamıyorum. Blok’un seçim beyannamesinde ise “demokratik özerklik” var. Yani Kürkçü, Tüzel, Önder “demokratik özerklik” denilen ne olduğu henüz açık seçik biçimde ortaya konulmamış bir şeyi savunacaklar.” Ve eklemiştim: “BDP’nin sosyalistleşmesi gereği ve ihtimali yok ama Kürkçü, Tüzel ve Önder, daha ilk adımda BDP’lileşmeye başlamadılar mı?” Zamanın beni haklı çıkarmasından çoğu kez hoşlanmıyorum ama bugün gelinen aşamaya baktığımızda hâlâ içeriği doldurulmamış bir “demokratik özerklik”ten bahse konu sosyalistlerin de bahsediyor olması bir tür “transformizm” örneği olarak önümüze gelmiş durumda. Bu durumun BDP’ye ne hayrı dokunacak, çok da emin değilim. Sola ne zararı olacak, ondan da emin değilim. BDP’lileşmekte olanların daha öncesinde sola ne hayırları dokundu, ona bakmak gerekiyor. “Ateş olsan, cürmün kadar yer yakarsın” der ya atasözünde… İşte, öyle bir şey…

Gezgin: Bir yazınızda, Trabzonlu olduğunuzu, ama çocukluğunuzun Samatya’da geçtiğini belirtmişsiniz. Yazının başlığı, Lazca. Yazıda çeşitli dillerden ve en çok da Lazca’dan söz ediyorsunuz. Bir başka yazınızdan, ilkokulun bir yılını Diyarbakır’da okuduğunuzu öğreniyoruz. Çokkültürlülük ve Türkiyelilik kavramı üstüne ne düşünüyorsunuz?

OYG: Aslında yazı, bir üçlemenin ilkiydi; Lazca üzerinden Türkçe’ye geçip Kürtçe ile sonlandıracaktım. Son ikisini yazamadım. Biraz tembellik biraz da Kürtçe üzerine olan metni nasıl yazacağımla ilgili kurguyu oturtamamamdan dolayı üçlemeyi tamamlayamadım. Böyle rahatsızlıklarım var.

Trabzonluyum, kütüğüm de Trabzon’da ama Trabzon’a iki kere gittim, toplam 2,5 saat kaldım; askerlik tecil işlemleri içindi. Ne var ki yaşamımda tanıdığım en büyük filozof ve ilk aşkım olan anneannemden “Doğu Karadenizli” ve “Trabzonlu” olmanın ne anlama geldiğini öğrendim. Yalnız “Laz” olmanın farklı bir şey olduğunu daha çocukken öğrendim. Anneannem, “Lazlar bizden ileri(de)dur…” der ve eklerdi, “onların dilleri var”.

Diyarbakır, çocukluğumun umut kentidir; benim üzerimdeki olumlu etkisi çok fazladır. Hâlâ, Diyarbakır’ın bir umut kenti olduğunu ve Türkiye’nin güzel günlerinin Diyarbakır’ın içinde bulunduğu tecridi kırmasıyla geleceğini düşünüyorum.

Samatya, elbette içine doğduğum, içinde büyüyüp kendimi bulmaya çabaladığım ve beni ben yapan birçok değeri edindiğim özel bir yer. Haydar Ergülen, Darüşşafakalılar Derneği’ndeki bir söyleşide “vatan, semttir, mahalledir” demişti. Kendisine bütünüyle katılıyorum. Doğduğunuz, yetiştiğiniz yer, hangi özelliklere sahipse, siz de o özellikleri şöyle ya da böyle ediniyorsunuz ve bu neredeyse bütün yaşamınızı etkiliyor. Ben, Samatya’da doğduğum için kendimi çok şanslı hissediyorum. Çokkültürlü bir çevreydi, hâlâ da bu özelliğini koruyor. Düşünün; kapıkomşunuz Rum; anneniz çarşı-pazara giderken sizi Furoso (Frosso, Froso) ablanıza emanet ediyor. En samimi arkadaşınız Ardashes bir Ermeni… Furoso ablanızın bir gün aniden ortadan kaybolduğunu düşünün… Ya da bir tür aile doktorunuz olan Doktor Niko’nun sırra kadem bastığını… Sorguladığınızda karşınıza sözümona Türklük ve İslâmiyet çıkmış olsun. Furoso ablanız ve doktorunuz Niko amcanın sessiz sedasız çekip gitmesine sebep olan bu tür bir Türklük ve Müslümanlık’la aranıza mesafe koymaz mısınız? Ama birlikte oynayıp güldüğünüz en samimi arkadaşınızın –Ardashes- sizden “farklı” bir okula gidiyor olmasını da, sınıfınıza gelen iki “farklı” arkadaşınızın din derslerinden muaf tutulmasını da anlayamıyor, ister istemez sorguluyorsunuz. “Farklılık” nerede diye soruyorsunuz kendi kendinize; bu “farklılık”tan rahatsız değilsiniz ama “farklılık” aranıza çitler sokuyorsa, orada duruyor ve itiraz ediyorsunuz. Belki tarih ve din bilgisine olan ilgimin kaynağı hem bu farklılıkları hem de bu farklılıkların insanlar arasına çitler çekişinin sebeplerini bulmak ve bunları aşmak isteğidir.

Kültür, karmaşık ve garip bir şey; hem bir renk hem de çitler kaynağı. Nerede başlayıp nerede bittiği belli değil. Bir bütün olarak herhangi bir kültürü olumlamak ve meşrulaştırmak doğru gelmiyor. Eğer kültür, insan topluluklarının ürettiği ve o topluluklara onları diğer topluluklardan farklılıklarını vurgulayarak bir tür türdeşlik sağlayan değerler, alışkanlıklar vb. bütünüyse, bu bütünü oluşturanların tamamının doğru ve kabul edilir olması da mümkün değil. Eğer belli bir kültür grubundakiler, kan davasını kendi kültürlerinin ayrılmaz parçası olarak kabul ediyorsa, benim bu “kültürel öge”ye olumlu yaklaşmam söz konusu olamaz. Siz, ister “namus cinayeti”, ister “töre cinayeti” deyin, farketmez; bunları yalnızca kültürün bir parçası diye kabullenmem, kendimi inkâr etmem olur. Kültür de kendi içinde sınıfsal çatışmayı barındırır; cinsel çatışma da ister bir tür (ve ilksel) sınıfsal çatışma ister başka türden bir çatışma olarak kabul edilsin, kültürün içinde yer almaktadır. Bu durumda da bu çatışma-lar-da taraf olma zorunluluğu ortaya çıkar.

Bir komünist olarak, bütün insan topluluklarının emekçi katmanlarının bütün üst sınıflar ve egemenlerden kurtulmalarından yanayım. Kendi kültürlerindeki egemen sınıfların hegemonyasını kırmadan da kendi gerçek renkleriyle var olamayacaklarını düşünüyorum. Elde bulunan bütün yazılı tarih, sınıf mücadeleleri tarihidir ve sınıf mücadelesini içermeyen hiçbir süreç yoktur toplumsal ilişkiler alanında.

Bana göre, sınıf mücadelesini içermeyen, onun üzerinde yükselmeyen bir çokkültürlülük, kapitalist medeniyet çerçevesinde çözüm arayışıdır. Burjuva medeniyetlerinin tektipleştirici eğilimine karşı bir itiraz ve “barbarlar”ın kendilerini var etme çabasıdır. Önemsizleştirmiyor ve destekliyorum ama sonal bir çözümmüş gibi sunulmasından da rahatsızlık duyuyorum. Burjuva medeniyeti, çokkültürlülüğün ilk büyük dalgasının ardından bu dalgayı soğurmaya ve “entegrasyon” maskesi altında yeni bir uluslaşma sürecine başlamıştır.

Çokkültürlülük, Darüşşafakalı kardeşim Erdinç Ergenç’in yüksek lisans teziydi. “21. Yüzyılın Ütopyası: Çokkültürlülük”, simurg.info’da bulunabilir. Çok yararlandığım bir kaynak olduğunu belirteyim.

Gezgin: ‘Hatırla Sevgili’ dizisi üstüne yazdığınız kısa bir yazı var. İşin toplamını konuşursak, sizce devrimcileri kimilerine anımsatarak, kimilerine tanıtarak iyi bir iş mi çıkardılar; yoksa, konuyu çokça eğip büktükleri için cılkını mı çıkardılar?

OYG: BBC (1974) yapımı bir TV dizisi vardı, “Fall of Eagles”. Bizde “Hanedanların Çöküşü” adıyla yayınlanmıştı tek kanal TRT’de. Bir bölümünde Lenin, Zürih’teki evinde sabah sporu yaparken gösteriliyordu. Ertesi gün karşılaştığım devrimcilerin çoğu ateş püskürüyordu; nasıl olurdu da Lenin şınav çekerken gösterilirdi! Öyle ya, devrimciler ölmezdi, Lenin de şınav çekmezdi!

“Hatırla Sevgili” dizisi, aslında iyi bir dönem dizisi olarak kabul edilebilirdi/olabilirdi. Ne var ki tarih, eğilip bükülmeye gelmiyor. Üstelik insanların temel –hatta tek- bilgi kaynağı televizyonsa, “senaryo gereği”ymişçesine yapılan eğip bükmeler ciddi sorunlar doğuruyor. Vikipedi’ye bir Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) maddesi yazmıştım. Arada bir kontrol ederdim. Dizi yayınlandıktan sonra bir de ne göreyim; THKO militanları bölümüne dizideki kahramanlardan biri –Deniz Karayel- de eklenmiş!

1970’li yıllarda THKO geleneği içine girmiş bir devrimci olarak, THKO’nun neredeyse küsuratmışçasına anlatılışına ve neredeyse yalnızca THKP-C’den bahsedilmesine içerler ve her zeminde karşı çıkardım. Hatırla Sevgili dizisinin ana karakterlerinden birinin THKO’lu oluşu bende bir sempati yarattı haliyle. Ancak dizi geliştikçe, neredeyse bütün bir 1968 kuşağının Deniz Gezmiş ve THKO üzerinden anlatılmaya çalışılması tiksinti uyandırdı. Haydi, konuya gençlik üzerinden yaklaşma çabasıyla Mihri Belli, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Behice Boran, Mehmet Ali Aybar vb. şahsiyetlerin senaryo dışı bırakıldığını kabullenelim (!); ne Mahir Çayan var ne İbrahim Kaypakkaya ne de Harun Karadeniz. Deniz Gezmiş dışındaki THKO kurucuları da figüran pozisyonunda; senaryo kahramanı Deniz Karayel kadar bile kıymeti harbiyeleri yok. Taylan Özgür’ün nasıl öldürüldüğü biliniyor; bari ona sadık kalın! Maltepe firarı tam bir rezalet. Gerçekte 5 kişi (3’ü THKP-C’den, 2’si THKO’dan) kaçıyor; senaristlerimiz bir THKO’lu daha ekliyor.

Maddî hatalar bir yana… Dizi, belli bir ideolojik yaklaşım çerçevesinde gerçekleri eğip bükmek üzerine kurulmuş. Bugünün “ulusalcılar”ı için 68 kuşağını bir tür geçit törenine dönüştürmüş ve “ulusalcılar”a kendilerini soldaymış gibi sunmalarına yarayacak “onların olan” “tarihî kahramanlar/önderler” üretmeye çalışmış. Bir “ulusalcı” Deniz Gezmiş ikonu oluşturmaya uğraşılmış. Bir Türk 68’i kurgulayabilmek için Kürt devrimcilerini atlamış, Kürt sorununu görmezden gelmiş. Marksizm, komünizm, ha keza… Buna da Deniz Gezmiş’in son sözlerini sansürleyerek tüy dikmiş. Ne diyordu Deniz Gezmiş?

Yaşasın Tam Bağımsız Türkiye!
Yaşasın Marksizm-Leninizmin Yüce İdeolojisi!
Yaşasın Türk ve Kürt Halklarının Kardeşliği! (Yaşasın Türk ve Kürt Halklarının Bağımsızlık Mücadelesi!)
Yaşasın İşçiler, Köylüler!
Kahrolsun Emperyalizm!

İkinci ve üçüncüyü çıkardığınızda nelerden rahatsız olduğunuzu da ortaya koymuş oluyorsunuz.

Öte yandan, dizinin ikinci bölümünde Mustafa Yalçıner etkisi öylesine belirgin ki, Fatsa’da bile onlar (Halkın Kurtuluşu) var!

Sözün özü, dizi çok yararlı olabilecekken, her şeyi karmakarışık etmiştir. Yanlış bilgiden daha tehlikeli ne olabilir ki?

Gezgin: Ataerkil toplum üstüne değinileriniz var. Hemen her gün kadın cinayetleri ile uyanan bir coğrafyada ataerkilliği neresinden tutup da silkelemeli?

OYG: Bir anaerkil dönem var mıydı, tartışılmalı; izlerinin yazın alanında görüldüğü yerlerde de “kölecilik” gibi “anaerkillik” de tarihsel yaşanmışlık içinde bir istisna mıydı, sorgulanmalı diye düşünüyorum. Ataerkillik, kalû belâdan beri var. Lilith’in itirazı fayda vermemiş ve Havva (Eve) ile birlikte ataerkillik ve erkekegemenlik tescillenmiş.

Türkiye, erkekegemenlik alanında giderek daha da kötü bir yerlere doğru gidiyor. Erkekegemen dünyaya karşı itirazların yükselmesine bağlı olarak erkekegemenlik de havuç ve sopa siyaseti arasında gidip geliyor. En son örnek, kadının evlendiğinde “kendi” soyadını kullanıp kullanmayacağına ilişkin karardır; kocasının soyadıyla birlikte kullanabilirmiş rızasını aldıktan sonra ama tek başına kullanamazmış. Gerekçesi de kamu çıkarıymış. Gerçi kadının “kızlık” soyadı da bir başka erkeğin –baba- soyadıdır ve tartışma erkekegemen soyadı alanında erkeklerarası bir iktidar mücadelesi olmaktadır. Kadının kendi soyadını seçme hakkı yoktur ve garip biçimde hiç de küçümsenmeyecek sayıda kadın “Filancaoğlu” benzeri soyadlarına sahiptir.

Kadın cinayetleri, “töre” gereği midir, “namus” gereği midir? Al birini vur ötekine. “Töre” gereği dersen modernlerimiz karşı çıkar; “namus” gereği dersen modernlerimiz arasında da meşrulaştırılamasa da anlaşılır bulunabilir. Her durumda da kadın cinayetlerinin erkekegemenliğin uç ama arızî olmayan bir sonucu olduğu ortaya çıkar. Genellikle bu konuda “muhafazakarlar”a yüklenilir ama onlar zaten bu konularda yeterince açık, seçik, net duruş sergilemektedirler. Oysa kendilerini onlara karşı konumlandırmış ve kendilerini kadın hakları savunucusuymuş gibi gösteren ama erkekegemenliğin “kültürel” görünümlerini “kültürel” gerekçelerle sessizce geçiştirenler vardır ve bunlar genellikle “bizim” saflarımızdadır. Önce kendi evimizi ve evimizin önünü temizlemekle başlamalıyız.

Nasıl işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaksa, kadınların kurtuluşu da kendi eserleri olacaktır. İşçi sınıfının da kadınların da hak arama savaşımlarında geliştirdikleri dil hâlâ sorunludur ve nasıl işçi sınıfı uzun bir “sınıf dili” deneyimine sahipken hâlâ bu dili burjuva etkisinden kurtaramadıysa, kadınlar da “kendi cinsiyet dili”ni oluşturamamıştır. Bu dilin oluşturulmasının savsaklanmaması gerekir.

Gezgin: Kimi yazılarınızda, sola yönelik darbecilik yakıştırmalarına karşı yanıtlar sıralıyorsunuz. Daha da tartışılacaktır herhalde bu konu. Eklemek istediğiniz birşeyler var mı bu konuda?

OYG: “Dünyayı Sarsan On Gün”, Ekim/Bolşevik/Sovyet Devrimi diye adlandırılan ve dünya tarihinde ciddî bir kırılmayı ifade eden devrimi simgeleyen bir kitaptır. Rusya’nın bu ikinci devrimi, sokak çatışmaları ve barikat savaşlarıyla başlamamıştır; tam tersine, bir sivil darbe ile başlamıştır. Derinleşmesi ve gerçek anlamda bir alt-üst oluşu gerçekleştirmesi için iki yılı aşkın bir iç savaş zorunlu olmuştur.

Devrimci düşünce, esas olarak siyasal toplumun asker ve sivil olarak bölünmesiyle değil de hemen her yer ve alanda siyasal toplumun dağılma ve saflaşmasıyla ilgilenir. Siviller arasındaki sola dönük bölünme ne kadar önemliyse, askerler arasındaki benzer türde bir bölünme de aynı biçimde önemlidir. Tayin edici olanın bu tür bir bölünme olmadığı da esas olanın sivil toplum alanındaki bölünme olduğu da devrimci düşüncenin abecesidir. Sınıf mücadelesi her yerdedir; sivil toplum alanında olduğu gibi siyasal toplum alanında da… Zira her kurum, farklı türde insanların örgütlendiği mekanizmalardır ve her mekanizma da hiyerarşiktir. Sınıfların bulunduğu bir toplumda, insanların bulunduğu her yerde sınıf mücadelesi vardır. Devlet ve devletin hiçbir kurumu sınıf mücadelesinden münezzeh değildir.

Türkiye solunun kahir ekseriyeti (ezici çoğunluğu) 12 Mart’a öngelen günlerde de 12 Mart Muhtırası’nda da doğru bir sınav vermemiş, devletin silahlı kuvvetleri içindeki bölünmeye küçümsenmeyecek bir önem atfetmiş ve “halk savaşının ciddî hazırlığı içinde olan kadrolar” dışındakilerde bir “sol darbe” beklentisi önemli bir eğilim ve tavır olarak var olmuştur. Bunu reddetmenin bir gereği yok. Zaten bu konumlanma o dönemde de sol içinde eleştirilmiştir. Ne var ki hem bu beklentiyi “darbecilik” olarak görmek hem de bu darbecilik eleştirisini tam da bu konumlanmayı şiddetle eleştirmiş olanlar üzerinden yapmak iyi niyetten uzak bir tavırdır. Solu bir bütün olarak “darbeci” olarak konumlandırmak, siyaseti yalnızca siyasal toplum (devlet) alanında yapılabilir gören ve bu yüzden siyasal toplum alanında kendilerine müttefikler arayanların tavrıdır. Dün bu müttefikleri asker-sivil bürokrasi arasında arayanlara ilaveten bir de sivil toplum alanında kabul edilen ve/ama devletin sivil toplum alanındaki ideolojik-kültürel-siyasî araçları olan siyasî partiler arasında arayanlar ortaya çıkmıştır. Aslında devlet, siyasal toplum ile sivil toplumun birliği demektir ve siyasal toplum ile sivil toplumu ayırmaya çalışmak kategorileştirmenin ötesinde çok fazla anlamı olan bir şey de değildir. Dün CHP’ye eklemlenmeye çalışanların arasından bugün AKP’ye eklemlenme çabasında olanların çıkmış olması da yadırganacak bir durum değildir.

Yalnızca 12 Mart yargılamalarına bakıldığında bile aslında “darbeci”lerle aynı zihniyette olanların kimler olduğu açıkça görülebilir. Bir ibret vesikası olarak 3 THKO’lunun idamlarının görüşüldüğü TBMM oturumlarının tutanaklarına bakılabilir. 12 Eylül’ün en büyük destekçilerinden birinin, bugün Türkiye’nin en etkin şahsiyetlerinden biri olarak kabul edilen şahıs olduğu unutulmamalıdır. Şimdi o cenahtan insanların kendi iktidar mücadelelerinin bir gereği olarak silahlı kuvvetleri yeniden yapılandırma çabalarına solla da hesaplaşma adına solu “darbecilik”le suçlamayı eklemeleri, onların siyasî karakterlerini olduğu kadar seciyelerini de gösteren bir örnektir.

Gezgin: Murat Belge’yle Halil Berktay’a yüklendiğiniz yazılar var. Onlar da yazmaya devam ediyor, siz de… Yüklenmeye devam edecek misiniz onlara ve ‘mesai arkadaşları’na?

OYG: Çok sık yazan bir insan değilim. Bende de “tembellik günahı” var. Öncelikle insanların bildiklerini “unutma”larına katlanamıyorum. Murat Belge, siyasî tartışmaların etik ilkelerini bilen bir insan; kimin ne dediğini ortaya sermeden genel geçer yorumlarla o insanların öyle söylediğini ya da algıladığını söylemenin etik açıdan doğru olmadığını bilebilecek bir insandır. İnsan, 70’ine merdiven dayamış olanların “birikim”lerini yansıtmalarını bekler ama Murat Belge, bunları dikkate almadan yeni başlangıçlar yapmayı yeğlemektedir. Belge, devrimcilerin devrim yapmayı hiç de küçümsemediklerini, en ufak bir değişim için günlerce, yıllarca nasıl titizlikle çalışıp çabaladıklarını bilir ama gerektiğinde bunları unutmayı da bilir. Soyadı Belge olan bir insanın “belge”li konuşması daha çok beklenir. Halil Berktay’a gelince… Bütün yaşamı oradan oraya savrulmakla geçmiş ve her savruluşunda da tek doğrunun kendisi olduğunu savlamış bir insanın bu yaşlarda daha az kesin konuşması, biraz daha fazla söylediklerini sorgulaması ve hata yapma ihtimalini dikkate alması yakışık alırdı. “Kabileden Feodalizme” gibi çok değerli bir kitabı olan Berktay’ın orada eleştirdiği formalizmi kendisine kerteriz edinmesi bile nereden nereye geldiğinin göstergesidir. Eleştirdiğim yalnızca konumlanmaları değildir; eleştirilerim daha da çok tavırla ilgilidir. Yüklenmek değil ama eleştirmek, eleştirel yaklaşmak, sürdürmek istediğim bir tavır. “Söyledim ve ruhumu kurtardım”… Kişisel olarak yapabileceğim fazlaca bir şey de yok.

Gezgin: Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

OYG: Eklemek istediğim tek bir şey var: İstiklâl Harbi mutabakatının sınıf mücadelesinin gereği olarak bozulduğu ve mutabakatın taraflarının bütün bir Türkiye tarihi boyunca, kimi zaman açık kimi zaman gizli, kimi barışçıl kimi şiddet içeren biçimlerle çatıştığı bir sürecin yeni bir evresini yaşamakta olduğumuz bu günlerde, şimdi etkin olan tarafların dışında da bir tarafın olduğunu unutmadan yaşayacağımız, var olmanın ötesinde yaşayacağımız bir dönemin kapılarının açılması gerekmektedir.

Söyleşi için teşekkür ederim.

Gezgin: Bir başka söyleşide görüşmek üzere…

OYG: Görüşmek üzere…

İlk Yayın: HaberAjans, 31 Ekim 2011