05 Ekim 1789 – Fransız Devrimi – Parisli kadınlar Versailles’e yürüdü.

Parisli kadınlar, Louis XVI’nin feodalizmin lağvedilmesiyle ilgili kararnameleri yürürlüğe koymayı reddetmesine karşı çıkıyor, kral ve maiyetinin Paris’e taşınmasını, yaşam koşullarının düzeltilmesini ve ekmek kıtlığının ortadan kaldırılmasını istiyorlardı.

1789 devrimindeki kadınlara adanmıştır!

Melda Yaman Öztürk

8 Mart 1917’de¨ Petrograd’da yaşanacağı gibi 5 Ekim 1789 sabahı Paris’te ilk önce kadınlar toplanıp Versailles’e yürüdüler; 1792’de ayaklanma öncesi sokakları kadınlar işgal ettiler; 1795 baharında olaylar kadınların gösterileriyle başladı. 1793 ayaklanması öncesi bir milletvekilinin söylediği gibi “Kadınlar hareketi başlatacak … [ve] erkekler yardıma gelecek”ti. Peki kimdi bu kadınlar, nereden geldiler, ne istiyorlardı? Tarihe geçtiler mi, devrimle anıldılar mı? Robespierre, Danton, Marat’ı hepimiz tanırız da mesela Théroigne de Mericourt’yu kaçımız duyduk?

Théroigne de Mericourt 14 Temmuz 1789’a Bastille’e yürüyenlerin ön saflarındaydı; devrimin ateşli savunucusu, köylülerin destekçisiydi. 1791’te Avusturya ordusunca tutuklandı; 1792 başlarında özgür bırakılınca Jakobenlerin safında savaşa katıldı. Heyecanı, cesareti, kitleleri büyüleyen nutukları takdir görüyordu.

Théroigne eşitsizliğin sadece köylülerle aristokratlar, yahut sadece aristokratlarla bujuvalar arasında olmadığını, kadınlarla erkeklerin ilişkisinin de eşitsizce yapılandığını çok geçmeden görmüştü. Devrimin sloganlarından biri kabul edilen eşitliğin sözde kalmamasını, günlük yaşamda, politik alanda, bilimde, işte kadınların konumunun erkeklerle eşitlenmesi gerektiğini açıkça savunuyordu. Amazonlar taburunu kurmaya giriştiği günlerde Fransız kadınlarına şöyle sesleniyordu:

“Haklarımızı ve sorumluluklarımızı öğrenmek için toplumsal bir düzen kurmamız gerekiyordu; … Fransız kadınları! Bir kez daha tekrar ediyorum; görevimiz büyüktür; yıllardır cahil ve köle durumunda kalan kadının zincirlerini kırmasının tam zamanıdır (aktaran Serebryakova, 1998: 25) .”

Théroigne varoşlarda bir kadın kulübü kurdu; kadınlar haftada birkaç kez bir araya geliyor, okuyor, tartışıyor, söyleşiyor, toplumsal meselelerle uğraşıyordu. Ne var ki erkeklerin başlarda kahramanlıklarını övdüğü kadınlar şimdi hoşnutsuzluklarının sebebi haline gelmişti; evde yemek pişmiyor, çocuklara bakılmıyor, ev temizlenmiyordu. Ne de olsa bu işler “kadın işiydi”. Sanki “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” diye haykıran erkeklere göre eşitlik ve özgürlük sadece ve sadece erkekler içindi. Nasıl ki eşitlik, tüm insanların eşitliği değil toplumsal güç kazanan burjuvaların siyasal erk için aristokratların hakimiyetini kaldırmayı hedeflediği bir eşitlikse ve özgürlük serfleri aristokrasinin tahakkümünden kurtarıp işçileştirmeyi (işçilerin kapitalistlerle eşit (!) iş sözleşmesini gerçekleştirmesini) amaçlayan bir özgürlükse, görünürdeki anlamlarında bile eşitlik, kesinlikle kadınla erkeğin eşitliği değildi; özgürlük kesinlikle kadının özgürlüğü değildi!

***

Onaltıncı yüzyıldan itibaren liberal düşünce bireysel eşitlik fikrini ortaya atarak, kralların/ efendilerin mutlak iktidarına karşı çıkarken, erkek üstünlüğünü savunmayı sürdürüyordu. Örneğin liberal düşüncenin “babalarından” Locke’a göre kadın erkeğe tabidir. Ancak kadının erkeğe tabiyetinin ruhani bir yanı yoktur; Havva’nın ve diğer bütün kadınların tabiyeti her kadının kocasına tabiyetinden farklı değildir. Eğer ki bu tabiyet “hükümetin orijinal bağışı ve monarşik gücün temeli” olsaydı, koca sayısı kadar monark olurdu (Locke, 1823: 34). Açık ki Locke’un eleştirisi erkek üstünlüğünün ilahi kökenine yöneliktir; erkek egemenliği tanrısal buyruktan değil, doğal yaradılıştan kaynaklanır; zira erkekler daha güçlü ve daha yeteneklidir. Locke, ataerkil ilişkiyi göklerden yere indirerek, ona doğal, rasyonel bir nitelik kazandırmıştır. Devrimin teorisyenlerinden Jean Jacques Rousseau’nun kadına ilişkin görüşleri benzerdir. Rousseau’ya göre erkek üstün kadın tabidir; toplumsal ilişkiler geliştikçe, pasiflik ve ürkeklik, kadınların kişisel yazgıları halini almıştır.

Devrim sürecinde erkeklerin dile getirdiği şikayetler benzer düşünceleri yankılar. Devrimci Jakobenler’de bile Théroigne gibi kadın önderlere, toplantıdan toplantıya koşuşturan kadınlara karşı hoşnutsuzluk giderek büyümüştür; öyle ki, erkekler kadınların hareket alanlarını daraltacak tedbirleri gündeme getirmiştir; örneğin Jakobenler kulübünde kadınlar kulübünün kapatılması tartışılmaya başlanmıştır. Hatta Robespierre soğuk bir edayla Théroigne’ın yaptıklarını ve düşüncelerini olumlamadığını bildirmiştir. Théroigne bu saldırıları feminist talepleri yükselterek yanıtlamıştır.

Liberal düşünce yaygınlaşırken, erkekler “meşaleyi alıp mutlakiyetçi tiranlığa karşı çıkarak özgürlük ve eşitliği savunurken”, Théroigne yalnız değildir; kadınlar kendilerinin “neden dışarıda bırakıldığını merak etmektedir”. Mary Astell erken bir tarihte, 1700 yılında şöyle yazmıştı:

“Eğer Mutlak Hükümranlık Devlet içinde gerekli değilse nasıl oluyor da aile içinde gerekli sayılıyor? Ya da aile içinde gerekliyse neden Devlet için de aynı şey geçerli değil? Çünkü biri için öne sürülecek gerekçenin diğeri için daha geçersiz olması mümkün değildir”. “Eğer bütün insanlar doğuştan özgürse nasıl oluyor da bütün kadınlar köle doğuyor? Kadınlar, erkeklerin tutarsız, belirsiz, bilinmeyen, keyfi iradelerine tabi olduklarına göre, bu, Kölelik Durumu değil de nedir?” (Aktaran, Mitchell, 1998: 32).

***

Liberal düşüncenin kadınlara kurtuluş getirmeyeceği açıktır; kapitalist toplumda kadınların özgürleşemeyeceği de. Peki, salt sınıfsal mücadele kadınları özgürleştirebilir mi?

Théroigne’in öyküsü ne kadar da tanıdık, öyle değil mi? Ondokuzuncu yüzyılda erkek işçiler kadınları ücretli işten uzak tutarak, kadınların ücretli iş edinmesini protesto ederek, kadınları sendikalara almayarak, ücretli işe cinsiyet kazandırmadılar mı? 1967 kışında New York ve Chicago’da kadınlar savaş karşıtı eylemlerde solun cinsiyetçi tutumuyla da mücadele etmediler mi? 1968 yılında Dagenham’da Ford fabrikasındaki 187 kadın işçi, işyeri yönetimindeki, evlerindeki, sendikalardaki erkeklere karşı grev kararını verip başarıya ulaşmadılar mı?

Öyleyse kadınların kurtuluşu kapitalizmin yanı sıra ataerkiyle mücadeleyle olanaklıdır; hanelerdeki, sokaklardaki, kurumlardaki, yasalardaki, toplumsal kabullerdeki erkek egemenliği ortadan kaldırılmadan kadınlar özgürleşemeyecektir. Bu mücadelenin ilk taşlarını Théroigne gibi kadınlar döşediler; onlara selam olsun. Tüm kadınların 8 Mart Dünya Kadınlar günü kutlu olsun.

Kaynaklar

  • Godineau D. (2005) “Özgürlüğün Kızları ve Devrimci Vatandaşlar”, G. Duby ve M. Perrot (der.), Kadınların Tarihi–Cilt 4 içinde, Çev.: A. Fethi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
  • Locke J. (1823) Two Treatises of Government.
  • Mitchell J. (1998) “Kadın ve Eşitlik”, Kadın ve Eşitlik, Juliet Mitchell ve Ann Oakley (der.), Çeviren ve yayına hazırlayan: F. Berktay, Pencere Yayınları, 23-47.
  • Rousseau J.J. (1992) Toplum Anlaşması, Çev. V. Günyol, MEB yayınları.
  • Serebryakova G. (1998) Fransız Devriminde Kadınlar, Çev.: A. Açan, Evrensel Basım Yayın.
  • Yaman Öztürk M. (2012) “Ataerki: Bir Kavramın Yeniden İnşası – “Eski” Ataerki’den Ataerkil Kapitalizme”, Eğitim Toplum Bilim, 2012, 10 (38) : 72-115.

Doç. Dr. Melda Y. Öztürk
Ondokuz Mayıs Ünv., IIBF

Kaynak: Sendika.org, 1 Mart 2013