Fethi AytunaFaruk Hızal 1921 yılında İstanbul Karagümrük’te doğar. Henüz dört beş yaşlarındayken babasını kaybeder. Darüşşafaka Lisesinin sınavını kazanarak, hayatının akışını değiştirecek bu yeni yuvasında okumaya başlar.
Faruk Hızal 1921 yılında İstanbul Karagümrük’te doğar. Henüz dört beş yaşlarındayken babasını kaybeder. Darüşşafaka Lisesinin sınavını kazanarak, hayatının akışını değiştirecek bu yeni yuvasında okumaya başlar.
Darüşşafaka Lisesi o yıllarda yalnız ülkenin önde gelen bir eğitim kurumu değil aynı zamanda başarılı sporcular yetiştiren bir okuldur. Okul takımında oynayan pek çok isim daha sonra Fenerbahçe, Beşiktaş, Galatasaray, Vefa ve Beykoz gibi seçkin kulüplerin futbolcusu olur.
Faruk Hızal bir yandan lisedeki ağabeylerinin yaptığı maçları izler, bir yandan sınıf arkadaşlarıyla birlikte bezden yaptıkları toplarla futbol oynamaya başlar. “Sınıftan çıkardık. On, on beş dakikalık teneffüs vardı. O zaman şimdiki gibi toplar nerede. Çorapları söküp sararak yuvarlak haline getirir, pamuk koyarak top yapardık ama bayağı zıplardı o toplar.”
Sınıflar ilerledikçe okul takımında kendine yer bulur. “Darüşşafaka’dayken ileride oynardım. Kaleci İbrahim Tanla vardı uzun boylu. Sınıfça da büyüktü. Ama o hava toplarına iyi çıkamazdı. Benim boyum onun kadar uzun olmadığı halde ben yumruklardım topu. Onun yüzünden kaleye geçtim.”
Genç kalecinin okul maçlarında çıkardığı başarılı oyunlar dikkat çeker. Okulda nöbetçi öğretmenlik yapan Darüşşafaka mezunu Fehmi Bey koyu bir Beşiktaş taraftarıdır ve idarecileri tanımaktadır. Faruk’la beraber Galip ve Turhan’ı Beşiktaş kulübüne götürür. Böylece üç okul arkadaşı 1940’tan itibaren Beşiktaş’ta oynamaya başlarlar. Fakat o yıllarda lise öğrencilerinin resmi maçlarda oynamalarını yasaklayan kanun yüzünden ancak B takımında ve özel maçlarda yer alabilmektedirler. Bir süre sonra üç arkadaşın spor yaşamındaki yolları ayrılır. Faruk Beşiktaş’ta kalırken, yabancı bir takımla yapılan maçta yedek soyundukları halde oynatılmamasına içerleyen Turhan, Galip’le birlikte Galatasaray’ın yolunu tutar. Lisanslı olmadıkları için kolayca kulüp değiştirebilme imkânı bulurlar. Bilindiği üzere, daha sonra Galip Haktanır Vefa kulübünün sembol ismi olup milli takıma kadar yükselecektir. Turhan Günsav ise Galatasaray A takımına yükselir ancak bir maçta ciddi biçimde sakatlanınca erken yaşta futbolu bırakmak zorunda kalır.

Futbolun gerçekten forma aşkıyla oynandığı amatörlük yıllarıdır. Genç Faruk Hızal’ın Beşiktaş’tan aldığı yegâne ücret yemek parasıdır. “Kulüpten bize bir lira verirlerdi. Beşiktaş’ta çarşı içinde Üstün lokantası vardı, gidip orada yemek yerdik. Tıka basa yediğimiz halde üste para da artardı. O sıralarda Vefalı bek Enver’in ağabeyi Demir Bey emniyet müdürüydü. Beni Emniyet kulübüne almak istedi ama ben gitmedim.”
Henüz okulu bitirmediği için 1941-42 ve 1942-43 sezonunda özel maçlarda oynamaya devam eder. Beşiktaş’ın Baba Hakkı, Baba Hüsnü, Kemal Gülçelik, Şükrü Gülesin gibi isimlerden oluşan ve 1942-43 sezonu İstanbul Ligi şampiyonu olan güçlü kadrosunda birinci kaleci Mehmet Ali Tanman’dır. İstanbul Ligi maçları bitmek üzereyken, yeni bir takımda, resmi maçlarda oynama fırsatı doğar. Vefa kalecisi Muvahhit Afir tam Milli Küme maçları başlamak üzereyken sakatlanır. Vefa’da oynayan Galip Haktanır kulüp yöneticilerine okul arkadaşı Faruk’un alınmasını tavsiye eder. Vefa Lisesi mezunu dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’in girişimiyle liseli öğrencilerin resmi maçlarda oynamasını yasaklayan kanun değiştirilir ve böylece Faruk Hızal Vefalı olur. O sezon Maarif Mükafatı adıyla düzenlenen Milli Küme maçlarında kaleyi korur. Meraklısı için belirtelim; İstanbul Liginin ilk dört takımıyla Ankara ve İzmir liglerinin ilk iki takımının katıldığı bu deplasmanlı organizasyon, 1959’da başlayacak Milli Ligin, dolayısıyla bugünkü Süper Ligin ilk örneği sayılabilir.
Milli Küme maçları Vefa takımında yoğun bir rekabet ortamına sahne olur. Faruk Hızal bu durumu şöyle açıklıyor: “Milli Kümeye katılmaya hak kazandık diye emekliler tekrar takıma döndüler, gençleri çıkardılar. Nitekim Galip de bir İzmir deplasmanında neredeyse kurban oluyordu.” Galip ayağındaki şişme yüzünden ilk gün oynanan Göztepe maçında iyi bir oyun sergileyemez. Bu yüzden ertesi gün oynanacak Altınordu maçı için akşam yapılan maç toplantısına çağırılmaz. Yine de bazı kıdemli oyuncular ona bir şans daha verilmesinden yana olunca kadroya alınır. Darüşşafakalı arkadaşının bu şekilde tartışma konusu olmasına üzülen Faruk toplantıdan sonra durumu Galip’e anlatarak uyarır. Ertesi günkü maçı, canını dişine takarak oynayan Galip’in sayesinde Vefa 2-1 kazanır.

Faruk Hızal Vefa kalesinde çok iyi maçlar çıkarınca, Beşiktaş onu Milli Küme biter bitmez geri çağırır. Galip Haktanır bunu şöyle özetliyor: “Baktılar ki muazzam oynuyor, hemen kaptılar.” Bugünün koşullarıyla düşünüp Beşiktaş’ın onu geri almak için büyük paralar harcadığını zannedenler yanılmasın, henüz profesyonellik icat olmamıştır. Faruk Hızal durumu çok net bir biçimde açıklıyor: “Ne kadar para aldım biliyor musun? Sıfır para.”
Bu sırada yaşadığı talihsiz bir olay Darüşşafaka Lisesinden mezun olmasını engeller. Kendisi bu olayı şöyle anlatıyor: “O yıllarda liseden mezun olabilmek için ders yılı bitiminde ayrıca sınavlar yapılıyordu. Darüşşafaka özel statüde olduğu için bizim sınavlarımız İstanbul Lisesinde yapıldı. Biyoloji, aritmetik ve Türkçe sınavlarına girdik. Bir gün sınav başlamak üzereyken bir arkadaşla, “Ne durumdasın, çalıştın mı?” gibisinden kaş göz işaretleri yaptık. Bunu gören öğretmen kâğıdımıza işaret koydu ve o sınavdan bir aldık. Bunun üzerine ben Hayriye Lisesine geçtim. Bu okul bugün Fatih itfaiyesinin bulunduğu bölgeye yakın, ahşap bir binaydı. Bir sabah geldik ki, ortada okul yok, gece yanıp kül olmuş. Böylece okulsuz kaldım. Bunun üzerine Beşiktaş kulübü benim Kabataş Lisesinden mezun olabilmem için birtakım girişimlerde bulundu. Fakat Beşiktaş’ta kalecilik yapmak bende bir tür şımarıklığa yol açmıştı. Zaten 1944 senesinde evlenmiştim. Bu yüzden okumaya devam etmedim.”

Faruk Hızal İstanbul Ligi 1943-44 sezonunun dördüncü maçından itibaren Beşiktaş kalesini korumaya başlar. O sezon Beşiktaş İstanbul Ligi şampiyonu olamaz ama finalde Fenerbahçe’yi yenerek İstanbul Kupasını kazanır. Aynı sezon oynanan Milli Küme maçlarından biri Beşiktaş tarihinin unutulmazları arasında yer alır. Ankara’da Harp Okuluyla yapılan maçta ev sahibi takım ilk yarıyı 3-0 galip kapatır. Rivayet odur ki Baba Hakkı soyunma odasında köpürür ve yöneticiden tren biletlerini ister. Maçı kazanmadıkları takdirde o biletleri yırtacağını ve bütün takımın İstanbul’a yürüyerek döneceğini açıklar. İkinci yarı sahaya çıkan Beşiktaş tam altı gol atar ve maçı 6-3 kazanır.
Bu maçta Beşiktaş’ın kalesini koruyan Faruk Hızal ise o günü şöyle anlatıyor: “Bizi maçtan önce Saraçoğlu başbakanlığa çağırmıştı. ‘Harbiye’den korkmayın, Ankaragücü daha tehlikeli, FB gibi oynar,’ dedi. Biz Harbiye maçına çıktık, ilk yarıda üç gol yedik. Haftaymda Baba Hakkı köpürmüştü. ‘Beni dinleyin,’ dedi. ‘Kim topu alırsa, kalecinin üzerine şandelleyecek. 3-0’lık fark tik-tak paslarla kapanmaz.’ Şükrü o zaman askerdi, o yüzden Ankaragücü’nde oynuyordu. Onun yerine sol açıkta Eşref Abi oynuyordu. Topa öyle vuruyor ki, top dönmüyor, yani falso almıyor. Baba Hakkı da gelen topa rahatça istikamet veriyor. Ben istasyon tarafındaki kaledeydim. On ikinci dakikada dört-üç galip vaziyete geçmiştik. Haftaymda Baba Hakkı aslında bekimiz Yani’ye kızmıştı. Herkese sen şöyle yapacaksın, böyle yapacaksın diyordu. Yani ağır bir çocuktu. Başını öne eğmiş oturuyor. ‘Ulan sana söylüyorum!’ diye bağırıyor, o hâlâ önüne bakıyordu. Sağda solda anlatıldığı gibi biletleri yırtma olayı yok aslında.”
Bu maçtan önce Vefa takımıyla Ankaragücü’ne karşı oynayan ve sonraki maçın ilk yarısını tribünde izleyen Galip Haktanır şunları ekliyor: “Haftaymda durum 3-0 olunca biz stattan çıkıp otele geldik. Maçın 6-3 bittiği haberi gelince, ‘Beşiktaş altı tane yemiş, vay anasını’ dedik. Sonra Beşiktaş’ın kazandığını öğrenince şaşırdık.”


Askerden dönünce Haliç tersanesinin tahmil tahliye kısmında çalışmaya başlar. 1948-49 sezonunda, İstanbul Liginde yer alan Kasımpaşa’nın kalesini korur. 1949 yılında hem kalıcı bir meslek sahibi olmak hem futbol oynamak için Adalet kulübüne geçer. Adalet Mensucat fabrikasının kurduğu kulüp, ünlü futbol adamı ve gazeteci Fahri Somer’i genel kaptanlığa getirmiştir. Böylece Adalet takımı o yıllarda başarılı olan futbolcuları bünyesinde toplayıp bir yandan güçlü bir kadro kurmaya, bir yandan da henüz yasallaşmayan profesyonelliğin ilk adımlarını atmaya başlamıştır. Faruk Hızal bu transferden para kazanmasa da Adalet fabrikasında tekstil boyama işinde uzmanlaşır. Dönemin otoriteleri, “Türkiye’de alaylı olarak yetişmiş üç tane apre boya ustası varsa biri de sensin,” diye onu överler. Kendisi de, “Adalet’te kazandığım sanatla bugün oturduğum evi aldım,” diyerek burada geçirdiği yılların hayatında taşıdığı önemi vurgulamaktadır.
Kulüpteki futbol yaşamıysa çok huzurlu geçmez. Türkiye’nin ilk profesyonel futbolcusu olarak 1930’larda Fransa’da oynayan, Altay kulübünün simge ismi Vahap Özaltay Adalet kulübünün antrenörüdür. Bir süre sonra antrenörüyle ihtilafa düşen Faruk Hızal bunu şöyle anlatıyor: “Arap Vahap antrenördü, onunla kavga ettik. İdmanda bana top atıyordu, kumda yatıyorum kalkıyorum, artık futbol benden geçmiş. Ağır geliyordu idmanlar. İzmir’den gelen bir kalecimiz daha vardı. Aslında İzmir’den üç-dört oyuncu getirmişti ama kaleciye güvenemiyordu. Ben, ‘o kaleciye şans tanı, beni boş ver,’ dedim. Sen yeme içme, git Atıf Bey’e (Adalet Mensucat şirketi ve kulübün sahibi Atıf İlmen) ‘çalışmak istemiyor, otoritemi bozuyor’ diye şikâyet et. Atıf Bey beni çağırdı, ‘Efendi, bize sporcu lazım, işçi lazım değil,’ dedi. Bunun üzerine hemen Adalet fabrikasından ayrıldım ve Karamürsel mensucat fabrikasına girdim. Süleymaniye civarındaydı, orada çalışmaya başladım. Fakat maçları da takip ediyordum bir yandan. Bir gün Şeref Stadında Adalet’in bir maçı vardı. Maça gittim ama kafama da koydum. Adalet’ten iki üç kişi de aldım yanıma. Takım da mağlup oldu mu? Soyunma odasına geldim, ileri geri konuştum. ‘Vay sen nasıl böyle konuşursun?’ deyince Vahap’la birbirimize girdik. Süleyman Şahinbaş vardı muhasebeci, Canavar Burhan’ın kayınpederi. Aynı zamanda takımın umumi kaptanıydı. O da Vahap’la kavga etmiş, arası açıktı. Golü de kaleci berbat yemişti galiba. Atıf bey’le konuşmuşlar. Bunun üzerine Atıf Bey, ‘Faruğu çağırın,’ demiş. Tekrar Adalet’e geldim.”
Bir süre daha Adalet’te oynayan Faruk Hızal 1952 yılında futbolu bırakır ve Kayseri’deki bir tekstil fabrikasının davetini kabul ederek halı ipliği boyama ustası olarak 1975 yılına kadar burada çalışır. Bu tarihte İstanbul’a dönerek Kâğıthane’de bir çorap boyama atölyesi açar. Bir süre sonra burayı iki çocuğuna devrederek ikinci emeklilik yaşamına başlar.
Faruk Hızal hâlihazırda, bazı Çarşamba günleri Ortaköy’deki Darüşşafaka lokalinde eski okul arkadaşlarıyla bir araya gelerek öğrencilik ve sporculuk yıllarına ait anılarını tazeliyor.