Ahmed Rasim
Valide kapıda, ben içeride kaldım.
Artık Dârüşşafaka’ya kaydedilmiştim. O dayak patırtısından sonra valide beni mektebe götürerek ilmühaber aldık. Mahalleden kimsesiz olduğuma dair bir kağıt çıkartarak mektep müdürüne verdik. Tamam Ağustosun onyedinci günü idi. O yegane teribeytgahta beni soydular. Bir gömlek, don, keten urba, kırmızı fes, bir laçin verdiler. Giyindim, bahçeye fırladım.
Bir alay çocuk. Uyanıyorlar. Ben durur muyum? Yarım saat içinde cümlesine alıştım. Ben altısının adını bile öğrendim. Hüseyin, İhsan, Mehmet, Reşit, Raşit, Ali, Fahri, Salih. Hep bunlar benim arkadaşım. Fakat burada birisi var. Bir mi ya? Beş altı kişi var. Bize nezaret ediyorlar. Arif Ağa mubassırımız. Naki Efendi müdürümüz. Ziyade haşarılık olmayacak. Derhal kaş çatılıyor. Bu iyi. Dayak yok. Hele o mektepten kurtuldum. Gık desem koca sopa başıma iniyordu. Burada öyle şey yok. Ben valideyi unuttum. Akşama kadar o geniş, çiçekli, muntazam bahçede oynadık. Bir düdük sesi? Kim aldırır! Çocuklar çalıyor. O ne? Herkes toplandı. Sıra duruldu. Ben de onları taklit ettim. Bizden bir sene evvel giren efendilerden biri bizi tabur haline koydu. Büyük bir gururla:
– tabur ileri arş!
Dedi. Yürüdük. Doğru musluklara. Yine o efendi bize abdest almasını talim etti. Aldık. Herkes havlularına silindi. Yine tabur olarak arş kumandası üzerine bir merdiven daha çıkarak camie geldik. Bize sıra ile oturttular. Ben biraz namaz kılmasını biliyordum. Validem öğretmişti. O her zaman kılar. Fakat ikindi namazında kaç rekat kılınacağını bilmem. Taklit ederek kıldık. Çocukluk bu! Bir de mihrabın yanına sarıklı bir adam oturmasın mı? Titremeye başladı. Burada da mı hoca var? Yine falaka, değnek benimle beraber mi? Mümkün değil, ölürüm, bu mektebe de devam etmem. Meğer o zat imammış. Ne ise namazı kıldık. Bir düdük daha? Yine tabur olduk? Arş; yürüdük. Taamhaneye geldik. İşte burası iyi. Böyle mektep olmaz. Yemek var. Oyun var, urba var, arkadaş var.
Ben hâlâ akşam üzeri eve gideceğiz zannediyorum. Meğer kalacakmışım. Akşam suları karardı. Arkadaşıma dedim ki:
– Sen eve gitmeyecek misin?
– Hangi eve?
– kendi evine..
– Artık biz eve gidecek miyiz ya?
– Vay.. Burada mı kalacağız?
Zavallı boynunu büktü. Hazin bir eda ile dedi ki:
– Burada kalacağız.
Ay!.. Bu müthiş. Ben annemi isterim. Olmaz. Gündüzleri ne ise, geceleri ben o mihriban kadının yanında bulunmalıyım. Tahammül edemem. Ağlarım. Ağlar mısın? Al sana hocanın suratından ekşi bir surat daha! Burada ağlarsan dövecekler. Ötede döverek ağlatıyorlardı. Birbirinin zıttı ama ikisi de acı.
Gazlar yandı. Ben de hasret elemi ile yandım. Annemin o güzel, bana her türlü himeyeyi gösteren yüzü gözümün önünden geçiyor; sözlerini işitiyor gibi oluyordum. Ah o muhabbeti nasıl tasvir edeyim. İki defa falaka yiyeyim, annemi göreyim, yirmi defa kalfa kulağımı çeksin, ben annemin yanında bulunayım. Düşünmeye başladım. O zaman ne düşünebilirdim de? Hayat dönemlerinin hepsinde insan düşünmekten geri kalmıyor. Zahir tefekkür insanın ruh gıdası imiş. Ben de ozaman içimdeki elemi düşünüyordum. Annemi hatırlayarak korkumdan için için ağlayarak düçar olduğum yeis vemahrumiyete çare arıyordum. kaçayım. Nereye? Boyumun beş misli duvarlar, üç boyumda kapılar benim ufak bacaklarımın sıçrayışına karşı İskender Seddi gibi duruyor. Bu öteki mektebe benzemiyor. Helaya gidiyorum der fırlardım. Yirmi, yirmibeş hizmetçi var. Mubassır var. Kapıcı var. Hem gece korkarım. Ah o korktuğum gecelere sonra alıştım. Onlar benim sevincimi, kederimi, gazabımı, kendi nefsime karşı isyanımı, manevi şekavetimi, rezaletimi, mihnetimi gördüler. Beni eğlendirirken ağlattılar. Fakat hiçbir zaman mihnetimi dağıtmadılar.
Sade düşünen ben miydim? Sınıfın hepsi benim halimdeydi.
O gece, otuzüç masum ayrılık elemi ile kalpten ağlıyorduk. Yalnız birbirimizin kulağına vasıl olan o hazin inilti, garip tınılarla birleşerek kalpten kalbe çarpıyordu. Otuz üç temiz ağız bir anda ana diyerek, o kadar göz sevdiği çehreyi görerek, o kadar kalp şu sefaleti verici mahrumiyetten etkilenerek duruyordu. O çocuk sürüsü fısıltı arasında yürüyor, benim gözlerim annemin odasını ziyaret ederek onu dikişiyle meşgul görüyordu.
Acaba beni arıyor muydu? O şimdi yalnız. Ben olsam eğlendirirdim. Ettiğim yaramazlıklara bu kadar pişman olduğumu bilmem. “Uslu uslu oturaydım beni bu mektebe vermezdi” diyerek kendi kendime kızıyordum. Bir düdük daha. Haydi yatsı namazına!
Namazdan çıkar çıkmaz merdivenlere tırmandık. Ta üst kata çıktık. Ayrı ayrı odalar, sıra sıra karyolalar. Zabitin biri hepimize ayrı ayrı yataklar gösterdi.
Soyunduk. Yattık. Bir türlü uyuyamadım. Yerimi yadırgadım. Yorganı çektim. Boğuluyorum zannettim. Fakat ne çare? Ağlayacağım. Artık dayanamadım. Boşandım. Bir mubassır derhal başıma dikildi. Beni teselli ediyor. Yarın anneme göndereceğini vaat ediyor. Ağzımdaki tatlılık ne? Bir öksürük şekeri! Fena değil. Ben hem gözümden yaş akıtıyorum, hem de o şekeri geveliyerek onun vadine kanıyorum. Yarım saat sonra uyumuşum.
Bir de uçurumdan uçar gibi düştüm. Vücudum tahtalar üzerine şiddele çarptı. Acıdı. zaten ayrılık yarası yetmiyormuş gibi bir de maddeten canım yandı. Karyolaya alışmamışım. O yanıma, bu yanıma döneyim derken aşağıya fırlamışım. Derhal bir hizmetçi koştu. Beni kucaklayarak yatağıma yatırdı. Ah! O gece! Uyuyacağım da yine düşeceğim diye sabaha kadar gözümü kırpmadım
***
Tamam doksan gece ben mektebin o kalın duvarlı, eğri pencereli mazbut koğuşunda yalnız yattım. Hemen her gece rüyada annemi görürdüm. Bu görüşme tecellisi, velev hayali olsun yine beni teselli ederdi. Manen, hissen onu ziyaret ederdim. Onunla konuşur, onunla sevişir, onunla eğlenirdim. Kâh ağlaya ağlaya uyanırdım. Hasret gözyaşımın yastığımı ıslatarak soğuk, nemli bir zemin vücuda getirdiğini görüp çeviririm. Kâh tebessüm ederek kalkarım. Yanaklarımda annemin dudaklarının bıraktığı temas yerini ararım. Bazen birdenbire mütehassıs olarak kanıyla, elinin emeğiyle vücuda geldiğim o müşfik tenin kokusunu alıyormuşum gibi zevk alırdım… Bu zevk alış beni saatlerce düşündürür.
Ana!… Bu his pek tedrici, pek vahşi. Beni eziyor. Beni sevindiriyor. Fakat yanımda değil, okuduğum kitapta ana lafzını görür görmez titrer, derhal yanımdaki çocukla ana hakkında söze başlardım. O da benim gibi, o da anasını seviyor. Görmek, boynuna sarılmak, ağlayarak öpmek, başını göğsüne dayayarak orada uyumak, oradan ayrılmak, ona kul köle olmak, onu gücendirmemek istiyor. Ah bilseniz bu ortak muhabbet ne kadar etkilidir. Bilseniz o zaman o masum ağzın natıkasında ne kadar beliğ bir tesir bulunur. Ben bunların tümünü hissederdim. Tümünü düşünerek kurardım.
Sade ben mi? Hepimiz öyle idik. Bazen müzakerehanenin dışarı bakan penceresinden sokağa bakardım. Sokağın başında bir kadın durmuş, mektebe bakıyorsa herkese haber verirdim. Hepimiz “Benim anamdır” diye o meçhul varlığı benimserdik. Birgün hepimiz birden ağlayarak mubassırı da hıçkırıklara uğrattık. O sert, katı yürekli zabit, o sert muhafız yumuşadı. İki üç saat yanımıza uğrayamadı.
Doksan gece bu! Düşünmek benim gibi bir ayrılık vurgununa o yaşta ne olur? O zaman bile anamın sözlerini hatırlayarak kendi kendime:
– Anne fena ettin. Dalının biri kuruyacak diye kalben ona kinayeler söylerdim. Fakat kim işitecek. Feryat! Feryat mı? O duvarlar aksetmez. Aksetse daha fena. Zira yine benim kalbime çarpacak değil mi? Ben sükun istiyorum. Heyecan ve üzüntüden kaçıyorum. Mektebe girdiğimin ikinci ayı idi. Teneffüshanede oturuyordum. Dalmışım. Galiba ders ezberliyordum. Kapı açıldı. Mubassır bağırdı:
– Rasim Efendi!
Fırladım. Korka korka yanına yaklaştım; elimden tuttu. Beni götürüyor. Nereye? Acaba mahpese mi? Bir kabahatim yok. Nasıl yaramazlık ederim? Kolum, kanadım kırık. Bana hâmi yok. O yok. Ah anam yok. O kalbimin sevgilisi görünmüyor. Şimdi bütün bütün kimsesizim. O beni döverdi. Fakat beraber ağlardık. O tesellikâr merhametli kadın, rencide ettiği halde üzüntüme katılırdı. Beni gece koynunda ısıtarak, vurduğu yerleri ovalayarak sık sık uyandıkça okşayarak, sabahleyin yüzüme gülümseyerek gönlümü ederdi. Ben şaşkın şaşkın yürüyordum. Aşağı indik. Alt katta bir odaya girdik. Aman yarabbi! Gözlerim karardı. Aklım durdu.Orada birisini gördüm. Onu gördüm. O!… O!… Hani ya bütün gün ağladığım annem!… Orada oturuyor… Onun yanındayım ha! O gelmiş beni görecek ha!… Allah masuma acımış, benim dualarımı kabul etmiş, bütün geceki ağlayışlarıma, ızdıraplı iniltilerime, içimdeki feryada merhamet buyurmuş. Koştum. Ağlaya ağlaya boynuna sarıldım. Gözyaşlarım onun akıttığı gözyaşlarıyla birleşti. İkisi de bir mecradan akıyor, ikisi de bir çehreyi ıslatıyor. İkisi de aynı hararetle onun tenini yakıyor, ikisi de bir kalbin en ziyade kaynayan menbaından koparak boşanıyor, iki katre his birleşmesi gibi akışkan bir numune gösteriyor, iki göz birbirinin bebeği içinde birbirine bakışan vücud görüyor. Ben kendimi onun gözünde, o beni kendi gözünde görüyor. İki ruh karşılıklı bir ayna kesilmiş. Birbirimize bakıyoruz. İki seven ağız ayrı fakat manen bir yangı ile söylüyor. O bana yavrum, ben ona anne diyorum. Ne farkı var? Ben annemden gayrı değilim. Ben oyum.
Zabit dayanamamış, manzarayı görür görmez kendini dışarıya atmış. Biraz sonra heyecanımızı yatıştırdık. Beni öptü, okşadı. O, dalında müstakil olarak latif meyvalar görmesini arzu ettiğini söyledi. Çalışmamı, güzel terbiye kazanmamı rica etti. Peki! Çalışırım. Ben onun dediklerini yapmazsam kimin dediğini yaparım.
Bana yemiş getirmiş, kim yer? Sevdiğim yemeklerden birer parça almış, onlara kim bakar? Karşımda ruhumun gıdası duruyor. Böyle bir manevi sofra varken başka şeyler göze görünür mü? Ben sürekli yüzüne bakıyorum. Sürekli gülüyorum. Sürekli o da beni öpüp seviyor, okşuyor. Bana mendil, çorap, fanila getirmiş. Ya! Artık kış gelmeye başlamıştı. O beni düşünmüş. Hiç düşünmez mi? Bana sordu:
– Üşüyor musun?
Ben o zaman soba ile yatsam üşüyeceğim. Hiç üşümez miyim? Ben annemdeki hayat veren harareti nerede bulurum?
Yine sordu:
– Dövüyorlar mı?
Heyhat! Keşke dövseler! Ben razıyım. O yanımda olsun da ben her mihnete razı olurum. Yine sordu:
– Aç kalıyor musun?
İştahım yok ki yiyeyim. Açım. Anamın muhabbetine doyamıyorum.
Yine sordu:
– Sıkılıyor musun?
Patlayacağım. Bu boğucu hasretten kurtulamıyorum.
Nihayet bir saat sonra kalktı. Bana:
– Rasim yavrum! Seni göreyim, yüzümü kara çıkarma. Oku, çalış, ben seni her zaman gelir görürüm. Merceinden izin aldım. Beni düşünme. Şu mektepten çık! Ben de rahat olayım.
Dedi. Bir kere daha öptükten sonra ayrıldı. O döner, ben döner. O başını sallar, ben de sallarım. Bahçenin yokuşundan çıkarken bir daha bakıştık. Ben yerimde çivili gibi kaldım. Hep ona bakıyorum. Mektebin o koca, demir kapısı açıldı. O zayıf vücut çıktı. Ağır, ıslak gibi tiz bir sedayı müteakip güm diye bir şey öttü. Kapı kapandı.
Valide dışarıda ben yine içeride kaldım.
Bu vakadan sonra tam bir ay geçti. Ben yine hasret içinde kaldım. Validemi göremiyorum. Bir perşembe günü saat altıda bizi dershaneden aldılar, yukarıya çıkardılar. Yeni urbalar giydik. Yeni potinler verdiler. Kaput da var. Acaba ne olacak? Zabit ihtiyatsızlık etti. İzne gideceksiniz dedi. Bu gün mü? Bu gün ya! Çıldırmak işten değil. Bir velvele koptu. Bu sevinç gösterisi bizi seyre gelmiş olan müdürü de şaşırttı.
Yine teneffüshaneye indik. Zabit kapıdan bağırıyor:
– Ahmed Efendi!
Haydi. O gidiyor.
– Hüseyin Efendi!
O da gidiyor. Daha ağzını açarken hepimiz baştan aşağıya kulak kesiliyoruz. Herkes bu kurada öne geçmek istiyor. Kuraya ne hacet? Zaten hepimiz gönüllüyüz. Ana fedaisiyiz. Öyle değil mi ya? Vatan ailenin büyüğü değil mi? Biz onu niçin seviyoruz? Biz onu neden muhafaza için çalışıyoruz? Böyle muhabbetlerin tecelli ettiği yer olduğu için değil mi? Byle karşılıklı hislerin kaynağı mukaddes mahal olduğu için değil mi? Vatanını sevmeyene lanet ediliyor. Allah anaya babaya hürmeti emrediyor. Of! dedirtmeyeceğiz. Yarab! Sen benim kusurlarımı affet.
Zabit bağırıyordu. Bir isim daha! Acaba ben miyim? Öyle ya benim! Benden gayri Rasim adlı kimse yok. İlerledim. Bir hizmetçi bana delalet etti. Müdürün huzuruna çıktık. Gerekli tembihleri dinledim. Ertesi gün saat onbirde isbat-ı vücud edeceğim. Bir temenna! Kapıdan dışarı fırladım. Annem orada beni bekliyor. Derhal sarıldım. Aman! Urbalar bana pek yakışmış. Artık erkek olmuşum. Asker! Küçük zabit! Mini mini mektepli. Potinlerim gıcırdadıkça ayağımın altında taşlar eziliyor zannediyordum. Kaputun düğmelerini mahsus olarak çözdüm. Parlak toka meydanda duracak. Üzerindeki (Dârüşşafaka) mübarek cümlesi görünecek. Ben vatanın şefkatine sığındığımı göstereceğim. Anamın, hayır büyük anamın himayesindeyim. Ben hakikaten vatanın mübarek ağacının bir dalıyım. Beni yaprak ve meyvelerle dolu görmek için milyonlarla nüfus lütuf ve atıfet gözlerini bana dikmiş, bekliyor. Acaba şimdi bu himayeye hak kazandım mı? Hayır daha hizmet etmeye ahden mecburum. İşte bu mecburiyet bana bu nefis ve vicdan tercümesini yazdırıyor. Çocukluk devrimde, gençlik gecelerimde geçirdiğim mesai saatini nakledeceğim. Çalışmak! Bana ana nasihatidir. Kabil değil, terkedemem.
Ah o gece! Annemle karşı karşıya, yan yana bulunduğum o gece! Ne kadar çabuk geçti. O ziyafet neydi? Bir alay yemek. Bir takım yemiş, komşular geldi. Herkes valideme “Gözün aydın” diyor. O da bana bakarak tebessümle:
– Çok şükür olsun. Bu yaşa getiren Mevla’ya hamdolsun!
diyordu.
O gece ömrümde en ziyade rahat uyuduğum bir geceydi. O latif uyku, bahtiyarca istirahatten başka bir şey değildi. Fakat yirmibeş, otuz saatlik o saadet ne kadar sürer? Ertesi gece ben mektepte yalnız yatıyor, yine o vefakar enisi düşünüyordum.
***
Geceler! Neden bu kadar hayalimin munisidir? Bunu ben de anlamıyorum. Galiba anlatamıyorum da. Her ikisi de doğru. Yaşım ilerledikçe garip bir merak beynimde hasıl oldu. Sürekli düşünürüm. Sükun düşünceleri pek ziyade parlattığından geceye olan iştiyakım bundan mütevellid olmalı. Yoksa asabi zorlamalar mı beni böyle karanlık aramaya sevkediyor? Bu etken ne olursa olsun benim zihnî terbiyeme yardım etti. Mektepte sekiz sene okudum. Bir gün son imtihanı verdim. Bilmeyerek girdiğim o kapıdan bilerek çıktım.
Bu çıkış bendeki tesirleri yok etmedi. Aksine arttırdı.
Ben artık “Cemiyet” içine atıldım. Daha mektebin kapısından itibaren attığım ilk özgürlük adımı beni sarstı. Artık hür idim. Memleket kanunundan başka kimse hareketlerime karışmayacak. Fakat ben bilir miydim ki cemiyet dediğimiz bu silsile benim de elime, ayağıma sarılarak bir mesai esiri daha husule getirecek? Buna hiç ihtimal vermiyordum. O gün sevincimden, yolda koşar gibi yürüyor, acelemin farkına varamadığımdan nefesim tıkanıyordu. Ya o gurur ne idi? Tahsilimi tamamlamıştım. Ne kadar hata! Ne kadar eblehlik! Meğer ben daha çalışacakmışım. Kurtulmak mümkün değil!
Eve yaklaştıkça sevincim ziyadeleşti. Bu sevinç artışı anneme söyleyeceğim sözlerden kaynaklanıyordu. Bu sözler pek mühimdi. O zaman çocuk fikirli olduğum halde kendimi dünyanın akıllıları arasında görüyordum. Ne zannettiniz ya? Ben tahsilimi tamamladım. Sekiz sene mektebin içinde, mahpesinde, çiçekli bahçesinde çalışarak, inleyerek, koşarak muvaffakiyete nail oldum. Ağladım, güldüm, eğlendim, sıkıldım. Ah o bina benim çocukluğumun bütün mesaisine, mihnetine, sevincine tahammül etti.
Bazen başımı o duvarlara vururum, canım acır, fakat garip bir hal dili bana “mukavemet” denilen fikri verir. Bazen o karanlık dolaplarda hemen aç bir halde günlerce azap çekerim, yine o hatıf “tahammül” denilen hasleti tavsiye eder. Kâh gözlerime kan oturuncaya kadar çalışırım, gaipten bir ses şevkimi tazeleyerek”Leyse li’l-insân illâ mâ sa’y”i okur. Kâh hocam jurnalin üzerinde adımın önüne bir sıfır koyar. Cezalandırılmış olurum. Hissiyatım beni zorla uyanmaya davet ederek çalıştırır, bu inkılaplar beni eğlendirirdi. Eğer bu da olmayaydı, ben tahsilimi tamamlayamazdım.
Sekiz sene benim için pek uzun geldi.
Kapıdan çıktıktan sonra bir kere arkama dönerek o büyük binaya baktım. İri pencereleri, geniş merdivenli kapıları, ağaçlı yolları nazarımda tüttü. Bana hoş göründü. Fakat ne dense fikrim iç tertibatını zihnen canlandırmada haz etmiyordu. Kendi kendime:
– Oh! Kurtuldum!
diyordum. Meğer yanılmışım. Ben şu yüce cümleden büsbütün gafil idim:
“Aile, mektep, vatan bir manayadır. Fakat en küçükleri aile, ortancası mektep, büyükleri vatandır.”
Mektep mahpes gibi hükmettiğinden insan harekat nokta-i nazarından sıkıntı çekiyor. Ah şimdi bana sorun. Beni bir daha oraya alacak olsalar can atacağım. Şimdi kendi evimin müdürü olduğum halde en ziyade zahmet çekeni benim; bela gören yine benim. Evde kimse karışmıyor. Fakat ben hepsinin hükmü altındayım.
Neyse. Evin kapısı önüne geldim. Sevinçle tokmağını hızlı vurmuşum. Odada oturanların tümü fırlamış. Kim o? diyen diyene.
Açtılar. Gururlu tavrımı bozmayarak validenin yanına girdim. Elini öptüm. Titrek bir sesle dedim ki:
– Anne! Yüzünü kara çıkarmadım. Şimdi rahat ol.
Koca kadın! Beni öpmek için ayağı kalkmaya davrandı. Sinirleri gevşemiş. Gözlerinde yaş damlaları olduğu halde beni yanına çağırdı. Eğildim. Öptü. Analığa mahsus olan bir şefkat ile beni süzerek:
– Aferin! dedi.
Bana bu mükafat yetmez mi? Zaten bundan büyüğünü tasavvur edemem. Yok yok daha büyüğü var. Onu ben şimdi biliyorum.
benim için yeni bir iştiyak hasıl oldu. Odada ayağa kalksam:
– Nereye?
diye soruyor. Ben bu iştiyakı anladım. Ah! Pek ziyade sevindi. Koltukları kabardı. Artık dalı büyüdü. Aile ağacı daha ziyade yeşillendi. Akşam namazını beraber kıldık. Yatsıyı da kıldık. Ben koca herif olduğumdan odama çekildim. Bir müddet sonra uyudum.
İki üç saat geçmiş olmalı, uyandım. Evimin o kağıt kaplı duvarlarını görerek sevindim. Saate bakmak için dışarıya çıktım. Annemin odasında ışık var. Acaba ne yapıyor? Saat de sekiz. Hasta mı oldu? Kapısını açtım.
Ah! O yüce kalp ta sabaha kadar ederek ilahî lutfa teşekkür ediyor. İleride de ikbale nail olmaklığım için kalpten yakarışlarını Mevla’nın huzuruna bırakıyor. Bana hayır dua ediyor. Gözlerim dolu dolu olarak odama çekildim. Yatağa atılarak mesutça ağlayışlar arasında uyudum. O gecede rahat idim.