Doğan Özgüden

Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan’ın idam edilmelerinin üzerinden 40 yıl geçti.

Deniz’lerin mücadele verdikleri günlerde kendilerine küfredenlerin, idamlarının infazına karşı çıkmayanların bu geçmişlerini unutarak onların anılarından kendilerine pay çıkartmaları, mezarlarına çiçek koymalarını ibretle izlendi.

Belli çevrelerde de Deniz’lerin Kemalist olup olmadıkları, cuntacılarla işbirliği yapıp yapmadıkları tartışmaya açıldı.

Şurası bir gerçek ki, Türk solu 20’li yıllardan beri Komintern ve onun disiplinindeki Türkiye Komünist Partisi tarafından Kemalizm’in destekçiliğine koşullandırılmıştı. 60’lı yıllarda kurulan Türkiye İşçi Partisi’nin programı ve liderlerinin konuşmaları da Atatürkçüleri güvenilir güçler arasında saymaktaydı.

Türkiye gelişen devrimci gençlik hareketinin de bundan etkilenmiş olması hiç de şaşırtıcı değil.

Kaldı ki, Türkiye İşçi Partisi’nin 1964 yılındaki ilk büyük kongresinde aldığı kararlarla gençlik temsilcilerini güvensizlik göstererek yönetime katılımlarını reddetmesi de gençliğin Kemalist ve cuntacı güçlerin etki alanına düşmesinde büyük rol oynadı.

Tüm bunlara karşın Deniz’ler 60’l yılların sonlarında bu koşullandırma cenderesini büyük bir cesaretle paramparça ederek işçi sınıfının ve de Türk ve Kürt halklarının ortak mücadelesinde saf tuttular, bu kararlılığı idam sehpasında da haykırdılar.

Tutuklanmalarından sonra tüm medya Deniz’lere saldırırken, dönemin etkin sosyalist dergisi Ant “Deniz ve arkadaşları, soygun düzenine karşı savaşan halk çocuklarıdır!” diyerek kendileriyle dayanışma göstermişti.

Ant Dergisi yöneticisi Doğan Özgüden’in Belge Yayınları tarafından yayınlanan iki ciltlik “Vatansız” Gazeteci adlı anı kitabından Deniz’ler, Yusuf’lar, Hüseyin’ler gerçeğinin doğru anlaşılmasına katkıda bulunacak bazı seçmeleri okurlarımıza sunuyoruz:

Deniz Gezmiş TİP Üsküdar İlçesi’nin aktif bir üyesiydi. Kendisini parti çalışmalarından tanıyordum. Daha 1966’da Çorum temizlik işçilerinin yürüyüşünde, 1967 başında TMTF’ye elkonulmasına karşı öğrenci direnişinde aktif yeralarak ön plana çıkmıştı. Son derece disiplinli bir üye olmasına rağmen, kafasındaki bir çok sorulara parti yöneticilerinin yanıt vermemesi ya da verememesi karşısında giderek partiden uzaklaşarak Mihri Belli çevresiyle ilişkiye geçecekti.

18 Haziran 1968 tarihli Ant’ın kapağında “Boykot: Gençlik üniversite yönetiminde söz hakkı istiyor” sloganı ve rektörlüğü işgal eden gençlerin bir fotoğrafı yeralıyordu, iç sayfada da Deniz Gezmiş’in başını çektiği öğrenci yürüyüşünün ünlü fotoğrafı…

Benim gibi sendikal, toplumsal mücadele saflarına 50’lerin ortalarında katılmış olanlar için 68 tek başına bir başlangıç değil, uzun bir kavga sürecinde önemli bir kilometre taşıydı.

Aynı sayının başyazısında şöyle diyordum:

“Gençler ne istiyor? İstekleri, bugün bütün dünya gençliğinin ortaya attığı isteklerden farklı değil. Halkın parasıyla okuyan gençler olarak halka dönük bir öğrenim yapılmasını, yönetimde kendilerine söz ve oy hakkı verilmesini istemektedirler. Boykot hareketleriyle bu reformların gerçekleşmesi sağlanabilir mi? Buna ilk anda verilecek cevap olumsuzdur. Çünkü, üniversite sorunlarının çözümü büyük ölçüde Türkiye’de mevcut anayasa dışı düzenin değişmesine bağlıdır; herşeyden önce bir siyasi iktidar, bir planlama konusudur. Devletin bütün kaynakları belli çıkar çevrelerini temsil edenlerin elinde bulundukça, Türkiye ekonomisi için halka dönük bir planlama yapılmadıkça, eğitim ile toplumsal ve ekonomik hayat arasında bir armoni sağlanmadıkça ‘halka dönük’ bir üniversite öğreniminin gerçekleştirilmesi mümkün değildir. O halde öğrenciler, ellerini kollarını bağlayıp, düzen değişinceye kadar bekleyecekler midir? Hayır… Gençlik hareketlerinin önemi de buradadır. Üniversitedeki boykotlar, halka dönük bir eğitimin bugünden yarına gerçekleştirilmesini sağlayamayacaktır ama, böyle bir eğitimin gerçekleşmesi için gerekli toplum düzeni değişikliğinde en önemli etkenlerden biri olacaktır.”

Avrupa’da 68 patlamasının fitilini yakan, devrimci öğrenci lideri Kızıl Rudi’nin Berlin’in batı kesimindeki Kurfürstendamm’da 11 Nisan 1968’de güpegündüz vurulmasıydı. Öğrenci eylemleri, üniversite işgalleri bu olaydan sonra İtalya’ya, Fransa’ya sıçramıştı. Türkiye’de ilk üniversite boykotu ise, tam iki ay sonra, 11 Haziran günü Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde, ertesi gün de İstanbul Hukuk Fakültesi’nde patlak vermişti.

Bu iki aylık sürede Ant bürosu’nda saatlerce ülke sorunlarını tartıştığımız devrimci öğrenci liderlerinin gelişmeleri nasıl dikkatle izlediklerini, sırf modaya uymuş olmak için benzer eylem koymaktan nasıl kaçındıklarını çok iyi anımsıyorum. Çünkü hepsi zaten kavganın içinde, ön safındaydılar.

Rudi’nin vurulmasından haftalarca önce Deniz Gezmiş, Mehdi Başpınar, Rıfat Çaldırık, Raif Ertem, Bozkurt Nuhoğlu, Mustafa Lütfü Kıyıcı, Mustafa Gürkan, iktisadi ve ticari ilimler öğrencilerinin uluslararası derneği AIESEC’in İstanbul’daki toplantısında Devlet Bakanı Seyfi Öztürk’ü protesto ettikleri için tutuklanmışlar, adliye mahzenlerinde lastik hortumlarla dövülerek işkenceden geçirilmişlerdi.

İbrahim Kaypakkaya’yı anımsıyorum. Ant’a sık sık gelirdi, siyasal ve sosyal konularda sohbet ederdik. Rudi’nin vurulmasından bir kaç hafta önce, İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu’nda fikir kulübü kurdukları için arkadaşlarıyla birlikte okuldan atılmıştı. Bunun üzerine yine Ant’a gelmiş, daha örgütlü, daha sonuç alıcı mücadelelere hazırlandıklarını büyük bir coşkuyla anlatıyordu.
*
Vietnam Devrimi’nin lideri Ho Şi Minh o günlerde, 79 yaşında ölmüştü. Ho Amca, Sovyet-Çin gerginliğinin had safhaya ulaştığı, Türkiye sol hareketinin uluslararası referans arayışı içinde bulunduğu günlerde bizler için önemli bir semboldü. O sorunlu günlerde Ant’ın kapağını ve orta sayfalarını Ho Amca’ya ayırdık: “Dünya büyük bir devrimciyi kaybetti.”

O sıralarda Deniz Gezmiş hakkında gıyabi tutuklama kararı olduğu için aranmaktaydı. Ho Şi Minh’le ilgili sayı yayınlanınca telefon ederek ne denli duygulandığını anlatmış, ardından da kendi durumundan bahsederek, “Kavga giderek sertleşiyor. Sanıyorum bunlar beni artık hiç rahat bırakmayacaklar…” demişti.

Eylül 1969 sonuydu. Ant’ta yayınlanan “Kavga zamanıdır” başlıklı yazımdan dolayı İstanbul 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nde altı yıla kadar hapis istemiyle yargılanıyordum.

Her zamanki gibi sıramın gelmesini beklerken adliye koridorlarında boydan boya volta atıyordum. Bir anda giriş kapısında büyük bir gürültü koptu, kapıya doğru seyirttim. Önde polislerin kelepçelediği Deniz Gezmiş, arkada da devrimci gençler… Deniz o gün görüşmek üzere gittiği Hukuk Fakültesi Dekanı Profesör Orhan Aldıkaçtı’nın ihbarı üzerine fakülteyi basan polisler tarafından yakalanarak gıyabi tutukluluğu vicahiye çevrilmek üzere adliyeye getirilmişti.

Deniz’i hemen alt kattaki bir bekleme odasına soktular. Onunla birlikte gelen gençler beni görünce niçin orada olduğumu sordular. Duruşma sıramı beklediğimi söyledim. Bunun üzerine gençlerin bir kısmı benimle birlikte yargılanacağım Ağır Ceza Mahkemesi’nin önünde toplandı, duruşma sıram gelince de izleyici olarak salondaki dinleyici sıralarını doldurdu.

Gençlerin varlığı salonda öylesine etkili olmuştu ki, savunmamdan sonra cumhuriyet savcısı da yazdığım yazıda suç unsuru bulunmadığı yolunda görüş bildirdi, mahkeme heyeti de oybirliğiyle beraatime karar verdi. Mahkeme salonundan alkışlar arasında ayrıldık.

Karardan sonra alt kata inerek Deniz’i buldum. Hâlâ elleri kelepçeliydi ve de endişeliydi:

– Arkadaşlar senin beraat ettiğini söylediler, geçmiş olsun, dedi… Ama devrimci basına ve devrimci gençliğe karşı bu dâvalar bitmez. Daha ağır şeylerle karşılaşacağız… Mehmet Cantekin’i vurdular… Daha kimler vurulacak? Yarın serbest bırakılsam bile hayatta bırakırlar mı? Ama direneceğiz…

Deniz haklıydı. Tutuklandığı o gün İstanbul’da Mustafa Taylan Özgür de vuruldu.

Cinayet makinesi işlemeye başlamıştı.
*
Hapisten kurtulan Deniz Gezmiş de dahil bazı devrimci gençler, deneyimlerini güçlendirmek için Filistin’e geçerek oradaki gerilla kamplarında eğitim görmüşlerdi. Deniz Filistin’e gidişini olduğu gibi dönüşünü de polisin farkedemeyeceği biçimde gerçekleştirmişti.
Filistin’den dönüş yapan gençlerden Yusuf Aslan ise 1 Şubat 1970’te Kargamış istasyonunda tutuklandı, Gaziantep’teki jandarma ve polis karakollarında dört gün süreyle ağır işkenceden geçirildi. Ardından, yine Filistin’den dönen 11 genç Diyarbakır’da Tıp Fakültesi’ne suikast yapmaya hazırlandıkları gerekçesiyle tutuklanarak 150 saatten fazla işkence altında sorguya çekildiler.

Bâbıâli medyası ve TRT, polisin ortaya attığı bu uydurma “suikast girişimi” iddiasını kullanarak bu gençlere “Filistin’de eğitilmiş teröristler suçüstü yakalandı” yaygarasıyla saldırıyordu.

Bunun üzerine Ant’ta devrimci gençleri savunan bir başyazı yazarak sordum:

“1950’lerde Amerikan emperyalizminin Uzakdoğu’daki çıkarlarını savunmak için Kore halkına karşı savaşmak üzere binlerce kilometre öteye onbinlerce asker gönderenlerin, yeryüzünün en haklı savaşlarından birini veren Arap halkına yandaş çıkanları suçlamağa hakları var mıdır?”

İki yıl sonra Deniz Gezmiş’le birlikte 12 Mart Cuntası tarafından idam edilecek olan Yusuf Aslan da, serbest bırakıldıktan sonra Ant’a “El Feth’e Niye Gittim?” başlıklı bir yazı gönderdi. Yazısında kendisine yapılan işkenceleri açıkladıktan sonra söyle diyordu:

“Günümüz koşullarında, özellikle emperyalizmin bir sıcak savaş bölgesi haline getirdiği Ortadoğu’da da bütün halkların, Türkiye, İran, Arap, Kıbrıs, Kürt halklarının bir antiemperyalist cephe kurmaları, Ortadoğu Devrimci Çemberi’ni oluşturmaları, emperyalizme karşı kahredici darbenin indirilmesinin başlıca şartlarından biridir. Bu yüzden Ortadoğu’da senelerden beri verilmekte olan devrimci kavganın pratiğinden geçmek ve ezilen Arap halklarının kurtuluş mücadelesine bir nefer olarak katkıda bulunmak için El Feth’e gittim.”

İki hafta sonra da tutuklanan 11 devrimci gencin Türkiye halklarına bildirisini de tam metin yayınladık. Tıp Fakültesi’ne sabotaj yapacakları iddiasına şu yanıtı veriyorlardı:

“Biz devrimciyiz. Hepimizin parasıyla, emeğiyle, çilekeş Doğu Anadolu halkına binbir güçlükle açılan bir üniversiteyi bombalamak hiçbir devrimcinin düşünebileceği bir şey değildir. Bu yalanlar, bu oyunlar Türk-Kürt halklarının kardeşliğini, dostluğunu ve devrimci dayanışmasını bozmak içindir. İsnad edilen suç ne kadar ağır olursa olsun, zulüm ne kadar artarsa artsın, devrimci kavgamızdan asla dönmeyeceğiz.”

İmzalayan gençler arasında, yine iki yıl sonra Deniz Gezmiş’le birlikte idam edilecek olan Hüseyin İnan da vardı.
*
Ant’ın Ocak 1971 sayısı “1971 Genel Grev Yılı Olma­lıdır” sloganlı bir kapakla ve Çetin Özek’in bu konudaki analiz ve önerilerini içeren uzun bir makalesiyle yayınlandı. O günlerde Maden İş Sendikası, üye işçiler için eğitim seminerleri düzenliyordu. Fethi Naci, Şüleyman Üstün, Çetin Özek, Faruk Pekin eğitimciler arasındaydı. Basın konusunda ben de bir seminer vermiştim.

Bir gün Şinasi Kaya telefon etti.

– DİSK olarak bir siyasal projemiz var. Tüm solu toparlayacak yeni bir siyasal örgütlenmenin olanaklarını tartışmak istiyoruz.
15-16 Haziran Direnişi’nden beri devrimci çevrelerde, özellikle de Dev-Genç içerisinde “işçi sınıfı öncülüğü” artık tartışmasız kabul edilir hale gelmişti. Dev-Genç yöneticilerinin DİSK’le ilişki kurmak istedikleri haberleri geliyordu.

İlk toplantıda Türkler’e:

– Bir grup aydınla kuracağınız ilişkiler yeterli değil, dedim. Bugüne kadar belki de haklı olarak mesafeli davrandığınız sol örgütlerle de diyalog ve ilişki aramalısınız.

Türkler’in yanıtı kategorikti:

– Hayır, bize çok küfrettiler. Diyalog ve ilişki için henüz erken. Ben kabul etsem bile sendikacı arkadaşlarıma kabul ettiremem.

Tam o günlerde Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının Ankara’daki banka soygunu gündeme bomba gibi düştü.

Ant’ta bu olayla ilgili çeşitli değerlendirmeleri verdikten sonra, Deniz’lere sahip çıktık:

“Deniz ve arkadaşları, soygun düzenine karşı savaşan halk çocuklarıdır!”

Soruyorduk:

“Türkiye kurtuluş mücadelesinin birinci döneminde tek vurucu gücü teşkil eden ve ulusal hareketin Ankara’da tutunmasını sağlayan Çerkez Ethem ve kardeşleri de, o çok seçkin milislerini, İzmir Valisi Rahmi Bey’in oğlunu kaçırarak aldıkları yarım milyonluk fideyi necat ile donatmışlardır. Ethem kuvvetleri Anadolu’nun dört bir yanında Ankara Hükümeti’ne rahat çalışma olanağı sağlarken ne Mustafa Kemal ne de İsmet Bey bunun hesabını sorabilmişlerdir. Sıcak mücadelenin kanunları serttir ve günü gelince kimseden icazet almadan uygulanır.”

Yazı kurulumuzdan Çetin Özek bir konferans için gittiği Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde Deniz Gezmiş’le görüşmüştü. Deniz, kendilerini “soygun düzenine karşı savaşan halk çocuklarıdır!” diyerek savunduğumuz için duygulanmıştı.

– Bize bir tek Ant dayanışma gösterdi, diyerek teşekkür etmişti.

Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun önderleri Deniz, Yusuf ve Hüseyin bir sonraki aşamada Amerikan çavuşlarını kaçırma eyleminden sonra Türkiye Kürdistanı’na geçerken yakalandılar.

Bâbıâli medyası Deniz’lere karşı büyük bir karalama kampanyasına girişti. Ant’ta THKO’nun bildirisini tam metin verdikten sonra şu uyarıyı yaptık:

“THKO savaşçılarının giriştikleri eylemlerin, başlangıç noktası ve olayların gelişimi açısından eleştirilecek yanları vardır… Ancak sansayonel gazete haberleri ve polisin çıkarttığı söylentiler esas alınarak bu olayların eleştirisi yapılamaz. Mücadeleye baş koymuş, canlarını vermeyi göze almış devrimcilere eleştiri yöneltmek, masa başlarında ahkam kesenlerin değil, mücadelenin en keskin noktalarındaki devrimcilerin hakkıdır.”
*

Ekim [1971] ortalarında Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının sıkı­yö­netim mahkemesince idama mahkum oldukları haberi geliyor. Bunun üze­ri­ne çeşitli dillerde yayınladığımız pro­testo bildirilerinin bir kısmını Batı ülkelerine ilettikten sonra, daha hızlı gideceğini düşünerek bir kısmını da bir genç arkadaşın Doğu Berlin’e geçerek oradan sosyalist ülkelere postalamasına karar veriyoruz.

Arkadaşın bunları Doğu Berlin’e geçirişi sorun olmamış, ancak postaneye gittiğinde, bunların postalana­bil­mesi için DDR Dışişleri Bakanlığı’ndan izin alınması ge­rektiği söylenmiş. Gittiği bakanlıkta bildirilerin anti-faşist içeriğini ısrarla vurguladığı halde, saatlerce bekletildikten sonra kendisine bu konuda yetkinin güvenlikten sorumlu İçişleri Bakanlığı’nda olduğu belirtilerek oraya başvurması söylenmiş. Orada da saatlerce bekletildikten sonra, “Bu hassas bir konu. Türkiye’yle ilişkilerimizi etkileyebilir. Yoldaş, sen en iyisi bunları Batı’dan postala. Yerlerine daha çabuk ulaşır,“ di­yerek kapı gösteril­miş.

Deniz’lerin idam kararlarına karşı büyük tepki içerisindeki genç arkadaş bu duyarsızlık ve bürokratik uygulama kar­şısında çılgına dönmüştü. Elinde bildirilerle gerisin geriye döndüğünde,

– Bunların devrimle, komünizmle uzaktan yakından ilgisi yok. Bir daha DDR’e ayak basarsam ayaklarım kırılsın, diye söyleniyordu.

Tepkisini gayet iyi anlıyorduk. İsveç’ten gelirken aynı şey­ler bizim de başımızdan geçmişti. Realpolitik dedikleri herhalde bu olmalıydı.

Tam da o günlerde Sovyetler Birliği ve müttefikleri, ABD’de tutuklu siyah devrimci Angela Davis’le dayanışma kampanyası açmış­lardı. Türkiye’den bahsedip etmediklerini anlamak için DDR rad­yo­larını açtığımızda durmadan Angela Davis’le ilgili haberler veriliyor, program aralarında sık sık “Freiheit für Angela Davis” anons­ları yapılıyordu. Ama idam tehdidi altındaki Deniz’lerden ve askeri mahkemelerde yar­­gılanan binlerce devrimciden tek kelime bahsedilmiyordu. Sırf bu yüzden kendisine büyük sempati duymamıza rağmen nerdeyse Angela Davis’in adını bir daha duymak istemez hale gelmiştik.
*
Yunan Cuntası’na karşı uluslararası konferans 19 Mart 1972’de Fransız Dışişleri Bakanlığı’nın bulunduğu Quai d’Orsay’da toplandı. Türkiye Demokratik Direniş Hareketi adına ilk kez siyaset ve diplomasi alanında önemli şahsiyetlerle karşı karşıya gelecektik. Maria, konferans öncesi, sadece albaylar cuntasına karşı müca­delenin yeterli olmadığını vurgulayarak Türkiye’deki generaller cuntasına karşı da tavır konması için gerekli ön çalışmaları yapmış, bizim için birçok randevu almıştı.

Koltuklarımızın altında çeşitli dillerde TDD bildirileriyle bir toplantı salonundan çıkıp ötekine giriyor, Fransız, İtalyan, İngiliz, İsveç, Norveç, Danimarka, Hollanda, Kana­da ve ABD delegeleriyle konuşuyor, Türkiye’deki durumu belgelerle ortaya koyuyorduk.

Konferans süresince, çeşitli gazete ve televizyonların temsilcilerine de Türkiye’deki durumu anlatmak olanağı bulduk. Ama en önemlisi Avrupa Konseyi Parlamenterler Mec­lisi’nde etkin birçok kuzeyli milletvekiliyle tanışmamız oldu.

Bir ara Maria heyecanla gelip bizi buldu.

– Günün bombası, dedi. Birazdan Sovyet delegas­yo­nuyla görüşeceksiniz.

Biz de heyecanlanmıştık. Diğerlerine göre oldukça büyük bir salona girdiğimizde, bir masada üç kişi oturu­­yordu: Bir tarafta Ermeni kökenli ünlü Sovyet bestecisi Aram Haçaturyan, öte tarafta Bolşoy’un ünlü bale yıldızı Galina Ulanova, ortada ise asık bürokrat suratıyla SSCB Komünist Partisi Merkez Komi­tesi’nin adını şimdi anımsayamadığım bir üyesi.

Nezaketle karşıladıktan sonra hemen bizi dinlemeye koyuldular. Onbeş dakika kadar bir sunuş yaptıktan sonra kendilerine TDD belgelerini verdik ve SSCB’nin ezilen Türkiye halklarıyla dayanışmasını beklediğimizi söyledik.

Kısa süren bir sessizlik oldu. Haçaturyan ve Ulanova önlerine bakıyorlardı. Belli ki onlar bu Sovyet delegas­­yonunda tamamen aksesuvar olarak yeralıyordu.

Merkez Komitesi üyesi sesinin tonunu ayarladıktan sonra, konuştu:

– Yoldaşlar, anlattıklarınız gerçekten üzücü. Yüreğimiz siz­lerle beraber. Ama SSCB olarak Türkiye konusunda herhangi bir­şey yapmamız söz konusu olamaz. Biz SSCB olarak son yıllarda sadece iki ülkenin iç mücadelesinde tavır koyduk, taraf olduk. Biri Güney Afrika, öteki Yunanistan. Ama SSCB’nin Türkiye ile iyi komşuluk ilişkileri, iktidarda kim olursa olsun, bizim bu iktidarı rahatsız edecek bir tavır koymamıza izin vermez. Zaten cumhurbaşkanımız Yoldaş Podgorni yakında Tür­kiye’ye resmi bir ziyarette bulunacak.

Allak bullak olmuştuk.

– Ya hapisteki binlerce solcu, ya işkenceden geçenler, ya idam sehpasının gölgesindeki Deniz Gezmiş, diye isyan edecek oldum.

– Tepkinizi gayet iyi anlıyoruz. Ama ülkemizin dış politikası bunu gerektiriyor… Yapabileceğimiz bir şey yok.

Sonra bir kağıda SBKP Merkez Komitesi’ndeki adresini yazarak:

– Yine de siz yayınladığınız bildirileri, raporları bu adrese düzenli yollayın, dedi. Gelişmelerden haberimiz olsun…

DDR’de karşılaştığımız olumsuzluklardan sonra bu sos­ya­list ülkeler açısından yaşadığımız ikinci büyük şoktu.
*
O günlerde tüm dikkatler Türkiye’de idamların infaz edilip edilmeyeceğine odaklanmıştı. Kızıldere ve Sofya’ya uçak kaçırmayla doruk noktasına ulaşan “idamları önleme girişimleri” bir sonuç vermedi, Deniz, Yusuf ve Hüseyin 6 Mayıs 1972 sabahı idam edildiler.

İdam öncesi ulaşabildiğimiz tüm radyoları izliyor, üç canın kurtulduğuna dair mucizevi bir haber bekliyorduk.

Bu arada, ilginç bir gelişme oldu. Sosyalist ülkelerin Türk­çe yayınları genellikle Türkiye’deki devrimci direnişe pek sıcak bakmaz, “barış içinde bir arada yaşama” politikasına uygun olarak Ankara’daki iktidarları, ne olurlarsa olsunlar, rahatsız etmemeye dikkat ederlerdi.

4 Mayıs’ta bir grup genç Sofya’ya uçak kaçırdığında, Sofya Radyosu’nun Türkçe yayınlarında olay alışılmışın dışında son derece ayrıntılı veriliyor, havaalanında röportaj­lar yapılıyor, uçağı kaçıranların Deniz’lerin serbest bırakılması dahil tüm dev­rimci istemleri tekrar tekrar veriliyordu.

6 Mayıs sabahı da aynı radyoda bir kadın spiker De­niz’lerin asıldığı haberini hıçkırarak duyuruyor, ardından Bulgaristan tarihinde faşistler tarafından öldürülen devrimcilerle ilgili anekdotlar anlatıyordu.
*

Dostumuz Nesimi’yi 12 Mart darbesinden sonra dört yıldır gör­memiştik. Geleceğini Belçika’daki Türkiyeli ilerici, demokrat arkadaşlara da duyurduk.

Ne ki, sözleştiğimiz gün Paris’ten trene bineceği sırada büyük bir felaket gelmişti başına. Telefonda:

– Dost, yandım ben, mahvoldum, diyordu. Tam garda bilet almak için sıraya girdiğimde namussuzun biri curamı çalıp sırra kadem basmış. Polise neye başvurduk, ama hiç umudum yok. Ben curasız edemem. Ne yap et bana ille de bir cura bul. O yıllarda ne Belçika’da, ne de diğer ülkelerde saz, bağ­lama, cura satan mağazalar var. Hele cura!

Nihayet La Louvière bölgesindeki maden işçisi Alevi dostlar­dan biri küçük boy sazını acele yetiştirdi. Cura gibi olmasa da curaya yakın bir tınısı vardı.

Aynı gün tesadüfen o dönemin seçkin sol aydınlarından Günay Akarsu da bizde misafirdi.

Nesimi bize geldiğinde cura benzeri sazı bulunca dün­yalar onun oldu. Dört yıllık hasret bir nebze giderildikten, or­tak kavga günlerinin anıları tazelendikten sonra Nesimi hemen söylemeye koyuldu, zaman zaman Daimi de kendisine eşlik ediyordu.

O yıllarda doğru dürüst bir kayıt aletimiz olmadığından, bu dost dinletisini alelade bir kasetçalar’la Günay kayda aldı. Yıllar sonra İnfo-Türk arşiv dizisinden yayınladığımız “Brük­sel’de dostlar arası resital” adlı CD’nin tamamı bu kayıtlardan oluşuyor.

Nesimi’nin 1971 Darbesi’nde sonra öldürülen devrimciler için söylediği ağıtların her biri halk deyişinin anıtsal örneklerindendir. Deniz’lerin idamı üzerine yaktığı “Bugün 1972, 6 Mayıs’tır” ağıtında soruyor Nesimi: “Kesilmedik ormanda fidan mı olur?”

Ya yakılan ormanda?

Evet, tam 21 yıl sonra, 1993, 2 Temmuz’da, Sivas’ta bir or­man ateşe verildi.

Sevgili Nesimi’yi de 36 canla birlikte o yangında yitirdik.
*
Almanya’da ve Türkiye’de eşzamanlı yayınlanan Yazın Dergisi, Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan’ın idamlarının 30. yıldönümü dolayısıyla benden de bir yazı istemişti.

Nisan 2002’de yayınlanan 30 Yıl Sonra başlıklı yazımda, ordunun 1960’lı yılların sonunda açıkça egemen sınıflardan yana, işçi sınıfına karşı tavır aldığını, devrimci gençlik liderlerinin buna tepki gösterdikleri için 12 Mart 1971’den itibaren ordu terörüne hedef seçildiğini, üç genç ar­kadaşımızın bu yüzden idam edildiğini, Mahir Çayan ve ar­kadaşlarının da bu yüzden bombalanıp kurşunlanarak öldü­rül­düğünü belirterek or­dunun bu tutumunun 80’li, 90’lı yıl­larda, hattâ 2000’den sonra da devam ettiğini vurguluyordum.

Aynı sayıda Emin Karaca’nın da bu konuda bir yazısı yayınlanmıştı.

Cumhuriyet Savcılığı bu yazılar üzerine ben ve Karaca’yla birlikte derginin sorumlu müdürü Mehmet Emin Sert hakkında da “orduya hakaret” iddiasıyla dava açtı.

İstanbul 1. Asliye Ceza Mahkemesi de 27 Eylül 2002 ta­rihli ilk duruşmada, Türkiye’ye girdiğim takdirde derhal tutuklanarak mahkemeye sevkedilmem için tüm sınır kapılarına talimat yazdı.

BIA Haber Merkezi, 15 Ekim 2002 tarihli bülteninde, bu tutuklama kararının mesleğe girişiminin 50. yılında alın­dığını hatırlatarak bu konudaki açıklamama yer veriyordu:

“12 Mart’ın üzerinden 31, 12 Eylül’ün üzerinden 22 yıl geçtiği halde bu güzelim ülkeye hâlâ demokratik bir Anayasa yapamayanlar, yasalardaki antidemokratik maddeleri köklü biçimde temizleyemeyenler, Avrupa’ya hava basmaktan daha önce kendi ülkemizin halkının yüzüne utanmadan bakabilmelidirler.

“Gazeteciliğe başladığımdan beri, iktidarda kim bulunmuş olursa olsun, düşünceye, ifade özgürlüğüne tahammülsüzlüğün bin bir çeşidini tanıdım. Dışarıdan gelen eleş­tirilere hep ‘daha genç bir ülkeyiz, demokrasiye adım adım ilerliyoruz!’ palavrasıyla yanıt verildi. Elli yıldır hep bu nutku dinledim, Avrupa Parlamentosu koridorlarında da hâlâ bu nutuklar çekiliyor.

“İşlerine gelince tarih boyunca 16 devlet kurmuş olmak, yüzyıllarca Osmanlı bayrağı altında üç kıtaya hükmetmiş olmakla övünenler, devlet kuralı yarım yüzyılı bile doldurmamış ülkelerden, o ülkelerin yöneticilerinden biraz ders almak tevazuunu göstersinler!”
__________________________________________________________________________________

Doğan Özgüden, “Vatansız” Gazeteci, Cilt I. Sürgün Öncesi, Belge Yayınları. 2011, İstanbul
Doğan Özgüden, “Vatansız” Gazeteci, Cilt II. Sürgün Yılları, Belge Yayınları. 2012, İstanbul